2 Aralık 2019 Pazartesi

dâbbetü’l-arz

"Kıyâmet alametlerinden Hz. Mehdî’nin (r.a.) zuhuru, Hz. İsâ’nın (a.s.) nüzûlü ve diğerlerinin tezahür şekilleri gibi, dâbbetü’l-arz’ın çıkışı da İlâhî sırlardandır. Bu sebeple herkes bilemez, anlayamaz. Zira herkesin bildiği bir husus, sır olmaktan çıkar. İlahî sırları, Allah Teala’nın bildirdikleri, yani Resûlüllah Efendimiz (s.a.v.) ve O’nun sır olarak haber vermiş olduğu varisleri bilir. Bu sırların anahtarları onlardadır; kime perdeyi açarlarsa, o kişi de işin hakikatini anlar, başkaları anlayamaz. Çünkü başka türlüsü usûle muhalif olur."...ks..

RÜYA TABİRİ DENİNCE:İBN-İ ŞİRİN


Basralı Muhammed, kara kaşlı, kara gözlü, inci dişli, güleç yüzlü bir gençtir. Zevkli giyinir ve daima çiçek gibidir. Nasıl görür, nerede karşılaşır bilemiyoruz ama devlet adamlarından birinin karısı ona gönlünü kaptırır. Kadıncağız kara pus kara yas oturur, yemeyi içmeyi unutur.
Bu ani değişim yaşlı dadının gözünden kaçmaz. Hani ‘aşk insanı söyletir’ derler ya, yine öyle olur. Hanımefendi önceleri “yok bi şey”lerle geçiştirse de fazla dayanamaz, bülbül olup şakımaya başlar.
Nihayet “filanca yerdeki bezzaz” der ve büyük sırra kapı aralar.
Yaşlı dadı “üzüldüğün şeye bak” der, “ben de vali ya da nazırlardan biri sandımdı. / -Ne farkeder ki? / -Çok şey farkeder. / -Anlayamadım? / -Anlamasan da olur. Şimdi söyle bana, o genci getireyim mi sana?/ -Böyle bir şeyi yapabilir misin? / -Sen beni ne sanıyorsun?
İhtiyar kadın ertesi gün iki koca testiyi suyla doldurur, doldurur ama elleri kopar. Muhammed’in önünden geçerken beklenilen olur, genç bezzaz fırlayıp kalkar, yaşlı kadının testilerini kapar.
Kadın önde, Muhammed arkada yürür, konağa varırlar. İhtiyar dadı. “A be evladım” der, “oldu olacak şunları yukarıya bırak.” Bir kat çıkarlar, bir kat daha çıkarlar, bir kat daha... İhtiyar “şuraya” deyip onu bir odaya sokar, ardından kilitleyiverir, kapı olur mu sana duvar?
Muhammed olup biteni anlamaya çalışırken perdeler kıpırdar, ardından bir kadın çıkar. Genç bezzaz düştüğü tuzağı anlayınca kıpkırmızı kesilir, kapıyı sarsmaya, ağlayıp yalvarmaya başlar. Kadın “Şışşşt sakin ol” der, “yoksa bağırırım, uşaklar muhafızlar başına yığılırlar.”
-Ama ben... Su... Testi... O ihtiyar...
-Buna kim inanır? Üçüncü katta ve yatak odamdasın. Adama burada ne aradığını sorarlar?
Muhammed kapıdan çıkamayacağını anlayınca cama koşar ve zerre kadar tereddüt etmeden kendini aşağı atar. Yere oldukça sert düşer ve kısa süren bir baygınlık yaşar. O anda hayal meyal Yusuf Aleyhisselam’ı görür. Yüce Nebi onu muhabbetle kucaklar ve “biliyor musun” der, “senin başına gelenler de benim başıma gelenlere benziyor. Dilerim Cenab-ı Hakk seni de benim ilmimden hissedar yapar!”
Derler ki o günden sonra İbn-i Sirin rüya tabirinde derya olur, İmam-ı azam hazretleri bile gelip rüyasının tabirini ona sorar.
Şeytani, rahmani
