MÜSLÜMANLARA KARŞI BOYKOT UYGULANMASI
Bi'setin [efendimizin (sav) peygamberliğini ilanı] 7. senesi idi.. (Milâdi: 617).
Bu tarihe kadar İslâm’ın inkişâfına mani olmak gayesiyle müşrikler tarafından girişilen her teşebbüs akîm kalmıştı.
Üstelik İslâmiyet, daha da hızlı inkişâf kaydediyordu. Müslümanların sayısı günden güne her türlü şiddet ve mukavemete rağmen artıyor ve İslâm’ın nuru Mekke dışındaki kabileleri de kucaklamaya başlıyordu.
Hazret-i Ömer ve Hazret-i Hamza gibi iki kahraman İslâm safına katılmış bulunuyordu. Hazret-i Ömer, önceki halin tam tersine İslâm davasını bütün güç ve gayretiyle benimsemiş, âdeta İslâm’ın sağ kolu olmuştu.
Bu durum, Müslümanlara cesaret ve moral verirken, müşrikleri ise fazlasıyla sarsmış ve onları derinden derine düşündürmüştü.
Bütün bunlar, Kureyş müşriklerini son derece tedirgin edip endişeye sevk ediyor ve yeni kararlar almaya, yeni plânlar tertiplemeye zorluyordu.
Müşrikler, işkence yapmakla, şiddet göstermekle kimseyi dininden çeviremeyecek, İslâm’ın ilerleyip yayılmasına engel olamayacaklarını anlamışlardı.
Nasıl ki, akıl almaz işkence ve zulümlere rağmen tek bir Müslüman dahi dininden dönmemişti.
Şu halde, bütün bunların dışında başka bir siyaset takip etmeleri gerekiyor ve bu yolda karar almaları lazım geliyordu.
Öyle yaptılar.
Vakit geçirmeden bir araya geldiler. Uzun uzadıya düşünüp taşındıktan ve aralarında müşavere ettikten sonra, gerek Müslüman ve gerekse gayri müslim olsun, Haşimoğullarından tamamıyla münasebetlerini kesmeye karar verdiler.
İttifakla aldıkları bu kararın maddelerini de bir sahife üzerinde şöyle tesbit ettiler:
1) Haşim ve Muttaliboğulları ailelerinden kız alınmayacak.
2) Haşim ve Muttaliboğulları ailelerine kız verilmeyecek.
3) Haşim ve Muttaliboğullarına hiçbir şey satılmayacak.
4) Haşim ve Muttaliboğullarından hiçbir şey satın alınmayacak.
Bu antlaşmaya akıllarınca kudsi bir mahiyet vermek için de yazılı sahifeyi Kâbe duvarına astılar. Ayrıca, bu anlaşmaya aykırı davranmayacaklarına dair and içtiler.
Bu boykot, Hâşim ve Muttaliboğullarının vücudunu ortadan kaldırmaya ve köklerini kazımaya müteveccihti. Bu durum karşısında Haşim ve Muttaliboğulları aileleri artık dağınık bir şekilde ayrı ayrı semtlerde oturamazlardı.
Ebu Leheb hariç, Mekke'nin kuzey tarafında bulunan Şi'b-i Ebu Talib (Ebu Talib Mahallesi) denilen yere topluca taşındılar.3
Artık bu mahalle sakinleriyle bütün münasebetler kesilmişti. Kazara oraya gidenler olsa ağır bir şekilde azarlanıyorlardı. Müşrikler, boykota uğrayanların toplandıkları mahalleye yiyecek içecek nâmına bir şey sokmuyorlardı. Sadece, hac mevsiminde dışarı çıkıp alışverişte bulunmalarına sözde müsâade ediyorlardı.
Sözde diyoruz, çünkü o zaman da, çarşı pazarda, köşe başlarında durarak onlara bir şey aldırmamak için ellerinden gelen her türlü engellemeyi yapıyorlardı. Hatta zaman zaman satıcıları, onlara mal satmamak için tehdit bile ediyorlardı. Bazen de, bin bir türlü dalavere ve hileye başvurarak satıcıların ellerinden mallarını alıp, boykota uğrayanlara bir şey bırakmamaya çalışıyorlardı.
Ebû Leheb, Haşimoğullarından olmasına rağmen, öz kardeşlerinin, hısım ve akrabalarının açlıktan ölmesini istiyor ve bu hususta elinden gelen her türlü gayreti gösteriyordu.
Mekke'ye yiyecek maddeleri getiren kervanları şehrin dışında karşılıyor ve
"Ey tacirler! Haşimoğullarına bir şey satmayın! Fiyatları yüksek söyleyin ki almaya güçleri yetmesin. Benim, servet sahibi olduğumu bilirsiniz. Söz verdiğim zaman da mutlaka sözümü yerine getiririm. Yiyecek, giyecek mallarınızın kıymetini bir kat arttırın. Üst tarafını ben öderim!"
diyor ve Müslümanların, açlıktan feryad eden çocuklarının yanına boş dönmelerine sebep oluyordu.
