29 Aralık 2021 Çarşamba

Allah Rasulü (s.a.v.)’in Selam Gönderdiği Paşa Kimdi? Allah Rasulü’nü (s.a.v.) en iyi tanıyan sahabinin ve onların arkasından gelen ilim ve irfan sahiplerinin O’na çok engin bir saygı ve sevgi gösterdiklerini ve Efendimize salâvat getirmeyi bir vazife olarak kabul ettiklerini görüyoruz.


Peygamber Efendimiz bizim baş tacımız. O’na çok şey borçluyuz. Bu borçluluğun bir ifadesi olarak Efendimizi her zaman hayırla yâd etmek ve “Allâhümme salli alâ seyyidinâ Muhammed’in ve alâ âli seyyidinâ Muhammed” diyerek O’na salât-ü selam getirmek her Müslüman için ihmal edilmemesi gerekli olan mühim bir vazife.
Salât-ü selâm’ın Peygamberimize ve bize olmak üzere iki yönü var: Salavat, Allah’ın, peygamberinin kendi katındaki değerini artırması için bir dua mahiyetinde. Bu vesileyle bizim dualarımızla Efendimizin mertebesi devamlı olarak yükseliyor. Burada hemen şunu ifade edelim ki, Allah Rasûlü’ne (s.a.s.) yapılan salât-ü selam, onun aslında salâta olan ihtiyacından dolayı değildir. Bu, ancak O’na duyulan saygı, sevgi ve hürmeti ifade etmek içindir.
Salâvatın mü’minlere bakan yönü de kulu Allah’a yakınlaştıran vesilelerden birisi olması. Nebiler Serveri’ne (s.a.s) bol bol salâvat getiren bir kul, Efendimize, dolayısıyla da Allah’a yaklaşmış olur. Sözün burasında şanlı tarihimizde yaşanmış bir örneği sizinle paylaşmak istiyorum:
ALİ PAŞA’YA SELAMIMI SÖYLE!
III. Osman’ın vezirlerinden Hekimoğlu Ali Paşa oldukça başarılı, zeki ve dindar bir kimseydi. Ali Paşa’nın vezirliği sırasında şehrin bir tüccarı iflas etmiş, üstelik çevresine de oldukça borçlanmıştı. Çaresiz adam hangi kapıya gitse kapı yüzüne kapanmıştı.
Bir gece ibadet için yatağından kalktı. Teheccüd namazına müteakip Peygamber Efendimizi (s.a.s.) anmaya, O’na salâvatlar getirmeye başladı ve Efendimizden yardım istedi. Neden sonra uykuya daldı. Rüyasında Fahri Kâinat Efendimizi gördü. Efendimiz ile arasında şu diyalog yaşandı:
- Ali Paşa’ya git selamımı söyle, sana yüz altın versin.
- Ya Rasulallah, söylerim ama bana ya inanmazsa!
- O, her gün yüz salâvat getirirdi. Ancak bu perşembe getirmeyi unuttu. Bu onun karşılığı dersin.
NİÇİN YEDİ YÜZ ALTIN VERDİ?
Adam sabah uyandığında rüyasında Rasulullah’ı görmenin sevinci ve Efendimizin söylediklerinin şaşkınlığını yaşıyordu. Hemen hazırlanıp saraya giderek Ali Paşa’yı buldu ve rüyasını anlattı. Ali Paşa gelen kişiye ihtiyatla yaklaştı:
- Ben bunun böyle olduğuna nasıl inanayım, niçin Efendimiz benim rüyama girip altın vermemi bana emretmiyor da senin rüyana giriyor? Adam hemen söze atıldı:
- Paşam, ben sizin bana itimat etmeme ihtimalinizi Efendimize bildirdim. Efendimiz de sizin O’na her gün yüz salâvat getirdiğinizi ancak geçen perşembe unuttuğunuzu bunun ona karşılık olduğunu söylememi bildirdi.
Ali Paşa biraz duraksadı ve perşembe günü gerçekten de salâvat virdini ihmal ettiğini hatırlayınca, “Efendimiz sana ne söylediyse aynen söyler misin” dedi. Adam, “Ali Paşa’ya selamımı söyle sana yüz altın versin” dedi.
Ali Paşa tekrar sordu ve adam tekrar söyledi. Bu hal tam yedi kez gerçekleşince adam, vezirin kendisiyle eğlendiğini düşünüp geri dönmüş gidiyordu ki Ali Paşa kesesini çıkarıp adama yedi kez söylemesine karşılık yedi yüz altın verdi ve şöyle dedi:
- İstedim ki Efendimizin selamını bir kez daha duyayım, sen söyledikçe doyamadım ve bir kez daha duymak istedim...
SÖZÜN ÖZÜ
1) Salâvat, Peygamber Efendimizle irtibata geçmenin adıdır.
2) Adı anıldığında Efendimize salâvat getirmek bir müminlik borcudur.
3) Salâvat bizi Rabbimize yakınlaştıran bir vesiledir.