İbn-i Sirin rüyaları “nefsani, şeytani ve rahmani” diye tasnif eder. Rüyasının tesirinde kalanlara “aldırma” der, “sen uyanık iken Allahü teâlânın emirlerini yapmaya bak.” Biri rüyasında insanların ağızlarını mühürlediğini söyleyince gülümser “hadise açık” der, “sen ramazan-ı şerifte müezzinlik yapmadın mı?”
Rüyasında domuzların boynuna inci takan birine “saman pazarında altın satıyorsun” buyurur, “bundan böyle ehil olmayan kimselere hikmet öğretmeye kalkışma!” İbn-i Sirin evinde her cuma paluze pişirtir, hem çoluk çocuk yerler, hem gelene geçene ikram ederler. Tam 41 çocuğu olur ama Abdullah’tan gayrisini kaybeder, büyük bir teslimiyetle boynunu büker, nur yüzlü bebelerini elceğizi ile defneder. Dil ile “alan da O (Celle Celalüh) veren de” demek kolaydır ama bunu hal ile söyleyebilene “yiğit” derler.
İbn-i Sirin’in annesi (Safiye Hatun), Hazret-i Ebûbekir’in azatlı kölesi, ablası (Hafsa Radıyallahü anha) ise sayılı muhaddislerden biridir. O da genç yaşlarda ilme sevdalanır, Hazret-i Aişe, Zeyd bin Sabit, Hasen bin Ali, Ebu Hureyre, Abdullah bin Abbas, Cündeb bin Abdullah, Samira bin Cündeb, İmran bin Husayn, Huzeyfe bin el Yemani, Ebû Said-i Hudri, Ebû’d-Derdâ ve Enes bin Malik gibi zirvelerden (Aleyhimürrıdvan) ders alır.
Mübarek, bidat sahiplerinden uzak durur ve gıybet edenlerden çok kaçar. Biri gelip Haccac hakkında konuştuğunda “Şüphesiz Allahü teâlâ hükmünde adildir. Başkasının haklarını Haccac’tan alacağı gibi, Haccac’ın hakkını da başkalarından alır. Yarın İzzet ve Celâl Sahibinin huzuruna çıktığında sana senin günahlarını soracaklar, Haccac’ınkileri değil” buyururlar.
İbn-i Sirin “filan şahıs, filandan daha âlimdir” hatta “şu Yahudi tabib, şu Yahudi tabibden daha bilgilidir” demekten bile çekinir. Ola ki diğeri incinebilir.
Mübarek “Sakın kimseye haset etmeyin” buyurur. “Eğer cehennemlikse neyine özeneceksin. Yok cennetlikse ona uymalı ve imrenmelisin.”
İbn-i Sirin birisine “Nasılsın?” diye sorar. Adam “ailesi kalabalık, cebinde meteliği olmayan ve borcundan ötürü insanlardan kaçan biri nasıl olursa” diye dert yanınca hemen evine koşar, bütün parasını getirip (bin dirhemdir) adamın önüne koyar. Biliyor musunuz, o büyükler insanların halini hatırını “laf olsun” diye sormazlar.
Beş ama ne?
Bir gün kefil olduğu bir tüccar yüzünden hapse düşer. Muhafız ona bir ikram yapar, zindanın kapısını açar. “Buyrun” der, “sabah dönmek üzere evinize gidebilirsiniz”. Büyük veli “sakın ha” der, “sen, sana denileni yap!”
Bir gün İmam-ı Azam Hazretleri İbn-i Sirin’e gelir. “Rüyamda Azrail Aleyhisselâmı gördüm” der, “canımı ne zaman alacaksın diye sordum bana beş parmağını gösterdi. Beş de ne? Söyleyin n’olur, beş ay mı, beş yıl mı, beş dakika mı?” İbn-i Sirin’in yüzüne ferahlatan bir tebessüm yayılır, “siz de biliyorsunuz ki” der, “beş şey vardır ki onu kimse bilemez. Ölüm de bunlardan biridir. Azrail âleyhisselam onu hatırlatmış olmalı...”
Ama şu var ki İbn-i Sirin dahi ölümden ve hesap gününden çok korkar. Söz kabirden, kefenden açıldığında yüzü kireç gibi olur ve kaskatı kesilir. Mübarek çok güzel can verir ve Hasan-ı Basri gibi bir zirveyle aynı kubbe altında yatmakla şereflenir.

