Hazreti Muâviye’ye gelince…
Sağlam isnad ve rivâyetlerle gelen hadislerde Peygamberimiz (sa.v.) Hazreti Muâviye için şu şekilde duâ etmiştir:
“Allahım! Ona kitabı ve hesabı öğret. Onu azaptan koru.” (Ahmed b. Hanbel, 4/ 127, no: 17283)
“Allahım! Onu doğru yolu (hidâyeti) gösteren ve doğruya (hidâyete) eren biri eyle.” (Tirmizî, 3442, Ahmed b. Halbel, 4/146, no: 18055)
Biz Müslümanlar Hazreti Resûlüllah’ın (s.a.v.) diğer duaları gibi bu duâsının da kabul edildiğine inanırız.
Hazreti Muâviye’nin aleyhinde olanlar şunu bilmiyorlar mı:
Hazreti Muâviye faaliyetlerinde tek başına değildi. Tahmînen ashab-ı kiramın yarısı onun tarafındaydı. İslamın birçok meseleleri de bize onlar vasıtasıyla ulaşmıştır.
Eğer onlar kâfir ve fâsık iseler, İslam dininin yarısı bize kâfir ve fâsıklar vâsıtasıyla ulaşmış demek olur ki, o zaman bu dinin yarısına güvenilemez…
Onun için, böyle sözleri ancak maksadı dini ortadan kaldırmak olan zındıklar söylerler.
Bu meseleye samimi düşünceyle bakmayanlar, Hazreti Ali-Hazreti Muâviye çekişmesinin, maddî ve dünyevî çıkar ve menfaat düşüncesine bağlı olduğunu söylüyorlarsa da güvenilir âlimlerimiz öyle söylemiyor.
İmam Gazâlî (rah. a) Hazretleri, Hazreti Ali ile Hazreti Muâviye arasındaki anlaşmazlığın hilâfet meselesinden değil, Hazreti Muâviye’nin yakın akrabası olan Hazreti Osman’ın katillerine kısas yapılmasının gecikmesinden kaynaklandığını söylemektedir. İbni Hacer (rah. a.) da ehl-i sünnetin benimsediğinin bu görüş olduğunu kaydetmektedir.
Hanefî âlimlerinin büyüklerinden Şeyh Ebû Şekûr Es-Sâlimî de Hazreti Ali-Hazreti Muâviye arasındaki mücadelenin hilafet yüzünden olduğunu söylemekle beraber, Hazreti Muâviye’nin bunu şu hadis-i şeriften dolayı yaptığını izah eder:
Peygamberimiz (s.a.v.) Hazreti Muâviye’ye, “İnsanların idaresini ele aldığında onlara yumuşak davran.” (Ahmed b. Hanbel, 4/ 101 no. 17057)
Hazreti Muâviye (r.a.) bu hadis-i şeriften kendisinin halife olacağı kanaatına varmıştı.
Gerçi Hazreti Muâviye halifelik düşüncesinde hatalıydı. Çünkü dönem henüz Hazreti Ali’nin halifeliği dönemiydi.
Ama halifelik düşüncesine Peygamberimiz’in sözüyle vardığı için, erken davranma yanlışından dolayı aleyhinde bulunmak da câiz olmaz.
Evet, gerçekten onun nasibinde insanların yönetimini ele almak vardı. Nitekim öyle olmuş, Hazreti Hasan (r.a.) Efendimiz bazı şartlarla hilafeti Hazreti Muâviye’ye teslim etmiştir.
Hazreti Ali İle Hazreti Muâviye arasındaki anlaşmazlık, önce Hazreti Osman’ın katillerine kısas yapılmasının geciktirilmesi ile başlamış, sonra halifelik meselesi devreye girmiştir.
***
Hazreti Ali kim, Hazreti Muâviye kimdir?
Her ikisinin Peygamberimiz’e yakınlığı nedir?
Hazreti Ali (r.a.) Peygamberimiz’in damadı ve amcasının oğludur. Üstünlüğü tartışılmaz.
Hazreti Muâviye, Peygamberimiz’in kayın biraderidir. Onun için, kitaplarımızda ondan “Mü’minlerin dayısı” diye bahsedilir. O, Kur’an âyetlerini yazan iki dâimî vahiy kâtibinden biridir.