Hz.Fâtıma’nın nikâhının kıyıldığı günle ilgili… Gözyaşları Yanaklarından Süzülüyordu. Nikâh merasimi tamamlanmıştı. Bir tabak taze hurma ve Bilâl’in dağıttığı şerbet ikramından sonra davetli ashabın şahitlik ederek dualarda bulunduğu cemiyet sona erdiğinde, Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.) Hz. Ali ile nikâhlarının kıyıldığını, ciğerpâresi Hz.Fâtıma’ya haber verdi. Bu esnada gözyaşları yanaklarından süzülerek sakalını ıslatıyordu. Hz. Fatıma dayanamadı, sordu: -Babacığım! Niçin ağlıyorsun, neden böyle hüzünlüsün?


Şefkat dolu yüreğiyle ve ipekten yumuşak sesiyle, hüznün eşlik ettiği sözlerle şöyle cevap verdi Nebiyy-i Ekrem:
-Kızım! Doğrusu ağlayışım senin için… Çünkü sen de benim gibi annenden mahrum kaldın. Keşke Hatice de sağ olsaydı. Sevincimizi paylaşsa, çeyizlerini kendi elleriyle yapsaydı… İşte bunun için ağlıyorum.
Bu tablo sıradan bir düğün tablosu değildi...
Bu tablo, bir babanın yetiştirdiği evladını gelin ederken ağlamasının da “erkekliğe yakışacağını” ortaya koyan bir tabloydu.
Yine bu tablo şefkatin, vefânın ve hüznün kendisine en çok yakıştığı Kâinatın Efendisi’nin, kız evladına sahip tüm babalara sunduğu en güzel örnek tabloydu…


EHL-İ SÜNNET'TEN OLMANIN ÖNEMLİ BİR ŞARTI Bazı kimseler Ehl-i Sünnet’ten oldukları halde, okudukları asılsız ve gerçek dışı hikayelerle dolu, bazı tutucu yazarların tarih ve hikaye kitaplarını okuyarak, Ashab-ı Kiram ve Ehl-i Sünnet’in seçkin şahsiyetleri hakkındaki maksatlı yalan ve iftiraları gerçek sanarak, Allah (c.c.)’nun ve Resûlü (s.a.v.)’in sevgisine ve övgüsüne mazhar olmuş Hz. Osman (r.a.)’a, Hz. Muaviye (r.a.)’a ve Hz. Amr Bin As (r.a.)’a dil uzatmakta ve bunu da ehli beyt sevgisine dair bir ibadet sanmaktadırlar.


