Bir baba evlatlarının iyi geçinmesine çok memnun olur. Allahü teâlâ da kullarının iyi geçinmesine sevinir. O halde herkes ile iyi geçinin.
*Sorulan dini suallere verilen cevaplara dikkat etmeli, cevap vermek kolay değildir. Cevap verenler de ahirette hesaba çekileceklerdir. Cevap verirken, muteber kitaplardan nakli esas almak şarttır.
* Allahü teâlâ bir kimseye, bir büyüğü tanıttıysa, neyi tanıtmadı; bir büyüğü tanıtmadıysa da, neyi tanıttı?
*Mevlana Halid-i Bağdadi hazretleri, (Allahü teâlânın bir kulunu sevmediğinin alameti bu yolun büyüklerine itirazdır) buyuruyor.
*Mümin, mümine Allah için sevgiyle baksa, Cenab-ı Hak bütün günahlarını affeder.
*Rabbine güvenen kula, Allahü teâlâ yardım eder. Paraya, mala mülke, şuna buna güveneni, güvendiğiyle baş başa bırakır.
*Allah için olan işte sevgi vardır. Dünya için olan işte sevgi yoktur. Dünyanın tabiatında sevgi yoktur. Allahü teâlâ dünyayı yarattığından beri, bir defa olsun rahmet nazarıyla bakmamıştır. Dünya, nefs ve şeytanın azmasına yardımcı olmaktadır. İnsanın dünyalığı arttıkça nefsi azar, gurur, kibir artar, kontrolden çıkar. Ahireti bırakıp, hep dünyalığı artırmak için gece gündüz çalışmak, ızdırabı, sıkıntıyı, sevgisizliği artırmak, ahmaklık alametidir.
*Bir kalbde iki sevgi olamaz. Bir kalbde dünya sevgisi varsa, o insanda Allah sevgisi olamaz. Olamayınca da her yerde, ailesinde, işinde sevgisizdir.
*Bazıları çok sevilir, bazılarından kaçmaya bakılır. Araştırılırsa, muhakkak onun dibinde başka sevgi olduğu görülür. Allah sevgisi olan kalbde ihlâs olur. İhlâs olan kalbde Allah sevgisi olur. İhlâsla dünya zıttır. Dünya, nefsin ve şeytanın tuzağıdır.
*Varlıkta imtihan, darlıktan daha zordur; çünkü darlıkta hep Allah deniyor, varlıkta akla gelince söyleniyor. Bu çok tehlikelidir.
*Bir mürşid-i kâmilin talebesine ne yapılsa, hocasına gider. Hocasının talebesini hakkıyla sevmeyen, hocasını tanıyamaz, hocasından hiç faydalanamaz.
*Ehl-i sünnet itikadında olmak, büyükleri yani Evliya zatları tanımak büyük nimettir. Tanıdıktan sonra ayrılmak da, büyük felakettir. Ayrılanlarla beraber olmak da, büyük felakettir. Ayrılanlarla beraber olmak, engerek yılanıyla beraber olmaktan daha tehlikelidir.
*İman, Allahü teâlânın bizzat ihsanıdır; çünkü bir kimseye bir şeyler anlatılır; ama imanı Allah'tan başkası veremez. Allahü teâlâ bir kuluna iman vermişse, ihsanlardan en büyüğünü vermiş demektir. Artık o kulun kalkıp bir kuruşun hesabını yapması, mümin kardeşinin gıybetini, dedikodusunu yapması çok çirkindir.
*Fâsık bile olsa, ehl-i sünnet itikadında olan bir müminin kalbindeki nuru dünyaya çıkarsalar, imanının nuru güneşin ziyasını kapatır. Mümin o kadar kıymetlidir.
*Birbirimizi sevelim. Kendimizi bir şey zannetmeyelim. Hiçbir Müslümanı hakir görmeyelim. Çok sarhoşlar imanlı gitmiştir. Nice âlim veya şeyh geçinenler de imansız gitmiştir.
* Ahir zamanda imanla ölen çok az olur. Çok korkmalıdır.
Çatal kazık yere batmaz
* Hikmet ehli zatlar buyuruyor ki:
Emire itaat etmeli, karışmamalı, iki üç başlılık olmaz. Çatal kazık yere batmaz. Ne kadar çok çatal olursa batması o kadar zor olur. Müslümanlar bir vücut gibidir. Bu vücudun da bir başı var. İki başlı olsa olmaz. Zaten iki başlı bir yaratık görünce herkes korkar bir tarafa kaçar.
* Büyüklerin talebeleri çok kabiliyetlidir. Eğer büyükleri tanımasalardı, başka yerlerde de başarılı olurlar ve helak olurlardı. Çünkü, kabiliyetli insanlar bozuk yolda da hızlı yol alırlar.
* Fazilet yani üstünlük, görmekte, konuşmakta değil, inanmaktadır.
* İmam-ı Rabbani hazretleri gibi büyüklerin yolunda olanlar, doğru öğrenirler, doğru anlarlar, doğru yaparlar, doğru öğretirler. Öğrenmek ile anlamak farklı şeylerdir. 72 dalalet fırkasının başındakiler hepsi öğrenmiş idi, hepsi de âlim idi. Fakat yanlış anlamışlardı.
* İlim üstâddan öğrenilir. İlmi, dîni, kendi kendine kitaptan öğrenenler çok yanılır, yanlışı, doğrusundan çok olur.
* Takdire razı olmalı, haddimizi bilmeli, çok konuşmamalı ki, rahat edelim.
* Allahü teâlânın rızası yolunda ilim kâfi değildir, ilmi ile amil olanlar kurtulacaklardır. İlmi ile amil olmak da kâfi değildir, sadece ihlasla yapanlar kurtulacaklardır.
* Büyükleri tanıyan dünya ve ahirette rahat eder.
* Tekrar tekrar hep aynı şeyler anlatılıyor. Bilinmediği için değil. Kitaplarda yazıldığı şekilde yapılmadığı için.
* İnsanın 3 babası vardır. Dünyaya getiren baba, kızını veren baba, dinini öğreten baba. Bunların üçüne de aynı saygıyı göstermeli.
* Aynanın arkası ne kadar karanlık olursa görüntü o kadar güzel olur.
* Almanın olur da, vermenin pişmanlığı olmaz. Niye verdim demezsiniz. Allah için verilince o iş bitmiş olur, o kıymetini bilmese bile bizi ilgilendirmez.
* Müslüman, Müslümanın kıymetini çok iyi bilmelidir. Bir Müslümanı gördüğü zaman, ona olan sevgisinden ve saygısından dolayı, aklı başından gitmelidir. Bu sevgi azaldıkça, dine karşı soğukluk başlar ki, bu felaket alametidir. Din kardeşimiz, her şeyin üstündedir. Her şeyden değerlidir. Onun duası kurtulmamıza sebeptir. Bu inançla birbirimize sahip çıkalım.
* Ahir zamanda küfre düşmek çok kolay olur. Onun için her sabah ve akşam muhakkak iman duasını, tecdid-i iman ve nikah duasını okumalı.
Sabah ve akşam okunan iman duası:
(Allahümme inni euzü bike min en üşrike bike şey-en ve ene alemü ve estağfirü-ke li-ma la-alemü inneke ente allamül-guyub)
Tecdid-i iman ve nikah duası:
(Allahümme innî ürîdü en üceddidel-îmâne ven-nikaha tecdîden bikavli la ilahe illallah Muhammedün Resulullah)
ŞİRK NEDİR :
Şirk, YÜCE ÂLLAH’a (c.c.) yapılanı başkasına yapmak, başkasına yapılanı YÜCE ÂLLAH’a yapmaktır.
Şirk, Cenabı ÂLLAH’ın tasarrufunda ortak tanımaktır.
Şirk, ÂLLAH’ı şekillendirmek, mekan tayin etmektir.
Şirk, amelini ibadetini kula göre yapmaktır.
Şirk olan bir davranışı işleyene müşrik denir.
Araplar Yüce ÂLLAH’a inandıkları halde (hâşâ) ÂLLAH’la aralarına şefaatçi olsunlar diye putları koymuşlardı. (Kuranı Kerim / Zümer / 3)
Bu yüzden müşrik oldular.
Şirk, ÂLLAH’ın sıfatlarını başkasında görmek yaratılanı Yaratıcı kabul etmektir.
Şirk, Kuranı Kerimde 170 defa geçer.
Şirk, inanç hastalığıdır. Şirk, küfürdür.
Şirk, insanlık için açık ve gizli kirliliktir. İnanç bozukluğudur. Onun için bütün peygamberler müşriklerle uğraşmıştır.
Şirk, en büyük zulümdür. Lokman (a.s) oğluna :
-“Ey oğulcuğum! Allah’a şirk koşma, gerçekten şirk büyük zulümdür” demiştir. (Kuranı Kerim / Lokman / 13)
Şirk koşan, Yüce ÂLLAH’a iftira etmiş olur. Bu yüzden büyük günah işlemiştir. ÂLLAH’ın (c.c.) Kuranı Kerimde ayetle sabit olan affetmeyeceği büyük günahtır.
Arapların putları aracı, şefaatçi kabul etmesi, Hristiyanların baba + oğul + kutsal ruh şeklindeki inançları, Yahudilerin Üzeyr ÂLLAH’ın oğludur demeleri, Meleklerin ÂLLAH’ın kızları kabul edilmesi, dünya ve dünya malının putlaştırılması hep şirktir, küfürdür.