Onu vahiy kâtipliğine Cebrâil Aleyhisselam’ın tavsiyesi ile Resûlüllah Efendimiz bizzat kendisi getirmiştir.
Hazreti Muâviye güvenilmez biri olsaydı, Allah kelâmının kayda geçirilme vazifesi hiç ona teslim edilir miydi?
Hâşâ, ya âyetleri yanlış yazsaydı?
Böyle bir şey düşünülemez, zaten böyle bir ihtimal de yoktur.
Bugün Hazreti Muâviye’nin aleyhinde bulunanlar, okudukları âyetlerin, onun yazdığı âyetler olduğunu düşünmezler mi?
Hazreti Ali-Hazreti Muâviye meselesinde biz Müslümanların iki taraf arasına girmememiz gerekir. Bu konudaki tavrımızın nasıl olacağını, Peygamberimiz bildiriyor:
“Ashabım arasındaki kavgadan uzak durun.” (İbni Esir, En-Nihâye: 2/445)
“Ashabım anıldığında dilinizi tutun.” (Taberânî, El-Kebîr, 2/96, no: 1467)
“Ashabım hakkında Allah’tan korkun” (Ahmed b. Hanbel b. Hanbel, 4/ 87, no. 16926)
İmam Şâfiî Hazretleri’nin şu sözü pek meşhurdur:
“Allah bizim ellerimizi onların kanlarına bulaşmaktan korudu, biz de dillerimizi onların aleyhinde konuşmaktan koruyalım.”
Aynı sözü Ömer b. Abdülaziz Hazretleri’nin de söylediği rivâyet edilmektedir.
***
Netice:
Bütün bunlardan anlaşılmaktadır ki, en doğru hareket ashab-ı kiramı sadece hayırla anmak, onların hatalarını konuşmamaktır.
Birçok ehl-i sünnet âlimi Yezid’e bile lânet etme hususunda çekingen davranmışlardır. Çünkü Ebûcehil, Nemrut ve Firavun gibi kâfir olarak öldüğü kesin olarak bilinen kimseler hâriç, hiç kimse hakkında lânet okumak câiz değildir.
Yezid’in kâfir olarak öldüğüne dair de kesin bir bilgi yoktur.
Öbür taraftan, lâneti hak eden bir kimseye bile lânet etmemek günah da değildir.
Esasen kişinin dilini lânete alıştırmaması icap eder.
Kaldı ki, İslamda lânet okumak diye bir ibâdet de yoktur.
***
Zamanımızda, 1400 sene önceki meseleleri tekrar ele alarak, Müslümanların zihinlerini bulandırmak isteyen bazı kimseler var. Ehl-i sünnet içinde bulunan bu kimseler, Peygamberimiz’den sonraki hilâfet meselesini tekrar kurcalamakta, konuşma ve yazılarında da kaynak olarak ehl-i sünnet kaynaklarını değil, şiî / râfizî kaynaklarını esas almaktadırlar.
Ashab-ı kiram arasında geçen hâdiseleri devamlı canlı tutmakta, bunu da ehl-i sünnetin görüşüne uymayan bir üslupla anlatarak Müslümanları adeta şiîleştirmeye çalışmaktadırlar.
Bunun neticesi olarak, ortada fitneler meydana gelmektedir. Biz bu durum karşısında elimizden geldiği kadar üzerimize düşen vazifeyi yapmaya çalışıyoruz. Nitekim bu makâlenin yazılmasının sebebi de budur.
Çünkü Sevgili Peygamberimiz şöyle buyuruyor:
“Fitneler meydana çıktığında bilen bildiğini söylesin. Allah’ın, meleklerin ve bütün insanların lâneti bunu yapmayanların üzerine olsun. Allah (c.c.) böyle kimselerin farz, nâfile hiçbir ibâdetini kabul etmez.”( El Câmi’ li-Ahkâmi’r-Râvî. 2/165. No: 1393)
Not: Bu makâle, İmam-ı Rabbânî (kuddise sirruh) Hazretleri’nin Mektûbâtı’nın birinci cilt, 251. mektubu esas alınarak hazırlanmıştır…