ÇOCUĞA İSİM VERİRKEN


Çocuğa, doğunca veya doğumu müteakip yedinci günü adı konur. Doğduktan sonra hemen ölen çocuğa da ad konur, yıkanır, cenaze namazı kılınır. Ölü doğan çocuklara isim vermek gerekmez. Fakat isim vererek defnetmek iyi olur. Çocuğun ismini ilim ehli salih bir zata koydurmalıdır. Eshab-ı kiram, çocuklarına isimlerini Peygamber efendimize verdirmeyi tercih etmişlerdir. Çocuğa ad koyarken, çocuğun dedesi veya en yaşlı, ilmi en çok olan çocuğu kucağına alır, abdestli olarak kıbleye döner ve ayakta sağ kulağına ezan, sol kulağına kamet okur. İsmi üç kere tekrar etmek, çocuğun ağzına bir tatlı sürmek iyi olur.

Peygamber efendimiz, Hz. Hasan doğunca, kulağına ezan okumuştur. Ezan okuyacak kimse, çocuğu yastık gibi yumuşak bir şey üstüne koyarak kucağına alır. Çocuğu birisi kucağına alıp, ezanı bir başkası da okuyabilir. Bir hadis-i şerifte buyuruldu ki:

(Yeni doğan çocuğun sağ kulağına ezan, sol kulağına da kamet okunursa, “Ümmü sıbyan” hastalığından korunmuş olur.) [Beyhekî]

Çocuğa isim koyduktan sonra hayır duâda bulunmalıdır. Peygamber Efendimiz, (Ya Rabbi, bu çocuğu hayırlı ve salihlerden eyle ve onu güzel bir şekilde yetişmesini sağla!) diye duâ etmiştir.

Hz. Ebû Mûsel eş’arî, (Çocuğumu doğduğu gün Resûlullaha götürdüm, adını İbrahim verdi.) dedi. Amr b. Şuayb’ın dedesi ise, (Resulullah, yeni doğan çocuğa yedinci günü isim verilmesini ve akika kesilmesini emretti.) dedi. [Tirmizî]

Buharî’de, “Eğer akika kesilmeyecekse, çocuk doğduğu vakit isim konur ve ağzına tatlı bulaştırılır.” deniyor.

Akika kurbanı: Akika, çocuk nimetine karşılık, Allahü teâlâya şükretmek için hayvan kesmektir. Akika, çocukları belâlardan, hastalıklardan korur. Yaşlı kimse, kendisi için de kesebilir. Peygamber efendimiz de, kendisi için kesmiştir.

Akikanın veya ölüler için kesilecek kurbanın bedelini ilim neşri ile meşgul bir vakfa vermek caizdir. Çünkü akika müstehabdır. Ölüler için kesilecek kurban nafiledir. İlim neşri ise farzdır. Farzın yanında, müstehab ve nafile, denizde damla bile değildir. Bu bakımdan farzı tercih etmelidir!

Erkeğe de, kadına da konulan isimler


Ahsen (a): Daha güzel, en güzel, pek güzel.
Aydın: İleri düşünceli, münevver.
Bahtıgür: Kısmeti bol olan.
Bahşi: Âşık, seven, tutkun.
Behmen (f): Zeki, anlayışlı, kavrayışlı, tedbirli.
Bilge (t): Bilgisiyle davranışları birbirine uyan.
Bera (a): Fazilet, meziyet, olgunluk, iyilik, güzellik.
Berat: Yapılan hayırlı bir iş yüzünden affetmek üzere verilen karşılık
Bereket (a): Bolluk, verimlilik.
Candân: İçten, samimi, dost.
Deniz: Büyük su birikintisi.
Ecmel (a): Çok güzel, çok yakışıklı.
Elmas (a): Çok kıymetli.
Ender (a): Çok seyrek, az bulunur, nâdir.
Ferda (f): Yarın, gelecek zaman.
Feza (f): Gökyüzü, uzay.
Fikret (a): Düşünme, tefekkür, fikir.
Gökçe: Gök mavisi gibi pırıl pırıl.
Hayran (a): Şaşmış, hayrette kalan hayranlık duyan.
Hidâyet (a): Doğruya kavuşan. Hak yol, islâmiyet. .
Hikmek (a): İlim, fen, fıkıh, ilâhi kitap.
Hilal (a): Yeni ay.
Işık: Aydınlatan.
İmran (a): Evine bağlı kalan.
İrfan (a): Bilip anlıyan,  zihni olgun.
İsmet (a): Namuslu, kötülük ve rezaletlerden kaçınan. Bütün büyük-küçük günahlardan uzak, kendi dîninde ve diğer dinlerde haram olmuş veya olacak bir şeyi yapmıyan, hiç bir günah işlemiyen masûm olan peygamber sıfatı.
Kamer (a): Ay. Ay gibi güzel.
Kudret (a): Kuvvet, takat, güç, kabiliyet.
Merîh: Güneşe en yakın gezegen
Merset (a): Kerim, cömert.
Mukadder (a): Alın yazısı, değeri bilinmiş.
Muzaffer (a): Zafer, kazanmış, kahraman.
Mücteba (a): Seçilmiş.
Nimet (a): İyilik, lütuf, ihsan, bahşiş, saadet, mutluluk.
Nüzhet (a): Neşe, sevinç, ferahlık.
Olcay: Talih, ikbal, kader.
Özcan (t): Candan, samimi,içten.
Özge (t): Başka, yabancı, iyi güzel, şakacı, cana yakın.
Refet (a): Merhamet etme, acıma, esirgeme, çok acıma.
Rûşen (f): Aydın, parlak belli, âşikâr, apaçık, ortada.
Seçkin: Seçilmiş, üstün, güzide, emsallarinden üstün.
Sermet (a): Daimi, sürekli, ebedi, cavid, ezeli.
Servet (f): Mal, mülk, bakımından zengin olan.
Sezer: Sezgisi güçlü erkek
Siret (a): Tavır, davranış, hareket genel olarak ahlak.
Suat (a): Kutlu, uğurlu, uğur getiren
Sultan (a): Hükümdar, iktidar sahibi
Şadman (f): Sevinçli, hoşnutluk.
Şafak (a): Güneş doğmadan önceki ufuktaki aydınlık.
Şenal: Şen ve neşelilerle arkadaşlık yapan.
Ufuk (a): Yerle göğün birleşmiş gibi göründüğü yer
Uğur: Baht, talih.
Utku: Zafer, gâlip gelme, karakter ve ahlâk bakımından emsallerinden önde olan.
Ümran (a): Bayındırlık, medeniyet, refah, bereket.
Üstün: Emsâllerinden daha ilerde olan, gâlip gelen.
Ümit (f): Umut, umulan, beklenen şey emel, arzu, rica.
Yakut (a): Değerli bir süs taşı.
Yaran (f) Dost, arkadaş, eş.
Yüksel: Manevi alanında yüksel ol.
Zînet (a): Yararı, menfaati olmayıp, yalnız gösteriş için kullanılan şey. Başkalarını imrendirecek, onlara üstünlük sağlıyacak, öğünecek şeyleri yapmak, vekar, hürmet ve sevgi hâsıl etmek ve Allahü teâlâya çok şükretmek niyetiyle kullanılan süs.