Bazılarının ÂLLAH’tan başkasını sığınak kabul etmesi, ondan ölürken, kabirde ve mahşerde ondan yardım beklentisi,
-“Yetiş ey falan” (şeyh, gavs, Ali..vb) demesi,
-“Falan şah damarımızdan yakın; bizi görür, halimizi bilir” demesi,
-“Falanın elini öpersen sana yardım eder" demek şirk örneklerinden bazılarıdır.
Kur'anı Kerimde şirk, herhangi birşeyi veya herhangi bir kimseyi ya da herhangi bir kavramı, değerlendirme, tercih etme ya da ona önem ve kıymet verme veya onu üstün tutma bakımından Yüce ÂLLAH’la (c.c.) eşit veya daha ileri bir düzeyde görmek ve bu çarpık bakış açısıyla hareket etmek anlamında kullanılır. Kur'anı Kerimde bu tutum ÂLLAH’tan başka İlah edinmek olarak tanımlanır.
Kur'anı Kerimin temel mesajı ise ÂLLAH’tan başka ilah olmadığıdır. Bu mesaj, Kur'anda “La ilahe illAllah” hükmü ile haber verilir. Bu ifade Kur'anda pek çok kereler önemle tekrarlanır ve imanın önemli bir şartı olarak vurgulanır. Yalnız bu noktanın Müslümanlar tarafından çok iyi kavranılması ve derinlemesine düşünülmesi gerekir. Zira ÂLLAH’ın tek güç ve kudret sahibi olduğu, tek İlah olduğu çok açık ve kesin bir gerçektir.
Şirk, Yüce ÂLLAH'ın ilahlığında, sıfat ve fiillerinde, yaratmasında, yönetmesinde, otoritesinde ve Rab oluşunda ortağı, benzeri ve eşinin olduğunu kabul etmeyi ifade eder. Yapılan ibadetlerde ÂLLAH'tan gayrısını gözetme ve riya gibi kötü hasletler için de şirk kelimesi kullanılmıştır. Bu sebeplerle ÂLLAH'a şirk koşmak günahların en büyüğüdür.
Şirk (hâşâ) YÜCE ÂLLAH’ın yanına başka ilahlar koymak ve başka şeyleri ilahlaştırmaktır. Bilinenin tersine şirk sahipleri, müşrikler ÂLLAH’a inanmayan insanlar değillerdi. ÂLLAH’a inanırlar fakat O’nun yanında başka şeyleri de güç sahibi olarak görürler ve ÂLLAH ile aralarında aracılık yaptıklarına inanırlar. Aracı olarak kabul edilen şey bazen bir nesne olabildiği gibi bazen ölmüş bir insan bazen de yaşayan bir insan olabilir. Kur’anı Kerim nazil olduğunda o dönemin müşrikleri ÂLLAH’a inanıyorlardı. Ancak kendi elleri ile yaptıkları putlara dilekte bulunuyor ve bu putların aracılığı ile dilek ve isteklerini dile getiriyorlardı. Yani bu putlara bir ilahi güç atfediyorlar ve onların manevi varlıkları olduğuna ve bu maneviyatlarının ÂLLAH (c.c.) ile konuştuklarına ve iletişime geçtiklerine inanıyorlardı. Bu sebeple arzularını ve isteklerini putlara yöneltiyor ve bu istekleri ÂLLAH’a yöneltmelerini diliyorlardı.
Görüldüğü gibi ortada Yüce ÂLLAH’ı kabul etmeme yok ancak ÂLLAH’ın altında da olsa başka ilahlar edinme durumu var. Bu sebeple, Yüce ÂLLAH kabul edilse bile bir başka şeyi ilah kabul etmek açık bir şirktir ve Yüce ÂLLAH’ın asla affetmeyeceği tek günahtır. ÂLLAH (c.c.) başka şeylerin ilah kabul edilmesini ve kendisine, otoritesine, kanunlarına eş koşulmasını ve kendisi yerine bir başka şeyden yardım ve istekte bulunulmasını ve buna benzer diğer ritüelleri açık olarak kendisine eş koşma olarak kabul etmiş ve bunu yüce kitabında birçok ayette insanlara açıklamıştır. Kur’anı Kerim okunduğunda açık olarak görülecektir ki, Yüce ÂLLAH birçok defa kendisinin tek ilah olduğunu ve tek güç ve kudret sahibi olduğunu belirtmiş ve buna kesinlikle muhalefet edilmemesini ve açık olarak iman edilmesini emretmiştir.
Mezar ve türbelere gidip buralarda iyi niyetle dahi olsa dilekte bulunmak ve o mezar üzerinden dua etmek ve dilekte bulunmak açık olarak bir şirktir. Bu sebeple mezar ve türbe ziyaretleri eğer bu niyetle yapılıyor ise kesinlikle din dışı bir davranıştır, şirktir. Kul ÂLLAH’la her an iletişim halinde olabilmektedir ve arada asla bir aracı yoktur.
ÂLLAH (c.c.) kendisine açılan her eli görür ve kendisine söylenen her sesi duyar. Kimi zaman bu isteklere olumlu yanıt vererek rahmetini gösterir kimi zamanda olumlu yanıt vermez. Olumlu yanıt vermemesi bile aslında bir yanıttır çünkü duayı kabul etmemesinin bile bir hikmeti vardır. Çünkü Yüce ÂLLAH bilmektedir ki kulunun bu isteğinin sonunda kişi farklı yollara sapacak ve günaha girecek ve başına kötü şeyler gelecektir. ÂLLAH (c.c.) duayı kabul etmeyerek bile aslında kulunu düşünmektedir. Çünkü O bilinmeyenleri bilir ve görülmeyenleri görür.
İşte böylesine bir güç sahibi olan Yüce Yaratıcıya bir insan nasıl olur da doğrudan istekte bulunup dua etmez ve araya bir takım insanları ya da nesneleri aracı olarak koyar, kanunlarını 'yönetim ilkeleri' olarak benimsemez. ÂLLAH (c.c.) şirke bulaşanları ve şirk sahibi olanları açık olarak lanetlemiş ve ebedi cehenneme koyulacaklarını net bir biçimde beyan etmiştir.
SadakÂllahül Azim : Azim olan ÂLLAH (c.c.) ne güzel ne doğru söyledi.
https://www.facebook.com/groups/1872491019729094/
Demokra.i büyük bir kanser ihtiva ediyor. Güç ve otoriteyi, kitlelerin ve halkın eline veriyor. (Şirk)
Hâlbuki bütün hüküm, güç, otorite, hakimiyet, son söz hakkı Yüce Allah’ındır. Bu noktadan İslam’la tersleşir demokra.i.
Çünkü Yüce Allah, filan iş için ‘olmaz’ demiştir. Demokra.i ise halk istiyorsa, olur diyorsa, olur kabul etmenin adıdır. Bu açıdan, temel perspektif olarak, ilk bakış tarzı olarak demokra.i, uluhiyyet makamına karşı baş kaldırıdır.
Bu yüzden demokra.inin İslam’a ait bir parça olması, İslam’ın özünde var olması bir kenara, İslam’ın karşısında bir sistemdir.
Demokra.i İslam’a karşı bir sistemdir. Çünkü kanun yapma yetkisini halka veya onların yerine (parlamento üyelerine) vekâleten vermektedir. Buna göre burada hüküm koyma Yüce Allah’ın dışında halkın veya onların yerine vekil olanların olmaktadır. Burada hüküm, karar, icraat Yüce Allah'ın değil onların çoğunluğu esasına dayanır. Bu şekilde çoğunluğun ittifakı tüm halka, kanunlar Kuran'a, dine, yaratılışa ve akla ters de olsa dayatılır.
Bu sistemlerde kürtaj, homoseksüellerin evliliği, faizin faydaları...kanun haline getirilmiş ve şeriat ahkâmı(Kuranı Kerim) kaldırılmıştır. Zina yapmak ve alkol almak mubah görülmüştür. Bilakis bu sistemde İslam ve ona bağlı olanlarla savaşılmaktadır.
Oysa Yüce Allah c.c. kitabında hüküm koymanın sadece kendisine ait olduğunu ve kendisinin hüküm koyanların en dikkatlisi, en iyisi olduğunu haber vermiştir. Kendi yönetimine kimsenin müdahale etmesini de yasaklamıştır. Ve kendisinden daha iyi hüküm koyacak birinin olmadığını da belirtmiştir.