Çocukların açlıktan gelen acıklı ve yürek parçalayıcı feryatlarına müşrikler kulaklarıyla birlikte gönüllerini de tıkamışlardı.
Taşları parçalayacak raddeye varan bu feryatlardan âdeta emsalsiz bir zevk alıyorlardı. İmansızlığın, inkâr ve küfrün insanı hemcinsine karşı dahi olsa ne kadar merhametsiz ve gaddar bir duruma getirdiğinin bu hâdise ibretli bir misalidir.
Boykota uğrayanlar dışardan fazla bir şey alamadıklarından, haliyle şiddetli bir açlık ve kıtlıkla karşı karşıya kaldılar.
Öyle ki bazıları, yiyecek bir şey bulamadıklarından ağaç yaprakları, hatta orada burada ele geçirdikleri kuru deri parçalarını ateşe tutup yemeye başladılar.
Bununla birlikte, Müslümanların bu hâline acımayanlar da yok değildi. Bir gün Hz. Hâtice'nin kardeşi oğlu Hakim bin Hizam, bir deve yükü un göndererek onu Şi'b'deki sıkıntıdan kurtarmaya çalışmıştı.
Yine bir gün, kölesinin sırtına buğday yükletip halası Hz. Hâtice'ye götürüyordu. Yolda Ebû Cehil'e tesadüf etti. Ebû Cehil, ona,
"Sen, Haşimoğullarına yiyecek götürüyorsun öyle mi? Vallahi, gidemezsin. Gitmeye kalkarsan, bu hareketini Mekke'de açıklayıp seni rezil ederim." dedi.
O sırada Ebü'l Bahteri yanlarına çıkageldi ve Ebu Cehil'i muâheze ederek,
"Sana ne oluyor? Halasına bir miktar buğday götürmek isteyen bir insana mani olmak doğru değildir." diye konuştu.
Ancak, Ebû Cehil inad ve ısrarından vazgeçmiyordu. Bunun üzerine Ebü'l Bahteri ile birbirlerine girdiler. Ebü'l Bahteri, eline geçirdiği bir deve çenesi kemiği ile vurup onun başını yardı ve üzerine çullanıp yumruklamaya başladı.
Yine bu meyanda akrabalık gayretiyle Haşimoğulları ve Müslümanlara yardımını esirgemeyenlerden biri de Hişam bin Amr bin Hâris idi. Bir kaç kere müşriklerden habersiz Şi'b'de bulunanlara develerle yiyecek götürmüştü.
Boykota uğrayanların ihtiyaçlarını gidermek için başta Peygamber Efendimiz olmak üzere Ebu Talib ve Hz. Hatice varlıklarını harcadılar. Fakat yine de onları açlık ve kıtlıktan kurtaramadılar.
Şi'b'de korkunç bir açlık hüküm sürmeye başlamıştı.
Bütün bunlar niçin yapılıyordu?
Tek bir şey için: Peygamberimiz (s.a.v.) Hazret-i Muhammed'i (a.s.m.) teslim almak.
Müşrikler, bu tarz bir tatbikat ile maksatlarına erişeceklerini zannediyorlardı. Ne var ki, hâdise tamamen arzularının aksine tecelli etti. Öyle ki Müslümanlar ve Haşimoğulları bu abluka devresinde Efendimizi korumaya ve muhtemel tehlikelere karşı muhafazaya son derece dikkat gösteriyorlardı. Hatta Ebû Talib, herhangi bir su-i kasda ma'ruz kalabilir ihtimaline binaen geceleri Peygamberimiz (s.a.v.)i yanına alıyor veya adamlarıyla bekletiyordu.
Bi'setin yedince senesi Muharrem ayı başında başlatılan bu boykot tam üç sene sürdü. Bu zaman zarfında müşriklerin Müslümanlara çektirdikleri sıkıntı, açlık ve kıtlık da İslâm’ın gelişmesine engel olamadı. Resûl-i Ekrem Efendimiz, bütün bu sıkıntılı ve ağır şartlar altında, yine tebliğ vazifesini hakkıyla ifâ ediyor, akrabalarına, Hâşimoğullarına iman ve İslâm’ı anlatmaktan bir an dahi geri durmuyordu.
******
İnsanlık tarihi daha doğrusu peygamberler (İslâm) tarihi sürekli bu ve benzeri saldırılara maruz kalmış, lâkin saldırganlık yapanlar kahrolup gitmiş, yüce din İslâm yine pür-ü pak devam edegelmiştir..