Sınırlı bilgi ve bozuk zihniyetlerine göre hareket eden bu kimseler zannediyorlar ki başta İmam Ebu Hanife (r.a.), İmam Malik (r.a.), İmam Şafii (r.a.), İmam Ahmed bin Hanbel (r.a.) gibi, onlara muasır ve onlardan sonra gelen bütün müctehidler, fakihler, muhaddisler, müfessirler, mutasavvuflar, tarihçiler ve bu ümmetin diğer alim ve salihleri gerçeği görmemişlerde, raşid halifeler ve ashabı kiram arasındaki fazilet sıralamasında taassuba kapılarak, veya şahsi düşüncelerine dayanarak Ehl-i Sünnetçe bilinen sıralamayı yapmışlar. (Ashâbın en fazîletlisi Hz. Ebûbekir (r.a.), sonra Hz. Ömer (r.a.) sonra Hz. Osman (r.a.) ve sonra Hz. Ali (r.a.)’dır.) Her biri İslam dininin temel taşları sayılan mukaddes bildiğimiz bütün mefhumları bize öğreten bu zâtlara karşı kötü zanna sahip olan kimse, zaten Ehl-i Sünnet değildir.
Çünkü Ehl-i Sünnet olmanın başlıca şartlarından biri de, Ashabı Kiram’a (r.a.e.), müctehid imamlara ve onların yolundan giden alimlere hüsnü zanna ve engin bir sevgiye sahip olmaktır. “Ey Rabbimiz, bizi ve iman ile bizden evvel geçmiş olan kardeşlerimizi bağışla, îman etmiş olanlar için kalplerimizde bir kin bırakma. Ey Rabbimiz muhakkak ki sen raufsun -çok şefkatlisin, rahimsin- çok merhametlisin.” (Haşr, 10)
(Mehmed Çağlayan, Ehl-i Sünnet ve Akâidi, 11-297)


RESÛLULLÂH (S.A.V.)’İN ÜMMETİ O (s.a.v.)’in Ümmeti, bütün ümmetlerin en fazîletlisidir. “Siz insanlar için (insanlığın fâidesi için gaybdan yâhut Levh-i Mahfuz’dan seçilip) çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz.” (Âl-i İmrân s. 110) buyurulmuştur. Ümmet-i Muhammed (s.a.v.) iftihâr hil‘atı ile teşrîflendirildi ve Peygamberlerin varisleri kılındı ve şerîat hükümlerini çıkarmada onlara ictihâd rütbesi verildi ki, bu reylerinin gerekli kıldığı kararlarla hükmederler. Bu ümmet zamanına kalan Peygamberlerden Hz. Îsâ ve Hızır (a.s.)’lar, bir şeye hükmetseler Hz. Muhammed (s.a.v.)’in şerîatıyla hükmederler.


Hâkim Tirmizî, Hâtemü’l-Enbiyâ adlı kitabında ve Ankâ-i Mağrib sâhibi ile Mevlânâ Sâdeddîn ve Taftazâni bazı eserlerinde şöyle bildirmişlerdir. Eğer sorulsa ki, Hz. Peygamber (s.a.v.)’in, “Gerçekten, size adâletle hükmedecek Meryem oğlu Îsâ (a.s.)’ın inişi yaklaştı. İner inmez haçları kıracak, domuzları öldürecektir. Kitab ehli olan kâfirlerden cizye (vergi) kabul etmez. Ya İslâm’a gelirler yoksa kılıçtan geçirilirler” diye buyurduğu yazılıdır. Bunda şerîatın hükümlerine aykırılık vardır. Çünkü kitabı olan kâfirler, cizye verirlerse kabul etmek vâcibtir ve öldürülmeleri câiz değildir. Böyle olduğuna göre Îsâ (a.s.)’ın Hz. Muhammed (s.a.v.)’in şerîatıyla hüküm edeceği nasıl söylenebilir. Bunun cevâbı şudur:
Resûlullâh (s.a.v.)’in şerîatıyla hükmedeceği kesindir. Kitâbı olan kâfirlerden cizye alınması hükmü kıyâmete kadar devam eden hükümlerden değildir. Belki Îsâ (a.s.)’ın inişine kadar devam eder ve o geldikten sonra bu hükmün kalkacağını Hz. Peygamber (s.a.v.) bildirecektir. Kaldıran Hz. Îsâ (a.s.) değildir. Kalkışını bildiren Hz. Peygamber (s.a.v.)’dir. Buna göre Îsâ (a.s.)’ın cizye kabul etmediği yine Peygamberimiz (s.a.v.)’in şerîatının gereğidir. İmâm Nevevî, Şerh-u Müslim’de buna işaret etmiştir.
İbn Battal diyor ki, zamanımızda cizyenin kabul olunması ve o zaman cizyenin kabul olunmamasının sebebi, şimdi mala ihtiyaç vardır. Fakat Îsâ (a.s.) indiği zaman mal o kadar çok ve değersiz olacaktır ki onu kimse almayacak. Onun için ya İslâm olacaklar ya da öldürüleceklerdir.
(İmâm-ı Kastalânî, İlâhî Rahmet Hz. Muhammed (s.a.v.), 521.s.)