FERGANİ


Fergânî, güneşin de kendine göre hareketli olduğunu, ilim târihinde ilk defâ keşfeden âlimdir. Fergânî, güneş tutulmasını önceden tesbit eden bir usûl de buldu."
FERGÂNÎ
Dokuzuncu yüzyılda yetişmiş, ekliptik meyli ilk defâ tesbit eden büyük Müslüman astronomi ve matematik âlimi. İsmi Ahmed bin Muhammed bin Kesîr el-Fergânî olup, künyesi Ebü’l-Abbâs’tır. Batı bilim dünyâsında Alfraganus adıyla tanınır. Fergana’da bulunan ünlü bir Türk âilesine mensuptur. Dokuzuncu asır başlarında dünyâya geldiği, 861 senesinde hayâtta olduğu ve bu târihten kısa bir süre sonra öldüğü kabul edilmektedir.

İlim tahsilini, zamânın kültür merkezi olan Fergana’da yaptı. Sonra o devirde İslâm âleminin devlet ve ilim merkezi olan Bağdat’a gitti. Kısa sürede kendisini tanıtan Fergânî, astronomi ve matematik konusunda kendisini kabul ettirdi. Abbâsî halîfeleri Me’mun, El-Mu’tasım, El-Vâsık ve El-Mütevekkil devirlerinde önemli ilmî araştırmalar yaptı ve birçok eser yazdı.Halîfe Mütevekkil, konusunda söz sâhibi olan Fergânî’yi 861 senesinde, Nil kıyısında yapılan ölçüm işlerine nezâret etmesi için Mısır’a gönderdi.

Fergânî, astronomi, matematik, coğrafya ve mekanik sâhalarda çalışmalar yaptı. Bunlar arasında, astronomiye daha çok ağırlık verdi. İlmî çalışmalarında deneye dayanan inceleme ve araştırmalar yaptı.Gök cisimlerinin hareketleriyle uğraştı. Kur’ân-ı kerîmin ve aklın prensiplerine uygun olmayan Batlemyüscü astronomiyi ilk defâ tenkid edenler arasında yer aldı. Gök cisimlerinin, Batlemyüs ve izindekilerinin iddiâ ettiği gibi akıl dışı bâzı rûhî cisimler olduğunu kabul etmedi. Onların aklî, katı, homosentrik ve eksantrik dâireler şeklinde hareketlere sâhib olduklarını ispatladı. Kâinâtın ve gezegenlerin hacim ve büyüklükleri ile birbirlerine uzaklıklarını inceledi. Yaptığı hesaplamalar, Kopernik’e kadar batı astronomisinde değişmez ölçüler olarak kabul edilerek asırlarca kullanıldı. Fergânî, güneşin yarıçapının uzunluğunun 3250 Arap mili olduğunu söyledi. Bu 6.410.000 metre ve 3990 İngiliz miline eşittir.

Fergânî, güneşin de kendine göre hareketli olduğunu, ilim târihinde ilk defâ keşfeden âlimdir. Kendi devrine kadar gök cisimlerinin hareketi biliniyordu.Ancak güneşin de bir yörüngesi bulunduğunu, kendi etrâfında batıdan doğuya doğru döndüğünü ilk defâ Fergânî tesbit etti.Ayrıca 41 sene devâm eden astronomi incelemelerinde enlemler arasındaki mesâfeyi de hesapladı.

Fergânî, güneş tutulmasını önceden tesbit eden bir usûl de buldu. Bu usûlle 842 senesinde bir güneş tutulması olacağını önceden tesbit etti ve o gün bu konuda rasatlarda bulunup incelemeler yaptı. Dünyânın yuvarlak olduğu konusunda yeni deliller gösterdi.