Kuranı Kerimde Ayetler :
Kur’ân-ı Kerîm’de hâkimiyetin kayıtsız ve şartsız Allâhu Teâlâ’ya ait olduğunu açıklayan birçok âyet-i kerîme vardır. Onlardan bazıları şöyledir :
“Mülkü/hâkimiyeti elinde bulunduran Allâh, ne yücedir. O, her şeye hakkıyla gücü yetendir.” (Mülk: 67/1)
“İyi bilin ki! Yaratmak da, emretmek de (hükmetmek de yalnızca) O’na aittir. Âlemlerin Rabbi olan Allâh ne yücedir.” (Arâf: 7/54)
“İyi bilin ki hüküm yalnız O’nundur. O, hesâb görenlerin en çabuğudur.” (Enâm: 6/62)
“Hüküm vermek yalnızca Allâh’a aittir. O, doğru haberi verir ve O, ayırt edenlerin en hayırlısıdır.” (Enâm: 6/57)
“Hüküm vermek yalnızca Allâh’a aittir. O, kendisinden başka hiçbir şeye ibâdet etmemenizi emretmiştir. Dosdoğru olan dîn işte budur. Fakat insânların çoğu bilmezler.” (Yûsuf: 12/40)
“Hüküm vermek yalnızca Allâh’a aittir. Ben O’na tevekkül ettim. Tevekkül edenler de yalnız O’na tevekkül etsinler.” (Yûsuf: 12/67)
“Hüküm veren Allâh’tır, O’nun hükmünü gözden geçirecek hiç kimse yoktur. O’nun hesâblaşması pek çabuktur.”(Rad: 13/41)
“O, Allâh’tır. O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur. İlkte ve sonda hamd O’na mahsustur. Hüküm yalnızca O’nundur. Kesinlikle O’na döndürüleceksiniz.” (Kasas: 28/70)
“Sen Allâh ile beraber başka (hiç) bir ilâha ibâdet etme. O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur. O’nun vechinden başka her şey yok olacaktır. Hüküm yalnızca O’nundur ve kesinlikle O’na döndürüleceksiniz.” (Kasas: 28/88)
“O, hükmüne hiçbir kimseyi ortak etmez.” (Kehf: 18/26)
“Onlar, hâlâ câhiliyye devrinin (şirk olanı, demokra.i vb) hükmünü mü istiyorlar? Yakînen bilen bir kavim (topluluk) için Allâh’tan daha güzel hüküm veren kim vardır?” (Mâide : 5/50)
“De ki : ‘Bütün yeryüzü ve içinde yaşayanlar kimindir söyleyin bakalım, biliyorsanız?’ Elbette : ‘Allâh’ındır’ diyecekler. Öyleyse sende de ki: ‘Neden aklınızı başınıza almıyorsunuz?’ ‘Peki, yedi kat göğün ve yüce arşın rabbi kimdir?’ diye sor. Elbette: ‘Allâh’tır’ diyecekler. Öyleyse, de ki: ‘İnandığınız Allâh’a karşı gelmekten sakınmaz mısınız?’ De ki: ‘Peki her şeyin gerçek yönetimini elinde tutan, kendisi her şeyi koruyup gözeten, ama kendisi himâye altında olmayan kimdir? Biliyorsanız söyleyin bakalım! Elbette ‘Allâh’tır’ diyecekler. Sen de ki: ‘Öyleyse nasıl oluyor da büyülenip (aldanıp) gerçekten uzaklaşıyorsunuz?’ Hayır, Biz onlara gerçeği getirdik; fakat buna rağmen onlar, yalanı tercih ediyorlar.” (Mü’minûn: 23/84-90)
Bu hâkimiyet türünün yalnız Yüce Allâh’a ait olduğunu dünün müşrikleri gibi günümüzün Müslümanlık iddia eden müşrikleri de kabul etmektedirler.
Ve başka bir ayette : “Allah 'ı bırakıp da taptıklarınız, sizin ve atalarınızın taktığı birtakım isimlerden başka bir şey olamaz. Yoksa Allah onlara öyle bir saltanat indirmemiştir. Hüküm sadece Allah 'ındır. O size kendisinden başkasına ibadet etmemenizi emretmiştir. İşte el-Kayyim(delilleri sabit, müstakim) din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.” (Yusuf, 40) ve yine daha başka bir ayette : “Allah hüküm koyanların en hâkimi değil midir?” (et-Tin/8) buyurulmaktadır.
Bazı kişiler demokra.i sözünün İslam’da ki Şûra kavramına denk olduğunu sanıyor. Bu durum değişik yerlerden fasit bir zandır.
1- Şura yeni ortaya çıkan bir olayda olur. Kur’andan veya sünnetten bir hükmün/nassın ayrıntılarının olmadığı işlerde olur. Halkın yönetmesine gelince dinin asıllarından birini tartışmaktadır. Haram olanı yasaklamayı reddetmektedir. Yüce Allah’ın helal ve farz kıldığını yasaklamaktadır. Bu kanunlarla alkolün satışı serbest bırakılmıştır. Zina ve faiz de serbesttir. Dolayısıyla bu kanunlarla İslami kurumlar ve Allah’a çağıran davetçiler zor duruma düşürülmüştür. Bu durum şeriata tamamen zıttır. Şimdi bunları Şûranın neresine koyacağız?!
2- Şûra Meclisi fıkıhtan, ilimden, anlayıştan, siyasetten, ahlaktan belli bir derecede oluşan insanlardan oluşmaktadır. Müfsid ve ahmak olanla müşavere yapılmaz. Kâfir ve mulhid olanla ise hiç yapılmaz. Parlamentoya bir kâfir, bir müfsit, bir ahmak geçebilir. Peki bu konumun İslam’da ki Şûra ile ne alakası vardır?!
3- Yönetici şuranın aldığı kararlara bağlı olmayabilir. Meclisten birinin görüşünü delili güçlü olduğu için şuranın görüşüne tercih edebilir. Çünkü doğru görüş meclis ehlinin diğer görüşüne üstündür. Oysa demokratik sistemde çoklarının ittifak etmesi insanları bağlayan kanunların çıkarılmasına sebep oluyor.
Müslümanlara düşen dinleriyle iftihar etmeleridir. Rablerinin ahiretlerini ve dünyalarını ıslah eden ahkâmına güvenmeleridir. Yüce Allah’ın şeriatına muhalefet eden sistemlerden beri olmaları farzdır.
Yöneten ve yönetilenler olarak bütün Müslümanların bütün işlerinde Yüce Allah’ın şeriatına uymaları gerekir. Hiç birine İslam’ın dışında bir metod ve sistem edinmesi helal olmaz. Bunun gereği olarak Yüce Allah’ı Rabb, İslam’ı din, Hz. Muhammed’i (sallallahu aleyhi ve selem) peygamber ve resul olarak razı olmaktır. Müslümanlara düşen İslam’a bâtınde ve zahirde teslim olmaktır. Yüce Allah’ın şeriatını tazim etmeleridir. Peygamberin (sallallahu aleyhi ve selem) sünnetine tabi olmalarıdır.
Yüce Allah’tan c.c. bizleri İslam ile izzetli kılmasını, hainlerin komplolarını kendilerine geri çevirmesini dileriz.
Yüce Allah c.c. her şeyi en iyi bilendir.
İnsanı Helak Eden Başlıca 74 BÜYÜK GÜNAH Şöyledir :
1. Büyük Günahların En Büyüğü : ÂLLAH’a (c.c.) Ortak (şirk) Koşmak
2. Ana Babaya Asi Olmak, Onlara Eziyet Etmek
3. Yalan Yere Şahitlik Etmek
4. İnsan Öldürmek veya kendini öldürmek (intihar)
5. Sihir (Büyü) Yapmak
6. Namazı Terk Etmek
7. Zekâtı Vermemek
8. Faiz Yemek
9. Yetim Malını Yemek ve Ona Zulmetmek
10. ÂLLAH’a ve Resûlü’ne Yalan İsnad Etmek
11. Özürsüz Olarak Ramazanda Bir Gün Bile Oruç Tutmamak
12. Savaş Meydanından Kaçmak
13. Zina Yapmak (evlilik dışı münasebet)
14. İdarecinin Halkını Aldatması, Onlara Zulmedip Zorbalık Yapması
15. Haram Olan İçkiyi İçmek
16. Kibirlenmek, Kendini Beğenmek, Övünmek
17. Livata (eşcinsellik)
18. İffetli Kadın veya Erkeğe İftirada Bulunmak
19. Kamu Malından, Ganimetten, Devletten ve Zekâttan Çalmak
20. Haksız Yollarla İnsanların Mallarına El Koymak, Haram Yemek, Haram Kazanç, Kul Hakkı
21. Hırsızlık Yapmak
22. Yol Kesmek
23. Yalan Yere Yemin Etmek
24. Çok Yalan Söylemek, Sözlerinin Çoğu Yalan Olmak
25. Ahiret Hayatından, Hesaptan Şüphe Etmek
26. İdarecinin ve Hâkimin Adaletsiz Olması, Haksızlık Yapması, Rüşvet Almak
27. Deyyusluk, İki Kişi Arasında Bozgunculuk İçin Çalışmak
28. Karşı Cinse Özenmek (Erkeğin Kadına Kadının da Erkeğe Benzemesi)
29. Hulle Yapmak ve Yaptırmak ( kocasının üç kez boşadığı bir kadının, eski kocasıyla bir kez daha evlenebilmesi için, yabancı bir erkeğe bir günlüğüne nikâh edilmesi ve bir gün sonra boşanması)
30. Ölü Eti, Leş, Kan ve Domuz Eti Yemek
31. İdrardan Sakınmamak
32. Haraç Toplamak
33. Riyakârlık Yapmak, Gösteriş, İkiyüzlülük
34. ÂLLAH (c.c.) ve Resûlüne (s.a.v) İhanet Etmek, Emanete Hiyanet
35. İlmi Gizlemek ve Sadece Dünya İçin Öğrenmek
36. İyiliği Başa Kakmak
37. Kaderi Yalanlamak ve İnkâr Etmek
38. Başkalarının Söz ve Sırlarını Öğrenmeye Çalışmak
39. Lanet Etmek, Sövmek
40. Sözünde Durmamak, Ahde Vefasızlık
41. Kâhin, Büyücü, Falcı ve Müneccimi Tasdik Etmek
42. Kadının Kocasına, Kocanın Karısına Haksız Yere Huysuzluk Yapması
43. Akrabaların Hakkını Gözetmemek, Onlarla İlişkiyi Kesmek
44. Yalan Şahitlik Yapmak
45. Gıybet (arkasından konuşmak), Söz Taşımak, Koğuculuk
46. Ölenin Ardından Ağıtta Aşırı Gitmek
47. Nesebe ve Soya Sövmek
48. Baş Kaldırmak, İsyan Etmek, Haddi Aşmak, Başkalarının Hukukunu Çiğnemek, Serkeşlik Etmek
49. Gücü Yettiği Hâlde Haccı Terk Etmek
50. Müslüman’a Eziyet Etmek ve Ona Sövmek, Küfretmek
51. ÂLLAH (c.c.) Dostlarına Eziyet Etmek ve Onlara Düşman Olmak
52. Elbiseyi Kibir Maksatlı Giymek (Elbise ile Gösteriş Yapmak)
53. Gücü Dahilinde Görev Ve Sorumluluktan Kaçmak
54. ÂLLAH’tan Başkasının Adına Kurban Kesmek
55- İnsanlara Yol Gösteren Levhaların ve Hudut İşaretlerinin Yerini Değiştirmek ve Sökmek
56. Sahabe Efendilerimize Sövmek, Kötü Söz Söylemek
57. Ensardan Veya Muhacirden Herhangi Birine Sövmek, Kötü Söz Söylemek
58. Dalalete Çağırmak, Bid’atçılık, Hurafecilik, Kötü Bir Çığır Açmak
59. Dövme Yaptırmak
60. Herhangi Bir Kesici Aleti, Silahı Kardeşine Doğru Tutarak Korkutmak
61. Uğursuzluğa İnanmak
62. Cedelleşmek, Diyalektik, Kur’ân ve Dini Konularda Alay Etmek
63. Eşine, Hizmetçilerine, Zayıflara, Emri ve Sorumluluğu Altındakilere, Kölelere Haksızlık Edip Zulmetmek ve Eziyet Etmek