RESÛLULLÂH (S.A.V.) BÜTÜN PEYGAMBERLERİN PEYGAMBERİDİR Ammad bin Kesîr (r.âleyh), tefsirinde der ki: “İmâm-ı Ali ve İbn-i Abbâs (r.a.e.)’den rivâyet olunmuştur ki: “Hâkk Te‘âlâ, gönderdiği peygamberlerin hepsinden ahd (söz) almıştır ki: “Onlar hayatta iken Resûlullâh (s.a.v) gönderilecek olursa ona imân getirsin ve yardım etsinler. Ümmetlerinden de Resûlullâh (s.a.v.)’e îmân getirip yardım eylemek üzere söz alsınlar.” Bâzı âlimlerden rivâyet edilmiştir ki, Hâkk Te‘âlâ, Resûlullâh (s.a.v.)’in şerefli nurunu yarattığı zaman emreyledi ki, diğer peygamberlerin nurlarına nazar etsin. Bakınca onların hepsini kapladı. Peygamber (s.a.v.)’in nûru bütün nebilerin nurlarını kaplayınca onlar: “Ey Rabbim! Bu kimdir ki, onun nûru bizi kapladı?” dediler. Allâhü Te‘âlâ cevâb verip: “Bu nur, sevgilimin nurudur. Eğer siz ona îman getirirseniz sizi peygamber ederim” diye buyurdu. Onlar da: “Amenna bihi ve bi-nübüvvetihî (O’na ve O’nun peygamberliğine inandık)” diye Resûlullâh (s.a.v.) Efendimiz’e imân getirdiler. Allâhü Te‘âlâ: “Ben şâhid olayım mı?” diye buyurdu. Onlar da: “Evet” dediler. İşte Allâhü Te‘âlâ şu âyet-i kerîmede bu kıssaya işâret buyurmuştur: “Allâh, peygamberlerden o zaman şöyle söz almıştı: “Bakın, size kitap ve hikmet verdim. Daha sonra, size verilmiş bulunan kitap ve hikmeti tasdik edici bir peygamber geldiğinde, ona mutlaka inanacak ve yardım edeceksiniz!” (Al-i İmran s. 81) Bu âyet-i kerîmede Resûlullâh (s.a.v.) Efendimiz’in şerefli şânı en üstün derecede yüceltildikten başka şuna da işaret var ki, eğer diğer nebilerin zamanlarında gönderilmesi takdir olunsaydı onlara da resûl olurdu. Bu takdirde: “Ben, insan nev’inin bütün ferdlerine peygamber gönderildim” hadîs-i şerîfinden murad, kendisinden önce olsun, sonra olsun, dünyaya ne kadar beşer nüfusu geldi ise hepsine peygamber olmaktır. (İmâm Kastalânî, Mevâhib-i Ledünniyye, c.1, s.27-28)

 




Her bir Medineli bu muhteşem ve yüce insanı ağırlamanın iştiyakı içinde çırpınıyordu. Ensar, Resûlüllah’ı (sas) evlerinde misafir etmek ve ağırlamak için birbiriyle âdeta yarış hâlindeydi. Çünkü daha evvel Akabe’de elini tutmuş, O’nu (sas) muhafaza edeceklerine dair söz vermişlerdi. Hicret emriyle yurdundan ayrılan, kâinatın yüzü suyu hürmetine yaratıldığı âlemlere rahmet Yüce Peygamber (sas), kendisine biat edip söz veren Medinelilerin yurdunu şereflendirmişti.