Ahmet Fergânî, zamânında İslâm âleminde hâsib, yâni matematikçi olarak da tanınmıştı. Bilindiği gibi astronomi çalışmaları matematiğe dayanmaktadır. Eserlerinden, bu alanda da söz sâhibi olduğu görülmektedir. Fergânî’nin derin bilgiye sâhib olduğu diğer bir sâha da coğrafyadır. Matematikî coğrafya alanında çalışmalar yaptı. Bu sâha o devirde astronominin bir dalı sayılıyordu. Fizik ve mekanik konusunda da Fergânî’nin çalışmaları vardır.Çizimini kendi hazırladığı ve yapımına nezâret ettiği Nil Nehri sularının hızını ve seviyesini ölçen Mikyâs-ül-Cedîd adlı bir âlet yaptı.

Ahmed Fergânî, halîfe El-Me’mûn’dan başlıyarak El-Mütevekkil zamânına kadar El-Cezîre’de yaptığı araştırmalar, yazdığı eserler ve bulduğu ölçüm âletleriyle zamânın önde gelen âlimleri arasında yer aldı. Onun astronomi, matematik, coğrafya ve mekanik sâhasındaki çalışmaları bu ilim dallarının gelişmesine önemli ölçüde yardımcı oldu. Onların temellerini güçlendirdi ve yeni gelişmelere yol açtı. Daha sonraki devirlerde aynı konularla ilgilenen âlimler, Fergânî’nin eserlerinden istifâde ettiler. Fergânî’nin tesirleri o devirdeki bütün Türkistanlı âlimlerin üzerinde görülmektedir.

Fergânî’nin tesiri,Avrupalı bilginler üzerinde de görülmektedir.Lâtinceye tercüme edilen eserleri, asırlarca Avrupa üniversitelerinde okutuldu. Hazırladığı zîcler,Fransız matematikçisi D.Alembert ve Laplance’nin en çok faydalandığı eserler arasında yer aldı.

Fergânî’nin astronomi ile ilgili eserlerinden altısı günümüze kadar ulaşabilmiştir. Bu eserlerin en önemlisi Cevâmiu İlm-in Nücûm vel-Hareket-is-Semâviyye’dir. Gök cisimlerinin hareketiyle ilgili bir astronomi kitabı olan bu eserin yazma nüshası Oxfort, Pâris, Kâhire ve Amerika’da Pirinceton Üniversitesi Kütüphânesinde bulunmaktadır.

Diğer eserleri şunlardır:

1) Usûlü İlm-in-Nücûm:Yıldızlarla ilgili bir eserdir.
2) El-Medhal ilâ İlm-i Hey’et-il-Eflâk,
3) Kitâb-ül-Füsûl-is-Selâsin,
4) Astronominin Unsurları,
5) El-Kâmil fil-Usturlâb,
6) Fî San’at-il-Usturlâb.