64. Tartıda ve Ölçüde Haksızlık Yapmak
65. ÂLLAH’ın Azabından (Mekr’inden) Emin Olmak
66. ÂLLAH’ın Rahmetinden Ümit Kesmek
67. İyiliğe Karşı Nankörlük Yapmak
68. Fazla Suyu Hapsedip Kimseye Vermemek
69. Hayvanın Yüzünü Dağlamak Eziyet Etmek
70. Kumar Oynamak
71. Harem (Mekke) Bölgesinde (ve diğer) Taşkınlık Yapmak
72. Özürsüz Cuma Namazını Terk Etmek, Bunda Israrcı Olmak
73. Müslümanları Gizlice İzlemek ve Mahremlerini Açığa Çıkarmak
74. KUR'ANIN Yasalarını Hafife Almak, Önemsememek, Uygulamamak, Karşı Gelmek.
Rasulullah (s.a.v) Efendimiz Şöyle Buyurdu :
Kime Şu Dört Şey Verilmişse, Ona Dört Şey Daha Verilmiş Demektir.
1-Kime Yüce Allah’ı c.c. anma nimeti verilmişse, Allah da onu anar. Çünkü Allah Kur’an’da; “Beni anın ki, ben de sizi anayım” (Bakara Sûresi / 152) buyuruyor.
2-Kime dua kapısı açılmışsa, kendisine icabet edilecektir. Çünkü Allah Kur’an’da; “Bana dua edin ki, size icabet edeyim” (Mü’min Sûresi / 60) buyuruyor.
3-Kime verilen nimetler şükretmek nasip edilmişse, fazlası da verilecek demektir. Çünkü Allah Kur’an’da; “Şükrederseniz size olan nimetimi artırırım” (İbrahim Sûresi / 7) buyuruyor.
4-Kime de istiğfar etme nimeti verilmişse, o bağışlanacak demektir. Çünkü Allah Kur’an’da; “Rabbinizden bağışlanma dileyin, Çünkü O çokça bağışlayandır” (Nuh Sûresi / 10) buyuruyor.
(Mucemus-Sağir 703)
🌹♥️ Allahümme Salli Ve Sellim Alâ Seyyidina Muhammedin Ve Alâ Âli Seyyidina Muhammed (s.a.v) ♥️🌹
Rabbimiz Cümlemize Sevgili Peygamberimizin Şefaatini Nail Eylesin İnşaÂllah
https://www.facebook.com/groups/1872491019729094/
DİNDEN ÇIKMA NASIL OLUR :
İrtidatı (dinden çıkmayı) şöyle tanımlayabiliriz : İslâm Dininin iki şehadetini; Allah’ın (c.c.) varlık ve birliğini, Hz. Peygamber’in (s.a.v) risaletini tasdik ve ikrardan; İslâmın hükümlerine daimi olarak bağlanmayı kabulden sonra söz veya davranışlarla İslâmı reddetmektir.[1]
Hz. Peygamberin (s.a.v) beyanına göre ise : ”İmandan sonra küfürdür.”[2] Sözlükte, bir şeyden bir başka şeye dönmek anlamına gelen irtidat, terimsel anlamda ise; kişinin İslâm dininden küfre dönmesidir. Bu dönüş ister niyetli olsun ister olmasın fark etmez.[3]
Yukarıda da beyan edildiği gibi İslâm bir bütündür. O’nun hükümlerinden (farzlarından) birini bile inkâr edenin irtidat ettiğine hükmolunur.[4] Kim ki Şeriat(İslam)ın apaçık hükümlerinden birini reddederse “La ilahe illallah” kelime-i tevhidini iptal etmiş olur.[5] Allah’a, peygamberlerine, meleklerine, küfreden bir kişi kesinlikle İslâm Dininden çıkmış sayılır.[6] Dine, imana, Kitaba, İslâm’ın yorumu olan mezheplere küfreden ve kaza-kadere iman etmeyen de Müslümanlıktan çıkar.
Abdullah b. Mesud da (Ö:34/654) “Kur’an Allah’ın kelamıdır. Kim, O’ndan bir şeyi/tek bir hükmü inkâr ederse Allah’ı inkâr etmiş olur.”[7] diyerek irtidata açıklık getirmiştir. Kuran’ın tek hükmünü inkâr eden de kâfir olur, mushafta bize tevatüren gelen bir harfini inkâr eden de kâfir olur. “Kim, Kur’an’ın bir harfini bile inkâr ederse, tamamını inkâr etmiş sayılır.” sözü de Abdullah b. Mesud’a aittir.[8]
Kendisi üzerinden son zamanlarda bazı ilahiyatçılar tarafından seküler bir kurgulama yapılan İmam Maturîdî de şeriatın tek hükmünü inkâr edenin tamamını inkâr etmiş olacağına kail olmuş ve tek ayeti reddedenin Allah’ı (c.c.) inkâr etmiş sayılacağını söylemiştir.[9] Müslümanlığını ciddiye alan ve İslâm’ı din olarak seçen birinin sübutu ve delaleti kesin bir 'dini hükmü' inkâr etmesi mümkün değildir. Şayet böyle bir yanlışa düşerse bu kişinim Müslümanlıkla bir bağı kalmaz.
Ayrıca bilinmeli ki İslâm dini asla mizah konusu olamaz. Kadim dönem ulemanın beyanına göre din ve dini hükümlerle alay eden biri mutlak kâfirdir. Hele de Kur'ana nazire yapmak ve ayetlerle eğlenmek apaçık küfürdür. Hukukun kaynağının vahiy olduğu bir toplumda dinin emirlerini korumakla görevli olan siyasi erk, bu tür sapıkları elbette cezalandırır. Özgürlük adına kimseye dine sövmek hakkı verilmez.
İrtidat(dinden çıkma), dinde aşırılık nedeniyle de zuhur edebilir. Bu aşırılık ya dinin özüne bir şeyler katmakla veya içerisinden bir şeyler çıkarmakla olur. Kısacası dini tahrif etmektir.[10] Böyle bir aşırılığa müptela olarak tevhîdî çizgiden ayrılıp Yahudileşen ve Hıristiyanlaşan insanlar gibi olmamak için, Hz. Muhammed (s.a.v), ümmetini şu önemli buyruğu ile uyarmıştır : “Ey İnsanlar! Sizi, dinde aşırı gitmekten sakındırırım. Sizden önceki ümmetler, dinlerindeki aşırılıkları nedeniyle helak oldular.”[11] Hatta Hz. Peygamber, Müslümanları etkiler endişesi ile kâfirlerle aynı yerde mesken tutmayı yasaklamıştır.[12]
Müslümanlar ayrı bir siyasi yapı; dar’u-l İslâm inşa etmeli ve kâfir velayetini kabul etmemelidirler. “İslâm’ın halkalarının teker teker koptuğu bir zamanda”[13] insanlar karanlık geceler gibi fitnelerle karşı karşıya geleceklerdir. Bu fitne günlerini Resulullah (s.a.v) şöyle tasvir etmiştir : “Kişinin bedeninin öldüğü gibi kalbi de ölecektir. Mü’min olarak sabahlayıp akşama kâfir olarak ulaşacaktır. Mü’min olarak akşamlayıp sabaha kâfir çıkacaktır. O günde insanlar dinlerini ve şahsiyetlerini az bir dünyalık karşılığında satacaklardır.”[14]
Toplu irtidat da diyebileceğimiz bu durumu Hz. Peygamber, Nasr Suresi nazil olduğunda sureyi okuduktan sonra şu açıklamayı yaparak izah etmiştir : “İnsanlar bölük bölük İslam’a girdiği gibi, öyle bir zaman gelecek ki bölük bölük de dinden çıkacaklardır.”[15] Yukarıdaki rivayetlerin tamamı dinden dönme dediğimiz irtidatın tabana yayılacağına işaret etmektedir. Özellikle siyasal anlamda Müslümanların ve İslâm’ın koruyucusunun olmadığı dönemlerde ideolojilerin ithal edilmesiyle beraber dinden dönmeler; politeist, ateist, nihilist, pozitivist, deist, seküler, Marksist, kapitalist ve egzistansiyalist vb. tercihlerle artmıştır. Hatta bu dönemlerde ideolojilerle İslâm sentez edilmiş ve kokteyl mü’minler(!) türetilmiştir.