Resûlallah (sas), Miraç Gecesi arş üstüne çıkan kademini acaba hangi evin eşiğine basacaktı? Her geçtiği mahalde insanlar önüne çıkıyor, yularından tutarak deveyi çevirmeye çalışıyor; “Bize teşrif buyur Yâ Resûlallah. İşte canlarımız, işte mallarımız emrine âmâdedir. Bizim malımız çok, çocuklarımız kuvvetli, sözümüz geçer. Bize misafir ol, seni biz koruyalım.” diyorlardı. Hazreti Peygamber (sas), bir tercih yaparak onları gücendirmemek için devesinin çökeceği yere en yakın eve misafir olacağını söyledi. Resûlüllah (sas), devesinin yularını dâhiyane bir düşünceyle serbest bıraktı ve kendisini ilâhî emre âmâde kıldı. Allah Resûlü’nden (sas) hep aynı söz sadır oluyordu: “Deveyi bırakın. O emredilmiştir.” Devenin önce bir yere çöktüğü, buradan hemen kalkıp biraz ileride tekrar çöktüğü görüldü. Beklenen dakikaların heyecanıyla tüm nefeslerin tutulduğu esnada, Allah-u Alem Cebrail’in çektiği Kusva adlı deve, Halid bin Zeyd’in evinin önüne çöktü.
Peygamber Efendimiz’in (sas) devesinin çöktüğü yer, bugün Mescid-i Şeriflerinin bulunduğu, o gün ise Neccaroğullarından iki yetime ait olan arsaydı. Allah Resûlü (sas), buraya akrabalarından en yakın kimin evinin olduğunu sordu. Devenin çöktüğü arsa, bizlerin Eyüp Sultan diye bildiği Halid bin Zeyd Ebû Eyyûb el-Ensâri’ye ait evin önündeydi. Efendimiz (sas), mescid ve hane-i saadetleri yapılıncaya kadar misafir kalacakları evi herkesi memnun edecek bir metotla belirledi. İşte o günden sonra sadece Medine’nin değil, Arabistan’ın ve dünyanın da kaderini değiştirecek tarih yazılmaya başlandı. Öncelikle Peygamberimiz (sas) tarafından Ensar ile Muhacir arasında muâhât yani kardeşlik bağı kuruldu. Resûlüllah (sas), Ensar’dan Ebû Eyyûb el-Ensâri Hazretleri ile Mekkeli muhacirlerden Mus’ab b.Umeyr’i kardeş yaptı.
Rivayetlere göre; Ebû Eyyûb el-Ensâri’nin evi aslında Peygamber Efendimiz’e (sas) aitti. Şöyle ki: Hicretten asırlar önce Yemen meliklerinden Tübbâ, ordusuyla sefere çıkmıştı. O zamanki ismi Yesrib olan Medine-i Münevvere’den geçerken, yanındaki âlimler, Mekke’den İsmailoğlulları’na mensup bir peygamberin çıkacağını, daha sonra bu şehre gelip yerleşeceğini haber verdiler. Aynı dönemde Medine’deki Yahudi âlimler de yakında bir peygamberin zuhur edeceğini ifade ediyorlardı. Âlimlerin sözleri, Melik Tübbâ’nın gönlünde Ahirzaman Nebisi’ne karşı büyük bir muhabbet uyandırdı. Ahirzaman peygamberi olarak gelecek o zâta yetişebilmek için çok yalvardı ve: “Ömrüm yetişseydi ona ya halife olurdum veya onunla akraba olurdum.” dedi. Demek ki Kitab-ı Mukaddes’te hem Hazreti Ebû Bekir’in hem de Hazreti Ali’nin evsafı vardı. Bu Yemen meliki onlardan biri olmayı can-ı gönülden istedi.
Melik Tübbâ, kendisini irşad eden âlimleri bu şehirde yerleştirdi. Şanlı Peygamber hicret ettiği zaman ikamet buyursun diye bir de ev yaptırdı ve: “Ahirzaman Nebisi’ne vakıftır.” dedi. Ayrıca O’na (sas) teslim edilmek üzere bir mektup yazıp mühürletti ve nesilden nesile vasiyet edilerek ulaştırılmasını istedi. İşte Resûlüllah’ın (sas) devesinin yakınına çöktüğü ve zamanla Ebû Eyyûb’a kalan ev, Melik Tübbâ’nın yaptırdığı bu ev idi. Hicretten sonra Efendimiz (sas), kendi mübarek haneleri inşa edilinceye kadar işte bu evi şereflendirdi.