CİNLERDEN GELEN İLHAMLAR


Ufocuların, uzaylıların varlığına ilişkin en çok bel bağladıkları, ilkin (büyük çoğunlukla) güney İngiltere'de daha sonra da dünyanın çeşitli yerlerinde görülen ve bir gecede
ortaya çıkan "Tarla Dairelerini" incelediğimizde bunların, uzaylı işi olmaktan çok, öte şeyleri barındırdığı görülmektedir.
Öncelikle, 30-40 m çapına ulaşan bu daireler, herhangi bir yanıkla oluşturulmayıp otlar ya bir yöne yatırılmak ya da boyları kesilmek suretiyle meydana getirilmişlerdir. Oysa, uzaylı işi olsa idi, bunların büyük bir çoğunluğunda yanık izleri olması gerekirdi. Ayrıca bu daireler ilkin, çok basit dairesel biçimlerde ortaya çıkmasına (ki bu basit olanların bazılarının, yerel hortumlar, güçlü rüzgarlar tarafından oluşturulduğu gözlemlerle kanıtlanmıştır) karşın, yıllar geçtikçe şekiller daha karmaşıklaşmış ve sanat şaheserlerine dönüşmüşlerdir.
Bunlardan, tuvalet şeklinde olanlarına da rastlanıldığı düşünüldüğünde bu şekillerin, her gün yeteneklerini geliştiren (artıran) arada bir de muziplik yapan insan ürünleri olduğu kolaylıkla anlaşılmaktadır ki, gerçekten de öyle olduğu ispatlanmıştır.
Filmlere de konu olan bu tarla daireleri, 62 yaşındaki David Chorley ile 67 yaşındaki Douglas Bovver isimli iki emekli ressam tarafından ufo sansasyonu yaratmak için (on üç yıl boyunca yılda 25-30'a yakın dairesel şekil) yapıldığı itiraf edilmiş, gizliliklerini bozup ortaya çıkmalarının nedenini olarak da, birilerinin bu şekillerin araştırılması için hükümetten maddi destek istemesi üzerine olduğu belirtilmiştir.Bunların yanında, birçok yetenekli gencin bu işi yaptıkları da sonradan ortaya çıkmıştır. Nadir de olsa tarlalar dışında çimen, kum, buz üzerinde de benzer şekiller görünmüş olsa bile bu, durumu değiştirmemektedir yani onların da insan yapımı oldukları kanıtlanmıştır.
Bunun dışında, bu dairelerin oluşumuna ilişkin gizli bazı film çekimlerinde önce, ışık topları görünmüş, daha sonra o bölgeye yaklaşıldığında bunların, bu daireleri yapmakta olan ekibin el fenerleri olduğu anlaşılmıştır.
Tüm bu kusursuz, dahiyane yapılmış çok düzgün, karmaşık geometrik şekiller ve aynı nitelikli çeşitli resimler, sanılanın aksine olağanüstü bir biçimde değil, 1.2 m. boyundaki bir tahta çubuk ve bir top iple birkaç saat içinde hemencecik yapılmışlardır.
Bu da, bu komplex dairelerin çok kısa süreler içinde yapılamayacağını, bu yüzden bunları ancak uzaylıların yapabileceğini öne süren ufocuları çürütmüştür. Bununla ilgili şu ana kadar sunulan tek bir filmde de önce ışık toplarının havada uçuştukları sonra da tarla üstüne gelerek bu tarla dairelerinin bir anda oluşturdukları görülmektedir. Ancak yapılan bilimsel araştırmalarda bu ilk ve tek filmin de sahte olduğu ortaya çıkmıştır.
Ufo olayları belli dönemlerde bariz artışlar göstermektedir. Bu dönemler ülkeden ülkeye değişiklikler gösterse de genel olarak tüm dünyada 1947, 54, 57-58, 65-67, 73' lü yılları söyleyebiliriz. Bunların içinde 54 yılında bu tür olaylar oldukça fazla sayıdadır.
Gözlemlerin ve kaçırılma olaylarının yüzde 75'i ise, 80 yılından sonra olup her geçen yıl katlanarak artmaya devam etmiştir. Dünyanın hemen hemen her ülkesinde bu vakalar görülse de Amerika' da bu sayı oldukça fazladır. Bu bölgesel yoğunlaşmalar, ülkelerin kendi içinde de aynen geçerlidir. Bu ve buraya kadar anlattığımız şeyleri göz önüne aldığımızda hadislerde geçen, ahir zamanda yani, bu neslin kıyameti yaklaştığında cinlerin insanlarla çeşitli türden temaslarının artacağı, açıkça tüm kitlelere görünecekleri ve insanlarla çeşitli şekillerde ilişkiye geçeceklerini ispatlamışolmaktadır.
Bazı seçilmiş olduğunu düşünen, gerçekte ise birer medyum olan insanlar da güya, 4. tür karşılaşma kapsamında direkt uzay gemilerinden yada Venüs, Mars, yada diğer yıldız sistemlerinden... gelen görünmez uzaylı varlıklardan kozmik mesajlar almaktaymışlar. Bunu direk karşılıklı görüşmeler yoluyla alanları da bulunmaktaymış.Bunlar da tıpkı medyumlar konusunda belirttiğimiz gibi, bu varlıkların medyumların beyni aracılığıyla kalemle, daktiloyla, bilgisayarla yazı yazmaları yada onun ses tellerini kullanmak suretiyle konuşmaları şeklindedir ki, bu trans esnasında medyum ne yaptığının bilincinde farkında değildir. Bu bağlantılara "kanal açma" tabiri kullanılır ve Alfa, Beta kanalı ... vs. isimleri verilir, bu varlıklar kendilerini genelde "Amon, Ra, Rantimus..." gibi eski kültürlere ait tanrıların isimleri veya bunu çağrıştıracak garip adlarla tanıtırlar. Bunun nedeni ise, kendilerinin birer tanrı oldukları, geçmiş toplumları da etkileyip hükümleri altına aldıkları, onları yönettikleri imajını vermektir. Bu medyumlar da sıradan insanlar olmayıp daha küçük yaşlardan itibaren kendilerini çok farklı görerek normal insanlarda olmayan yeteneklere, özelliklere sahip olduklarını keşfederlermiş.