Kimse bu zevata itikadi anlamda özgün olmadığını ve Müslüman olmadıklarını söyle(ye)memiştir. Söyleyememek kimsenin hayrına da olmamıştır. En azından bilmeden irtidat edenler(dinden çıkanlar) kazanılabilirdi. İrtidat daha da kitleselleşmeden, ulemanın etkin görev üstlenerek bu konuya el atması ve özellikle de gençleri bilgilendirmesi çok önemli bir vazifedir.[16]
Kimse söylemese de biz söyleyelim. Dinle irtibatı olmayan, tamamen veya kısmen reddeden kimselerin kâfir oldukları malumdur. Adlarının geleneğe göre Müslümanca olması bir şey değiştirmez. Zira Ebu Cehil’in adı da Ebu’l Hakem’di. Bu zevatın kendilerine geberdikten sonra Müslüman muamelesi yaptırmaları ilkesizliktir. İlkesiz kâfirler çağın münafıklarıdır. Vasiyet etmelerini ve ölümlerinden sonra cenaze namazlarının kılınmamalarını vasiyet etmelerini bekliyoruz. Bu vasiyeti yapmıyorlar. Yüce Dînimizi, mizah malzemesi yaparak kâfirliklerini tescillendirdiler. Öteki olduklarını ilan ettiler. Bize göre de her kâfir ötekidir ta ki iman edene kadar. Eğer böyle olmasaydı Kur’anı Kerimde “ Ey kâfirler… Ey münafıklar… Ey Ehli kitap…” ifade kalıpları olmazdı. Madem öteki olmayı dine sövmekle ilan ettiler o zaman yapılacak şey bunlara asla Müslüman muamelesi yapmamak; cenazelerini asla kılmamak; asla rahmet dilememektir.
Yüce Yaratıcımızın Akademik İspatını Duymayan Kalmasın!
“Bilimsel Olarak Yüce Yaratıcının Varlığı ya da Yokluğu İspatlanamaz” Diyenlerin Kulakları Çınlasın!
Lütfen bu çok önemli içeriğe sahip yazıyı, sosyal ve manevî sorumluluk gereği etrafınızdaki insanlara ulaştırma gayreti gösteriniz. Bu yazı manevî bir atom bombasıdır. Fakat bir farklılığı var ki, tahrip etmiyor, tamir ediyor. Lütfen gereken ilgiyi gösteriniz. Ve lütfen çok rica ediyoruz, (yarası olan gocunsun lütfen) böyle çalışmaları insanlara ulaştırmak için en ufak bir gayret göstermeyen, hatta paylaş butonuna bile basmayı esirgeyen kişiler, toplum ve insanların bozulduğundan şikayet edip, ne yapacağız diye derd yanmasın! Samimi ve ciddi değiller çünkü!
Çok önemli bir diğer konuyu da ifade etmek isteriz ki, bu yazı özellikle herkese hitap eden, herkesçe anlaşılabilir ve herkesin ihtiyacı olan bir içeriğe sahiptir. Bir yaratıcının varlığının sağlam bir mantık kurgusu ile ispatını öğrenmeye hepimiz muhtacız ve hatta böyle bir sorumluluğumuz var. Çünkü İslamiyet dininin, bir insandan ve özellikle bir Müslüman’dan her şeyden önce yerine getirmesini istediği ve bu yöndeki tüm gayretlerini en yüksek bir manevî ibadet saydığı faaliyet ve en büyük farz, Yüce Allah’ın Kur’ânı Keriminde tarif ettiği ve istediği şekilde şüphesiz bir kesinliğe sahip olan, sağlam bir bilgiye ve aklî delillere dayanan ve tüm detayları tereddütsüz bir kanaatle kalben kabul edilen bir imanı elde etmeye çalışmasıdır.
Yazı Takdimi :
“Bilimsel olarak yaratıcının varlığı ya da yokluğu ispatlanamaz” diyenlere hem bir reddiye olan, hem de bunun tam tersinin doğru olduğunu şimdiye kadar hiç olmadığı kadar kesinlikte ortaya koyan bu yazıdaki inceleme ve çıkarımlarla ve verilen kaynak yazı ve kitaplar ile açıklığa kavuşturulan ve sağlam bir mantık kurgusu ile ispatlanan meseleler aşağıda sıralanmıştır :
* İspatlamanın ne demek olduğu ve bir şeyin somut ve görsel bir gerçekliği yoksa bile, akli bir delili ve ispatının olabileceği.
* Yaratıcının varlığı düşüncesinin bilimselliğe uygunluğu.
* Yaratıcının varlığının, tüm detaylarıyla, mantık ve bilim zemininde, akademik olarak analizi ve sağlam bir mantık kurgusuyla, delilleriyle ispatı.
* Yaratılış Modelinin Bilim Yaklaşımı
Lütfen İçeriye Buyurun!
Öncelikli olarak bir kavram tespitine ihtiyaç olduğu ve ispatlamaktan neyi anladığımızın ve ispatlamanın ne demek olduğunun ortaya koyulması gerekiyor anlaşılan. Konuyu iki ana bölümde somut örneklerle birlikte inceleyeceğiz ve daha sonra kaynak yazı ve kitaplar vereceğiz. İşte buyurun lütfen :
Birinci Bölüm :
Bir Kavram Tespitine İhtiyaç Var. İspatlamaktan Neyi Anlıyoruz? İspatlamak Ne Demektir? Bir İddianın Kesin Bir Delile Sahip Olması Nedir?
Aklî delil ile somut gerçeklik arasındaki fark nedir? Öncelikle, bir şeyin somut ve görsel bir gerçekliği yoksa bile, akli bir delili ve ispatı pekâlâ olabilir.
“İspat“, bir iddiayı delil göstererek doğruluğunu apaçık meydana çıkarmak manasını ifade ediyor. Şimdi imana temas eden konularda elinizle tutup gözünüzle göreceğiniz, deneysel biçimde doğruluğunu teyit edeceğiniz tarzda deliller yok.
Fakat bu noktadan hareketle ve böyle diye, bu meselelerin akla uygunluğunun olmadığını veya kesinlik içeren mantıki delillerinin bulunmadığını söylemek ya da bilimsel nitelikte olmadıklarını ifade etmek, hakikate karşı çok büyük bir haksızlık ve hata bir hüküm olur.
Burada vereceğimiz misal, çok yaygın kullanılan bir misaldir. Fakat meselenin mahiyetini ve temel mantığını anlamakta oldukça yardımcı olmaktadır. O yüzden bu misalin üzerinde önemle durulması gerektiğini düşünüyoruz.
Şöyle düşünelim :
Bir ressamın, perde arkasından, bize sadece fırçası görünecek şekilde çalıştığını farz ettiğimiz durumda, o resmi bir ressamın yaptığını nereden anlarız?
Ressam Görüş Alanımızın Dışında Diye, Resmi Boya ve Fırçadan mı Bilmeliyiz?
Hâlbuki incelediğimizde görürüz ki, o boyaların ve fırçanın kendi kendine işleme ve sanat kabiliyeti bulunmuyor.
İşte bu durum bize, o sanat kabiliyetine sahip bir ressamı arattırır ve varlığını sanki görmüşüz gibi aklen kabul ettirir.
Size soralım :
Bu misalimize göre bir ressamın varlığının görsel ve maddesel bir delili, yani “deneysel anlamda bilimsel bir delili” olur mu? Elbette olmaz ve olamaz.
Çünkü deney ve gözlem sahanızın dışında bir etki edici var. Fakat böyle diye, o ortada görünen işi, gerçek etki sahibi olma özelliğini gösteremeyen ve o işi yapabilecek kabiliyet kendisinde bulunmayan nesnelere vermek, herhalde perde arkasında sanattan anlayan maharetli bir ressamın bulunduğuna hükmetmekten daha fazla bilimsel değildir.
Soruyoruz : Bilgisayarın Bir Mühendisin Eseri Olduğunu Söylemek Bilimselliğe Hangi Sebeple Aykırıdır?
Elde edilen bilimsel verilerin ifade ettikleri manaların açık yüreklilikle itiraf edilmesi, bilime ve insan aklına saygı sebebiyle gerekmez mi?
Ateizmde şöyle deniliyor : “Bilimsel Amaca Uygun Değildir Bir Yaratıcıyı Düşünmek. O İhtimali Düşünmek Bile Bilimselliğe Yakışmaz” deniliyor.
