– Dünya muhabbeti içinde bulunması,
– Îmân-ı hakikiye sahip olmayıp, yakîninin zayıf olması, (sûrî îmandan öte geçememesi),
– Kur’an’dan okuduklarına değil, sadece harflerine vâkıf olup, kendi ihtiyârına ittiba‘ eden (kendi arzu ve düşüncelerine uyan) bir kul olması,
– Sadece zâhir ilmi olan bir müfessirin kavline nâzır olup, bâtın âlimlerinin yani mâneviyat erbâbının tefsirlerine bakmaması, onlara itibar etmemesi,
– Hep aklına rücu‘ eden, yani her şeyi aklıyla çözmeye çalışıp, onun ötesine geçemeyen bir kul olması,
– Hitâbın bâtınında, (Kur’ân’ın tasavvufî mânâsının anlaşılması hususunda, tasavvuf ehlinin tefsir ve te’villerine göre değil de) Arap lûgat ehlinin (zâhirî ilim erbâbının) görüşlerine göre hüküm vermesi...İşte bu vasıfları taşıyan insanlar, Kur’ân’ı anlamaktan yana perdelenmişlerdir, anlayamazlar. Kendi bildikleri miktarla sınırlıdırlar. Kafalarına yerleşen anlayışlarıyla mevkufturlar, (yani hapsolundukları o dar çerçevenin dışına çıkamazlar). En fazla ilimleri kadar ilerleyebilirler. Tabiat ve seciyelerine göre bir anlayışları vardır.İşte bunların hepsi; o akıl ve ilimleri sebebiyle, muvahhidlere (Cenâb-ı Hakk’ın hâlis kullarına) nazaran, kapkaranlık bir gecede siyah bir taş üzerinde yürüyen bir karınca gibi belirsiz olan gizli şirke müptelâ olmuşlardır!..