Dünya üzerinde farklı kişilere ayrı ayrı verilen, ancak her birinde aynı ortak söylemler bulunan mesajlarda ise hep, parça-bütün ilişkisine dayalı yaratıcı güç ve bu gücün sistemi (ki evrensel bir yasa, evrende işleyen bir mekanizmanın canlılarda tezahürü olarak görüp düşündükleri gerçekte ise kökeni, cinlere dayanan reankarnasyon " karma yasası' bunlardan biridir), boyut-boyutlar ve parçası olduğu bütüne ait ilim ve gücü açığa çıkartmaları dolayısıyla sistemin en tepesinden, en aşağısına kadar işleyişini sağlayan bu kutsal varlıkların yani, uzaylıların Beta Nova, Nova, Sirus, Orion takım yıldızları, ... ya da evrenin bir başka galaksisinden (mesela Andromeda' dan) gelerek tıpkı diğer sistemlerde yaptıkları gibi, burada da kendilerine benzer maddesel varlık olan insanları ve diğer canlıları yaratıp evrime bıraktıkları ve bu evrimi, bilincimizi, uygarlık sistemimizi de, bir kısmının dünyada yerleşik, bir kısmının da dönem-dönem ziyaretleri sonucu her an izledikleri (gözetledikleri), gerekli zamanlarda, aşamalarda ise, çeşitli ayarlamalar yaptıklarına ilişkin bilgiler bulunmaktadır.
Bununla birlikte, sözüm ona dünyanın bilinmeyen veya detaylarıyla bilinmeyen tarihi ile ilgili, insanlığın-dünyanın ve hatta evrenin geleceğine ilişkin (siyasal gelişmeler, toplumsal hareketler, doğal afetler... v.b.) ya da insanların, çevreleriyle, tabiatla olan ilişkileri ve bunlara yaptıkları etkilerin dünya ve canlılar üzerinde (ki bu bölgesel, yerel de olabilmekte) ne gibi sonuçları, geri yansımaları, doğal felaketleri... v.b. doğuracağı ile ilgili veriler, öğütler ve kehanetler de yer almaktadır.
Yine, onlardan gelen ilhamlar istikametinde medyumlar aracılığıyla verdikleri tebliğlerde kendileri, yani uzaylılar kesinlikle kötü varlıklar değillerdir. En önde gelen amaçlarından biri de insanlara, sevgiyi, iyiliği ve mutluluğu... aşılamak, onlarda bu özellikleri tesis etmek suretiyle tüm gezegende barış içinde yaşamlarını sağlamak, bunların yanı sırada üstün insanlar ve insan toplulukları, nesilleri yaratmak, daha yüksek ruh-bilinç düzeyine gelen insanları da kendi bulundukları konumlara yani, güneş sistemi gezegenler birliği ya da yıldızlar sistemi veya galaktik konfederasyonlar, parlamentolar... birliğine girmeleri ve hatta kendileri gibi tanrısal güçlerle donanıp melekleşmeleri, tanrısallaşmaları için gerekli konularda uyarıları ve çalışmaları yapmalarını temin etmekmiş. Böylece, milyonlarca yıl gibi çok uzun süren evrimimizi tehlikeye atacak olan çok büyük bir kaosu, top yekun yok oluşu oluşturabilecek büyük bir savaşı önleyecek, dolayısıyla da bunun kendilerine ve güneş sistemi içindeki diğer uygarlıklara... yansıyacak zararlarını engelleyeceklermiş. Ve bu medyumlar, o federasyonların, o bilinçlerin emir ve güçleriyle de dünyada bir nevi modern peygamberlik görevi yapmakta, insanlığı bu yola iletmek için de tarikatlar, cemaatler kurmaktadırlar.Yine bu mesajlarda dinlerin (ve onu anlatan kutsal kitapların...), yaratıcının birer kuvvesi olan melekler olarak kendilerini tanıtan gerçekte ise, insanlığı saptırmak için uğraşan şeytaniyet vasıflı cinler olan bu uzaylı varlıkların, kendileri tarafından bazen uçan araçlardan (dairelerden) yayınladıklarıyla, bazen de bizzat yine kendileri tarafından, kimilerine göre onlar gibi birer uzaylı, kimilerine göre de, birer eski çağ medyumu olan peygamberler aracılığıyla gökten insanlığa indirildiğini ancak, bunların geçmişe hitap etmesi, insanlığın soru ve sorunlarına artık cevap verememesi (o dönemlerde kalmaları) dolayısıyla da misyonlarını tamamladıkları ve bu yüzden de gönderildikleri gibi aynı şekilde, şu anda kaldırıldıkları bunun yerine ise, günümüz modern anlayışına, teknolojisine uygun olarak, gelecek binlerce yıllık dönem boyunca insanlığa ışık ve yol gösterecek uzaylı yeni bir dinin sunulduğunun bildirilmesidir.
Geçmişte göklerden gönderdiklerini iddia ettikleri bu kitapların güya tüm sırlarına vakıf olduklarından da tebliğlerinde tüm bu dinlere ait kavramların sıradan anlamları dışında aslında (bunları cahilane ve insanlarla alay edercesine çarpıtarak) nelere işaret ettikleri, ne anlamlara geldikleri ve ölüm ötesi boyutlarda yaşamın ve insanların bu yaşamdaki durumları hakkında da oldukça kendilerince doğru bize, aklı başında olan her sıradan insana göre oldukça çelişkili bilgiler verilmektedir.
Yeri gelmişken cinlerin en güzel kandırma yöntemlerinden biri de, dikkati çekmeyecek, öncelikle derinliği fark edilemeyen birtakım gerçek ifadeleri saptırarak kelime oyunlarıyla anlam değişiklikleri yaratmaktır. Oysa biraz dikkatli
incelenecek olursa bunların aslında çok çok farklı şeyler oldukları kolaylıkla ortaya çıkacaktır.