Peki neden? Şu önümüzdeki bilgisayarın, “görmediğimiz bir bilgisayar mühendisi” tarafından ya da “detay özelliklerini bilmediğimiz bir fabrika” tarafından üretildiğini düşünmek, bilimselliğe hangi nedenle aykırıdır? Bunu iddia edecek bir bilim adamı olmadığı halde ve “Bu bilgisayarın maddeleri bir araya gelmiş de, onu kendi kendine oluşturmuş” demek; bilimselliğe daha uygun olmadığı halde, bundan çok daha mükemmel, canlı, konuşan, gülen, üzülen canlıların veyahut da şu düzenli kâinatın akıllı bir bilinç yani şuur sahibi bir yaratıcı tarafından yapıldığını düşünmek, “bilimselliğe aykırı” ve böyle muhteşem bir tasarımın maddelerinin bir araya gelerek kendi kendini oluşturduğunu iddia etmek “bilimsel gerçek” öyle mi? Bu nasıl bir mantıktır ve bilime saygısı olan böyle bir şeye inanır mı? diye soruyoruz.
Bilime Bir Yaratıcı Yokmuş Gibi Peşin Hükümle Başlamak Nasıl Bir Tarafsızlık Oluyor?
Bilim felsefesi olarak lanse edilen : “Biz yaratıcı yokmuş gibi hareket ederiz, bilim tarafsızdır” sözleri inandırıcılıktan uzaktır. Tarafsızlık iddiasında bulunuluyor ama tarafsız davranılmıyor. Her zaman ve her durumda yaratıcı yokmuş gibi davranılıyor, baştan tüm kabuller yaratıcının yokluğu üzerine bina edilerek, her şey öyle anlatılıyor. “Çiçek yapıyor” deniliyor. “Tabiat yapıyor” deniliyor. Hatta “Tabiat yaratıyor” deniliyor. Bu nasıl bir tarafsızlıktır diye sormamız gerekmiyor mu? Kanaatimizce bu eleştirdiğimiz takdim tarzı, tarafsızlık da değil, gerçeğe taraftarlık da değil. Hatta bilim de değil kesinlikle. Tamamen kendi zihninde kurgulayıp inandığını bilim diye anlatmaktan başka hiç bir şey olmadığını düşünüyoruz.
Aslında çoğu insanı böyle bir hataya sevk eden düşünce, bu kâinatı yaratan ve idare eden ve maddiyat cinsinden olmayan bir yaratıcı düşüncesini daha baştan reddetmek ve zorlama da olsa, bu ihtimalin haricinde olan bir cevap aramaya kendini mecbur bilmektir. Daha baştan reddetmenin adına önyargı deniliyor biliyorsunuz. Aslında bilimsel düşünce tekniğine de tamamen aykırı bir şey bu. Fakat “bilimsel düşünce tekniği”adına kişisel tercih ve şartlanmaları dayatmak maksadıyla, bilimsel düşünceyi bile bu hata düşünceye alet etmek ve bu şartlanmayı bilimselliğin gereği gibi sunmak ve bir yaratıcıyı varsaymanın veya varlığı ihtimalini düşünmenin bile bilimsel düşünce, araştırma ve gözlem tekniğine aykırı olduğunu ifade ederek bu alanda kısıtlayıcı kurallar koymak, bilim adına utanılacak bir yaklaşımdır.
Böyle bir kuralı dayatmak, bilim yaptığını iddia eden hiç kimsenin haddi değildir ve olamaz. Yüce Yaratıcımızın varlığı ihtimali karşısında böyle bir kural olacak şey midir? Bunun adına nasıl “bilimsel düşünce tekniği” denilebilir? Bu tamamen bilim dışı bir düşünce tekniğidir. Bilimsel düşünceye asıl uygun olmayan tavır, yaratıcının olabilirliği ihtimaline karşılık, kesinlikle yokmuş gibi davranmak, bütün kural ve kaidelerini bu hatalı kabul üzerine bina etmek, kâinatın bütün işleyişini yaratıcı yokmuş gibi anlatmak ve öyle yorumlamak, bir yaratıcının varlığı fikrinden bile rahatsız olmaktır. Evet, bu rahatsızlığı bir takım ateizm taraftarı kişiler, bizzat dile getiriyorlar ve bir yaratıcının olabilirliğini düşünmeyi bile bilime ve bilimsel düşünceye uygun görmediklerini söylüyorlar.
Fakat Yaratıcının Varlığı Düşüncesi Bilimselliğe Neden Uygun Olmasın?
Tam tersine çok da uygun olabilir. Yine aynı örnek üzerinden gidecek olursak, bu önümüzdeki bilgisayarın kendi kendine oluştuğu düşüncesi mi, yoksa onun bir mühendis ve bir fabrika tarafından yapılmış olabileceği ihtimali üzerinden bir araştırmaya girmek mi?
Hangisi daha mantıklıdır ve hangisi bilimsel düşünce tekniğine daha uygun görülebilir?
Söz konusu bilgisayar hakkında daha baştan ve hiçbir fikrimiz yokken bile ikinci fikir çok daha sağlıklı bir yaklaşım değil midir?
İşte şu görünen eşyayı, o eşyanın icad ve idare kanunlarından ibaret olan tabiat ile açıklamaya çalışmak; tasarımcı mühendisini ve üretici fabrikasını hesaba katmadan, bir bilgisayarın yapılış, kuruluş ve çalışmasını sadece işletim sistemi programı ile izah etme gayretinden farksızdır ve anlamsız bir çabadır. Kanaatimizce böyle bir yaklaşım hikâye anlatmaktır, asılsız bir bilim kurgudur, safsataya gerçek demektir, bilimsellik değildir.
Eşyanın oluşumunu bir yaratıcı ile izah etmenin, bilimsel düşünceye daha uygun ve akla yatkın, çok daha makul ve kabul edilebilir bir yol olduğu ve bilimsel olarak kabul edilecek bir model varsa, bu modelin buna çok daha lâyık olduğunu açıkca tespit etmemiz gerekiyor.
Eşyanın üzerindeki sanat, gözle görülmeyen, ancak akıl ve kalple anlaşılabilen ve takdir edilebilen manevî, soyut bir gerçekliktir.
Her ne kadar maddî ve görünen bir delilimiz mevcut değilse de, maddî gözümüzle gördüğümüz sanat eserinin varlığı, ressamın varlığına yeterince güçlü ve kesin bir delil niteliğindedir ve bu gözle görülen işin, yani sanat eserinin varlığının, ressamın varlığının doğruluğu için “bilimsel nitelikte delil” olarak görülmesi ve ressamın varlığının delillendirilmesi yolunda kullanılması, gayet kabul edilebilir ve akıl gözüyle doğruluğu görülebilir mantıkî ispatlar özelliğindedir.
İşte bir yaratıcının varlığı hakkında, “eserden eser sahibinin varlığına intikal etmek” temelinde şekillenen aklî deliller de aynen bu özelliktedirler. Hem gayet güçlüdürler, hem akıl ve mantık uyumlulukları muhakkaktır; hem de kesinlik derecesinde ispat etme niteliğine sahiptirler. Bizim söylediğimiz ve iddia ettiğimiz budur.
Dinin hakikatleri, teorik (nazarî) ve aklî delilleri olan ve delillerin birbirlerine kuvvet vermeleriyle zıtlarının imkânına ihtimal bırakmayan sağlamlılıkları sayesinde, mutlak gerçekliklerine hüküm edilebilecek nitelik arz eden, temel olarak nazarî (teorik) fakat netice itibariyle kesin hakikatlerdir.
Bir yaratıcının varlığının gerçekliğine yönelik tümevarıma dayalı mantıkî çıkarımların, bilimsel düşünceye ve bilimsel delillendirmeye uygunluğu ve yatkınlığı, bizce şüphesizdir.
İkinci Bölüm :
Şimdi bir parça uzun fakat keyifli bir metni daha okumayı göze alabilirseniz meseleyi başka bir açıdan da somutlaştıralım iyice.
Bize hayat imkânı verecek düzendeki bir kâinatın tesadüfen oluşması ihtimali ise, ünlü İngiliz matematikçi Roger Penrose tarafından hesaplanmıştır. Penrose, tüm fiziksel değişkenleri hesaba katarak, bunların kaç farklı biçimde dizilebileceğini dikkate alarak ve içinde canlıların yaşayabileceği bir ortamın oluşmasının, Big Bang’in (kâinatın yaratılmasındaki büyük patlama teorisi) diğer muhtemel sonuçları içinde kaçta kaç ihtimale sahip olduğunu tespit ederek bulduğu ihtimal şudur :
10 üzeri 10 üzeri 123’te bir ihtimal! Bu sayının ne anlama geldiğini düşünmek bile zordur. Örneğin 10 üzeri 3, 1000 sayısını ifade eder. 10 üzeri 10 üzeri 3 ise, yani 1 rakamının yanına 1000 tane sıfır.
Ama burada 1 rakamının yanına, 10 üzeri 123 tane sıfır gelmektedir ki, bunun matematikte bile bir adı ya da tanımı yoktur. 10 üzeri 123, evrendeki tüm atomların sayısının toplamından, yani 10 üzeri 78’den bile büyük bir sayıdır.
Ama Penrose’un bulduğu sayı, bunun çok daha üstündedir.