Hicreti müteakip Fahr-i Âlem Efendimiz’e (sas) takdim edilen melikinin mektubunda ise şunlar yazmaktadır: “Melik-i Tübbâ Ümeyr bin Dürû’dan Allah’ın Resûlü ve nebisi olan Muhammed bin Abdullah’a. Emmâ ba’dü, ben sana, senin ve her şeyin Rabbine, İslâm ve iman şeriati hususunda Rabb’inden sana gelene iman ettim. Ve dedim ki; eğer sana erişirsem ne mutlu. Erişemezsem kıyamet gününde bana şefaatçi ol, beni unutma. Zira ben senin evvel ümmetindenim. Daha gelmeden, Allah, peygamber olarak göndermezden önce Sana biat ettim. Senin ve İbrahim Aleyihsselâm’ın milleti üzereyim.” Mektup okunduktan sonra Resûlüllah Aleyhisselâm, üç kere “Merhaba salih bir kardeş olan Tübbâ.” buyurdular.
Allah Resûlü (sas), evine yerleştiğinden dolayı Ebû Eyyûb, Mihmandar-ı Nebi unvanıyla anıldı. Yaratılmışların en hayırlısı olan iki cihan serveri, Mescid-i Nebi ve hane-i saadetleri yapılana kadar kutlu insan Halid bin Zeyd’in evinde yedi ay misafir kaldı. Bu ev İslâmiyet’in öğretildiği bir mektep durumundaydı. Hazreti Peygamber (sas) fakir fukaraya burada yemek verir, kendisine takdim edilen hediyeleri de yine bu evde fakirlere dağıtırdı. Ev sahiplerine her vesile ile dua eder; bolluk, huzur ve afiyete kavuşmalarını dilerdi. Böylece Ebû Eyyûb el-Ensâri, kendinden başka hiçbir Müslüman’ın ulaşamadığı mihmandarlık mertebesine yükseldi ve seçkin sahabeler arasında muallâ yerini aldı.
Peygamber Efendimiz (sas), bütün ısrarlara rağmen üst kata çıkmayarak ilk iki ay misafir kaldığı evin alt katında kaldı. Ama Ebû Eyyûb ve hanımı Ümmü Eyyûb, Resûl-i Ekrem (sas) aşağıda kalırken evin üst katında oturmaya tahammül edemediler. Bir gün üst katta testileri devrildi ve içindeki su döküldü. Ebû Eyyûb, eşiyle birlikte hemen tek yorganlarını örtüp ıslak zemini kapattı ve kurulamaya çalıştı. İki talihli insan Âlemlerin Sultanı’nın (sas) üzerine suyun sızmaması için âdeta çırpındı. Bu hâdiseden sonra çoğalan samimi ısrarları kıramayan Peygamberimiz (sas), o küçük mübarek evin üst katına yerleşti.
Ebû Eyyûb ve hanımı Ümmü Eyyûb’un evlerindeki yüce misafire karşı muhabbetleri öylesine derindi ki, ikram ettikleri yemek kaplarında parmak izlerini arar, O’nun (sas) gelişiyle çoğalan bereketten istifadeye çalışırlardı. Bir gün Allah Resûlü’nün (sas) ikram ettikleri yemeği yemediğini görüp, sebebini sordular. O (sas), yemeğin içinde sarımsak olduğunu, kendisine vahiy meleği geldiği için yemediğini; ama başkalarının yemesinde mahsur olmadığını beyan buyurdular. Ebû Eyyûb, müsaade edilmesine rağmen Resûlüllah’a (sas) tâbi olmak için bu hâdiseden sonra çiğ soğan ve sarımsak yememeye karar verdi.
Peygamber Efendimiz’in (sas) teşrifleriyle Hazreti Halid’in evine âdeta bereket yağdı. Bir defasında Allah Resûlü (sas) için yemek hazırlamışlardı. Ancak bir iki kişiye yetecek kadar olan yemek için Resûlüllah (sas) Ensar’dan otuz kişiyi davet etmesini emir buyurdu. Otuz kişi geldi, doyup gitti. Ardından altmış, yetmiş ve yirmi kişi daha çağırıldı. O gün hazırlanan yemek, yüz seksen sahabeyi doyurdu. Efendimiz (sas) kendi hâne-i saadetlerinin tamamlamasından sonra oraya geçti; ama Hazret-i Halid’e olan komşuluğu sürdü ve zaman zaman evini şereflendirdi.
Hazreti Peygamber’i (sas) hicretten sonra mübarek evinde misafir eden Ebû Eyyûb el-Ensârî Hazretlerinin Medine’deki evi, Kubbe-i Hadra’nın (Yeşil Kubbe) yanındaki Reisiye Minaresi’nin tam karşısındaydı. Günümüzdeki Mescid-i Nebevi’nin kıble yönüne düşen evin, minareyle arası yaklaşık 15 metre kadardı.