RUHLARINDA NEFSİ VARDIR !! Es selâmu aleyke ya Üveys!.. Nasılsın ey kardeşim. Dedi ki: -Sana Allah esenlik versin ey Herem b. Hayan. Beni sana kim gösterdi. -Allah, dedim. Dedi ki: -Rabbimiz olan Allah münezzehtir. Rabbimizin vadi mutlaka yerine gelir. Dedim ki: -Allah sana rahmet etsin, adımı ve babamın adını nereden bildin?.. Allah’a yemin ederim ki bugüne kadar ben seni hiç görmedim, sen de beni görmedin. Dedi ki: -Nefsim senin nefsinle konuşunca, ruhum senin ruhunu tanıdı. Çünkü bedenlerin nefisleri olduğu gibi, ruhların da nefisleri vardır.

ARI YADA SİNEK OLMAK...SİZİN TERCİHİNİZ ????

Bir grup arıyla sineği bir şişeye koyuyorlar.
Şişenin taban tarafını ışığa doğru, açık olan ağız kısmını da karanlığa doğru yerleştiriyorlar.
Arıların hepsi ışık olan tarafa doğru üşüşüyorlar.
Ama şişenin tabanı cam ve onların da yabancısı olduğu bir madde olduğundan çıkmayı başaramıyorlar.
Bu arada sinekler, şişenin ağzına doluşuyorlar ve karanlıkta dışarı çıkıp kayboluyorlar.
Ağzı açık olan şişeden karanlık tarafa doğru tek bir arı bile gelmiyor.
Camın önünde ışığa doğru çabalarına devam ediyorlar.
İnsanın aklına hemen arıların akılsızca davrandıkları geliyor.
Ancak biraz derinlemesine düşününce, karşımıza dikilen gerçek çok daha farklı.
Çok basit gibi gelen bu deney beni oldukça düşündürdü.
Arıların ne kadar akıllı yaratıklar olduğunu hepimiz biliyoruz, sinekler ise malum.
Arılardan korkarız bizi sokarlar diye ama sineklerden midemiz bulanır, uzak durmaya çalışırız.
Evet, ışığa doğru yürüyenlerin önünde her zaman engeller olacaktır kuskusuz.
Onlar, engellere rağmen ışıktan vazgeçmeyenlerdir.
Ne tür engel olursa olsun önlerinde, çabalarını sürdürenlerdir.
Ve bu uğurda da gerektiğinde ölebilenlerdir.
Yürek, azim, sevgi, ilkeler, dürüstlüktür bunu yaptıran.
Kendine saygı, yasadığı topluma saygıdır.
Sinekler, karanlıkta sıvışan kaçaklardır, karanlığa yürüyenlerdir, karanlık düşüncelerdir.
Şişenin ağzının karanlığa bakmasının onlarca hiç bir önemi yoktur. Sinsi, ilkesiz, yüreksiz, korkak varlıklardır.
SADECE kendi yaşamları söz konusudur.
Nerede yemek varsa, nerede rahat yasayacaklarsa, nerede çok para kazanacaklarsa oraya giderler.
Onlar için karanlık olması önemli değildir açık ağızların, karanlık sığınaklarıdır cünkü, izlerini rahatça kaybettirirler.
Arıyı kovalamak isterseniz savaşır, engellere aldırmaz. Amacı sadece ışığa ulaşmaktır. İğnesini sapladığında öleceğini bilerek savaşır ve değerleri için ölür.
Ama sinekler kaçarlar.
Sonra yılışık yılışık tekrar dönerler kovaladığınız yere.
Her türlü pisliğe bulaşırlar, sonra da yiyeceklerinize, üstünüze,başınıza konarlar.
Arılar yumurtalarını yalnızca kovanlarına bırakırlar.
Oysa sinekler her yere yumurtlar, her yerde ürerler.
Onlar için asıl amaç çoğalmak ve yayılmaktır.
Girme şu alçakların hizmetine,
Konma sinek gibi pislik üstüne.
iki günde bir somun ye ne olur,
Yüreğinin kanını iç de boyun eğme…
Ömer Hayyam
Engellere rağmen ışığa yürüyenlere, ışığa ulaşmak için çabalayanlara ve ışık saçanlara.