Acaba Roger Penrose hesapladığı bu sayı hakkında ne düşünmüştür? Penrose, akıl sınırlarını çok aşan bu sayı hakkında şu yorumu yapar : “Bu sayı, yani 10 üzeri 10 üzeri 123’te bir ihtimal, Yaratıcı’nın amacının ne kadar keskin ve belirgin olduğunu bize göstermektedir. Bu gerçekten olağanüstü bir sayıdır. Bir kimse bunu doğal sayılar şeklinde bile yazmayı başaramaz, çünkü 1 rakamının yanına o kadar sıfır koyması gerekecektir ki, eğer evrendeki tüm protonların ve tüm nötronların üzerine birer tane sıfır yazsa bile, yine de bu sayıyı yazmaktan çok çok geride kalacaktır.” (Michael Denton/Nature’s Destiny/The New York : The Free Press, 1998/s. 9)
Açıkça ortaya koyulduğu gibi, kâinatın tesadüfen oluşma ihtimali yoktur.
Montreal Üniversitesi Psikiyatristi Karl Stern, bu gerçeği görmezden gelmeye çalışanlar hakkında şöyle bir değerlendirme yapmaktadır :
“Evrenin şu anki yapısının tümüyle bir tesadüf eseri olabileceği düşüncesi, tamamıyla delice bir düşüncedir. Delilik kavramını argovari bir hakaret niyetiyle değil, tamamen psikolojideki teknik anlamıyla kullanıyorum. Gerçekte bu tür bir düşünce ile şizofrenik düşünce tarzı arasında büyük benzerlikler vardır.” (Jeremy Rifkin/Algeny/Newyork : The Viking Press/1983, s.114)
(Şizofrenik düşünce içeriği bozukluğunda, gerçeklikle ilgisiz tuhaf fikirler ve çıkarımlar bulunur).
Evrim ve tabiat alternatifi üzerinde diretmek, Shakespeare’in eserlerinin, Shakespeare tarafından değil de bir milyar daktilonun başına oturmuş, bir milyar maymunun, bir milyar yıl boyunca süren yazma işleminin sonucunda yazıldığında ısrar etmeye benzer.
Bunun için ihtimal hesabı yapılmaya kalkışılacak olursa sıfıra çok yakın, ama sıfır olmayan bir ihtimal bulunabilir. Ama diğer taraftan herkes Shakespeare’in herhangi bir eserinin maymunlar tarafından pratikte, gerçek hayatta asla yazılamayacağını da bilir.
İşte bu meselemizin temel noktasıdır, matematik olarak bir ihtimal var ama pratikte yok, yani meselemizin somut bedahette (aşikâr kesinlikte) olmasa da teorik anlamda yüzde yüz kesinliğinden bahsedilebilir. Mesele bunun fark edilmesindedir.
“Evet, çok küçük bir ihtimal ama yine de mümkün!” diyenlere diyoruz : “Hayır, asla mümkün değil! Buna mümkün denmez.” Evet matematik olarak bir ihtimal var, sıfır değil o ihtimal. Fakat bu derecede küçük ihtimaller pratikte “sıfır” kabul edilebilir. Çünkü mevcut hayat şartları içerisinde öyle bir şey vücuda gelme şansı bulamayacak.
Mevcut durumda yaşamı tesadüfen oluşturmak için, başka bir kâinata gitmek gerekiyor. Çünkü bu dünyada yaptığımız ihtimal hesapları, bu kâinatın çok dışına taşıyor. Bir protein tesadüfen meydana gelemiyor. Bu kâinatın sahip olduğu madde parçacığı ve bütün ömründe geçen saniye sayısı, o denemeleri başarılı bir şekilde gerçekleştirmeye ve o proteini oluşturmaya yetmiyor. Nitekim söz konusu ihtimal hesaplarıyla hayatın tesadüfen, haricî bir müdahale olmadan oluşabilmesi için çok sayıda evrene ihtiyaç olduğunu görülmesi ile, her birinde o denemelerin yapılıyor olduğu kabul edilen ve güncel bir popüler bilim konusu olan “çoklu evrenler” düşüncesi, kâinatın yaratılışını inkâr etmeye çalışan düşüncenin farklı bir versiyonudur.
Bu ateist tezdeki temel maksat, yaşamı barındıran bir kâinat meydana getirmek için muhtemel denemelerin sayısını ve zamanın miktarını artırmak ve dolayısıyla evrenin sözde ihtimaller dâhilinde oluşabilme olasılığını yükseltmektir ve şu cümleyi söyleyebilmektir : “Sonsuz sayıda çoklu evren var. Öyle olunca da, birinde olmasa diğerinde hayat mutlaka meydana gelmiştir.” Nobel ödüllü fizikçi Steven Weinberg, ateizme taraftar Richard Dawkins ile yaptığı röportajda “çoklu evrenler teorisindeki evrenlerin sayısı insan hayatının oluşabilmesi için, çok sayıda olması gerekir. Minimum 10 üzeri 56 olmak zorundadır.
Eğer dalgalanma hakkında bilgiye sahip olduğunu düşünüyorsan minimum 10 üzeri 120 demelisin. Aslında bu biraz kafa karıştırıcı.” ifadelerine yer vermiştir. Weinberg’in sözleri çok dikkat çekici.
Fakat bu verilerden bir sonuç çıkarabilmek neden kafa karıştırıcı olsun ki? Aslında hiç de öyle değil. Yaratıcı yerine, kâinatımızdan başka 10 üzeri 120 tane başka kâinatın var olduğunu kabul etmek ne demektir? Kâinattaki toplam sayısını ifade eden 10 üzeri 78 tane atomun her birinin üzerine 1 trilyon yani 10 üzeri 12 tane sıfır koysak, 10 üzeri 78*10 üzeri 12=10 üzeri 90 ediyor. Yani 10 üzeri 120’den yine inanılmaz derecede küçük bir sayı. Yani bunu kabul etmekle, her bir atomun üzerine 1 trilyon sıfır koymaktan çok daha büyük sayıda kâinatın varlığını delilsiz kabul etmeniz gerekiyor! Eğer kendinizi bir yaratıcıyı kabul etmemeye mecbur bilirseniz ve buna şartlanırsanız, böyle çıkmaz sokaklarda tıkanıp kalıyorsunuz.
Hâlbuki tabiatta görünen sabit kanunları ve hassas ayarı açıklamak için sadece iki şık var. Ya Richard Dawkins ve ateistlerin, “var olduğu düşüncesi”nden bile rahatsız oldukları ve hoşlanmadıkları Yüce Yaratıcının varlığı kabul edilecek. Veyahut varlığına dair bir emare ve delil bile olmayan, olsa bile “kafa karıştırıcı” ve 10 üzeri 120 adet çoklu evren olduğu kabul edilecek. Allah aşkına böyle bir tercihi yapmanın neresi zor?
Zorluk, sadece gerçek olması istenmeyen ihtimalin, yani bir yaratıcının varlığının gayet akılcı olmasında mı? Bilimsel düşünceye daha uygun olmasında ve daha elverişli görünmesinde mi? Yoksa zaruret derecesinde bir gerekliliğe sahip olmasında mı?
Yoksa zorluk, arzu edilen ihtimalin ise, yani tesadüfe bağlı oluşumun ise imkânsızlık derecesinde düşük olması ve söz konusu düşünceye hararetle taraftar olanların bile, böyle bir rastgelelik ihtimalinin gerçekleşmiş olabileceğini kabul etmek konusunda, kendi akıllarının bile rahatça onay verememesinde midir zorluk acaba?
Netice olarak, böylesine ümitsiz çarelere güya bilim adına başvuran ateist düşünce taraftarı bilim adamlarının bu hurafeye inanmaktaki ısrarlarının, bir tek yaratıcının varlığı düşüncesini güçlendirdiğini rahatlıkla söyleyebiliriz bu noktada.
Evet, böyle kurgusal bir yaklaşımla hayatın kökenini açıklamaya çalışmak, bilimsel nitelikte görülmemelidir. Çünkü görünen kâinatın verilerine ve şartlarına göre çıkarımların yapılması ve bu çıkarımların adına bilim denilmesi bir temel esastır.
Bir yaratıcının varlığı hakkında, “eserden eser sahibinin varlığına intikal etmek” temelinde şekillenen aklî deliller bu temel esasla uyumludur ve bilimsel nitelikte görülmelidir. Bu kanaatimizi birinci bölümde detaylandırdık ve gerekçeleriyle ortaya koyduk.
Bir yaratıcıyı kabul edenlerin düşüncelerinin bilim adına çok acımasızca eleştirilmesi ve bilim dışı görülmesi karşısında; sırf bir yaratıcıyı kabul etmemekteki ısrar neticesinde mecburiyetle başvurulan böyle imkânsız senaryolar ve tamamen kurgusal yaklaşımlar, bir yaratıcıyı kabul edenlere de bu yaklaşımları bilim dışı olarak görme hakkını verecektir diye düşünüyoruz.
Ayrıca sürekli yenilenen bir kâinatta böyle bir ihtimal dahi mümkün değildir. Bu hesaplar, sanki bir sabit şekil baz alınarak yapılmış. Fakat kâinat sürekli yenileniyor, o zaman işin rengi de çok değişiyor. Çünkü sayısız yerde ve sayıda bulunan imkânsız ihtimallerin sürekli olarak gerçekleşmeye devam etmesi söz konusu olacaktır ve böyle bir şeyin gerçekleşme ihtimalinin ise doğrudan ve hesapsız olarak reddedilmesi gerektiği açıktır.
Yüce Allah'ın Varlığının Ve Birliğinin Delilleri Nelerdir? Yüce Allah'ın Varlığını Nasıl İspatlarız / Kanıtlarız?