PEYGAMBERİMİZ (S.A.V.)’İN ERİŞİLMEZLİĞİ Peygamberimiz (s.a.v.)’in mucizeleri, diğer peygamberlerin mucizelerinden hem sayı bakımından sayılamayacak kadar çoktur ve hem de derece bakımından çok çok üstündür.


Resûlullah (s.a.v.)’in aklı, ma’rifeti ve ilmi hiç kimseye nasîp olmayacak derecede çok fazla idi. Bunun en açık delîli, ümmî iken (okur yazar değilken) ve hiç kimseden bir şey öğrenmediği hâlde, işleri, hâlleri, tavırları, sözleri, ahlâkı, ilmi ve fazîleti o derecede idi ki, hiç kimsenin aklı ve ilmi ona ulaşamazdı. Tevrât’ta, İncîl’de, diğer ilâhî kitâplarda ve suhuflarda bulunan sırları ve haberleri bilirdi. Hâlbuki ehl-i kitâbın âlimleriyle görüşmemiş, onlarla sohbet etmemiş ve onlardan bir şey öğrenmemişti. Geçmiş ümmetlerin hâllerini, keşf ehli hükemânın (alimlerin) hikmetlerini çok iyi bilirdi.
Sözleri tatlı idi. Her hareketi ve duruşu, davranışları ve işleri o şekilde idi ki, dahâ güzeli düşünülemezdi.
Resûlullah (s.a.v.)’in bedeninin kuvveti herkesten fazla idi. O zamanın en kuvvetli pehlivânı Rügâne’yi İslâm’a davet ettiğinde, onunla güreşmiş ve yenmişti. Rügâne’nin babası da o devrin pehlivânı idi. Câhiliyye devrinde onu da mağlup etmişti. Rügâne’nin babası üç defa güreşti. Resûlullah (s.a.v.) üç defasında da onu yendi.
Resûlullah (s.a.v.)’in mübârek yüzüne değen mendili asla ateş yakmazdı. Bir gün Enes bin Mâlik (r.a.)’e bir gurup insan misâfir oldular. Yemek yediler. Yemekten sonra câriyesine mendil getir, dedi. Câriyesi kirli bir mendil getirdi. Enes bin Mâlik (r.a.) o mendili ateşe attı. Bir müddet sonra mendili ateşten çıkardı. Mendil yanmamış, kirlerden temizlenip, süt gibi beyâz olmuştu. Misâfirleri bu ne hâldir diye sorunca, bu mendil Resûlullah (s.a.v.)’in mübârek yüzünü sildiği bir mendildir. Ne zaman kirlense, ateşe atarız, tertemiz olur ve asla yanmaz, dedi.
(Molla Cami, Şevahid-ün Nübüvve, s.253-256