Varın ispatı, yokun ispatından her zaman daha kolaydır. Bir elma cinsinin yeryüzünde bulunduğunu, bir tek elmayı göstermekle ispat edebiliriz. Halbuki yokluğunu iddia eden kimse bütün yeryüzünü, hatta kâinatı dolaşıp, ancak ondan sonra onun yokluğunu ispat edebilir. Bu ise, imkansızlık çapında bir zorluk demektir. Öyleyse diyebiliriz ki; yok, hiçbir zaman ispat edilemez...
Bir sarayın kapılarından 999'u açık, biri kapalı olsa, kimse o saraya girilemeyeceğini iddia edemez. İşte inkarcı, devamlı surette kapalı olan o bir tek kapıyı nazara verip onu göstermek ister. Aslında o kapı da, o inkarcı ve onun gibi olanların gözlerine çekilmiş perde sebebiyle onların ruh dünyalarına kapalıdır. Mümin için kapalı kapı yoktur. Yeter ki gözlerini yummasın!... Zaten 999'u herkese açıktır. Hem de ardına kadar...
İşte o kapı ve delillerden birkaçı :
İmkân Delili : İmkân, bir şeyin olması ile olmamasının eşit ihtimale sahip olması demektir.Günlük konuşmalarımızda da "mümkün" derken olabilir de olmayabilir de manasını kast ederiz. Yaratılmış olan her varlık bize şu gerçeği haykırır: Benim olmamla olmamam eşit idi. Şu an ben varsam, var olmamı yoklukta kalmama tercih eden biri var demektir. O ise ancak Allah'tır.
Hudus Delili : Hudus, sonradan olma demektir. Hudusun en büyük delili değişmedir. Bir varlıkta değişme varsa, bu hareketin bir ilk noktası olacaktır. İşte o noktadan önce o şey varlık sahasına çıkmamıştı. Henüz yoklukta iken var olmayı kendi kendine irade edemeyeceğine ve buna güç yetiremeyeceğine göre, bu var oluş Allah’ın yaratmasıyla gerçekleşmiş demektir. Maddenin termodinamik kanununa göre sürekli yokluğa doğru kayması, kâinatın durmadan genişlemesi, güneşin süratle tükenişe doğru yol alması gibi hadiseler, bu varlık aleminin bir başlangıcı olduğunu gösteriyor.
San'at Delili : Atomdan insana, hücreden galaksilere kadar bütün kâinatta, ince ve baş döndürücü bir sanat göze çarpmaktadır. Evet, bir baştan bir başa kâinattaki her eser şu özelliklere sahiptir:
• Büyük sanat değeri taşır.
• Çok kıymetlidir.
• Çok kısa zamanda ve çok kolay yapılmaktadır.
• Çok sayıda olmaktadır.
• Karışık ve çeşit çeşittir.
• Devamlıdır.
Halbuki, kısa zamanda, çok sayıda, kolay ve karışık yapılan işlerde san'at ve kıymet olmaması gerekir. Ancak yapan Allah (c.c.) olursa, o zaman her şey değişir ve zıtlar bir araya gelebilir!..
Devir ve Teselsülün Muhal olması Delili : Devrin muhal olduğu şu misalle açıklanıyor. Bir yumurtayı tavuğun yaptığını iddia eden adama soruyorsunuz. Tavuğu kim yaptı? Buna karşılık onun çıktığı yumurtayı gösteriyor. Buna göre tavuğu aradan çıkardığımızda yumurta yumurtayı yapmış oluyor. Bu ise muhaldir. Teselsül ise, bir şeyin silsile hâlinde ta ilk noktasına kadar gidip o ilk varlığı kimin yaptığını sormak suretiyle Allah’ın varlığını ispat metodudur. Yani bu meyveyi şu ağaç yaptı, o bir önceki meyveden oldu, o da bir önceki ağaçtan. Böylece ilk ağaca yahut ilk meyveye kadar varıyor ve soruyoruz: Bunu kim yarattı?
Kur'an yolu devir ve teselsülden çok farklıdır. "Yumurtayı kim yaptı?" yahut "Meyveyi kim yaptı?"sorusunun cevabı, doğrudan doğruya, “Allah yarattı.” diye cevap verilir.
İlim, irade, şefkat, merhamet kavramlarından bir nasibi olmayan, insanı tanımayan, hikmetten, sanattan anlamayan bu sebeplerin (tavuğun ve ağacın) sonucun yaratılmasında hiçbir tesirleri olmadığı ispat edilir. Böylece devir yahut teselsül deliline gerek duyulmaz.
Hikmet ve Gaye Delili : Her varlıkta kendisine mahsus bir gaye, bir maksat, bir fayda takip edildiği göze çarpmakta ve hiçbir şeyde gayesizlik, manasızlık ve israf sayılacak herhangi bir durum müşahede edilmemektedir. Hâlbuki, ne madde aleminde ne bitki ve hayvanat dünyasında ne de eşya ve hadiselerde şuur ve idrak mevcut değildir ki, bu gayeler silsilesi takip edilebilsin. Öyle ise, kâinattaki bu şuurlu işleyişi ve bu hikmet ve gayeleri ancak Allah'a isnat etmekle makul bir yol tutmuş olabiliriz.
Yardımlaşma Delili : Yağmurun toprağın imdadına, güneşin gözlerin yardımına koşmalarından, ta havanın kanı temizlemesine kadar, bu alem bir yardımlaşma hareketiyle âdeta dolup taşmaktadır. Bu yardımlaşmayı yapan taraflar birbirlerini tanımamakta, bilmemektedirler. Öyle ise bu merhametli icraatı sebeplere vermek mümkün değildir.
Temizlik Delili : Kâinattaki nezafet ve temizlik, başlı başına bir delil olarak, bize Kuddüs ismiyle müsemma bir Zat'ı (c.c.) anlatmaktadır. Toprağı temizleyen bakteriler, böcekler, karıncalar ve nice yırtıcı kuşlar; rüzgâr, yağmur ve kar; denizlerde buzullar ve balıklar; gezegenimizde atmosfer, uzayda kara delikler; bünyemizde kanımızı temizleyen oksijen ve ruhumuzu sıkıntılardan kurtaran manevi esintiler, hep Kuddüsisminden haber vermekte ve o ismin verasındaki Zat-ı Mukaddes'i göstermektedir.
Simalar Delili : Herhangi bir insanın siması, en ince teferruatına kadar kendisinden evvel geçmiş milyarlarca insandan hiçbirisine birebir benzememektedir. Bu kaide, kendisinden sonra gelecekler için de aynen geçerlidir. Bir cihette birbirinin aynı, diğer cihette birbirinden ayrı milyarlarca resmi küçücük bir alanda çizip, sonra da kendileri gibi olması mümkün, milyarlarca resimden ayırmak ve her şeyi sonsuz ihtimal yolları içinde bir yola ve bir şekle sokmak, elbette ve elbette yarattığı her varlığı, hem de hiç kapalı bir yanı kalmamak üzere bilen ve o varlığa istediği şekli vermeye gücü ve ilmi yeten Cenab-ı Hakk'ı en sağır kulaklara dahi duyuracak kuvvette bir ilandır.
Fıtrat ve Vicdan Delili : Allah'ı tanımanın sayılamayacak kadar çok delil ve işaretleri insanın yaratılışında, fıtratında mevcuttur. Bunlardan birkaç örnek: İnsan fıtratı ve vicdanı her nimetin mutlaka şükür istediğini bilir. Bir peygambere kavuşmuş ve hidayete ermişse şükrünü Allah'a yapar. Aksi hâlde batıl mâbutlara tapar. Bu tapma insan vicdanın insanı zorlamasıyla gerçekleşir.
Güzelliği takdir hissi de insan fıtratında mevcuttur. Sergiler, fuarlar bu his ile gerçekleşir. İnsan bu yaratılışının gereği olarak, şu sema yüzünde sergilenen yıldızları, zemin yüzünde boy gösteren çiçekleri, ağaçları, ormanları dolduran ceylanları, aslanları, denizlerde kaynaşan balıkları seyretmek ve onlardaki İlâhî sanatın mükemmelliğini takdir etmek durumundadır.
Tarih Delili : Dinler tarihi şahittir ki, insanlık hiçbir devrini dinsiz geçirmemiştir. Batıl, hatta gülünç dahi olsa, hemen her devirde bir dine inanmış ve bir manevi sistemi takip etmiştir. İnsan fıtratına inanma duygusunu Allah koymuştur ve insan O’na (Allah’a) inanmakla mükelleftir.
Kur'anı Kerim Delili : Kur'an-ı Kerim'in Kelamullah olduğunu ispat eden bütün deliller, aynı zamanda Cenab-ı Hakk'ın varlığını da ispat eder durumdadır. Kur'an'ın Allah kelamı olduğuna dair yüzlerce delil vardır. Bunlar, Kur’an ile alakalı İslam kaynaklarında en ince teferruatına kadar mevcuttur. Bütün bu deliller, kendilerine mahsus dilleriyle "Allah vardır." derler.
Peygamberler Delili : Peygamberlerin ve bilhassa Peygamberler Efendisi İki Cihan Serveri'nin (a.s.m) peygamberliğini ispat eden bütün deliller de yine Cenab-ı Hakk'ı anlatan delillere dahil edilmelidir. Zira peygamberlerin varlıklarının gayesi, tevhid; yani Yüce Allah'ın varlık ve birliğini ilan etmektir.
https://www.facebook.com/mustafakilinc123/
KUR'ANI KERİM İÇİN LÜTFEN TIKLAYINIZ
https://www.facebook.com/groups/1872491019729094/