Osmanlı Hanedanının Serencamesi
Yıl 1922. 30 Ağustos’ta büyük zafer kazanılmış, 9 Eylül’de de Yunanlılar İzmir’den çekilmiştir. Artık yeni kurulan devlet de kendi iç işleriyle uğraşabilecek, birtakım düzenlemeler yapabilecekti.
Yapılan bu düzenlemelerden ilki 1 Kasım 1922’de Rıza Nur ve 80 arkadaşının verdiği bir kanun teklifi ile saltanatın kaldırılması olmuştur. Kanunda saltanatın kaldırılmasının yanı sıra, “bu gün ve gecenin bayram olarak kabulü” de yer alıyordu. Böylece 623 yıl süren Osmanlı saltanatı bir gecede kaldırılmış ve kaldırıldığı gün büyük bir coşkuyla kutlanması amacıyla bayram kabul edilmişti. Ankara’da durum böyleydi. Ya İstanbul’da, yani kaldırılan saltanatın başkenti olan şehirde durum nasıldı?
İstanbul’da bulunan son Osmanlı padişahı Vahdeddin için zor günler başlamıştı. Saltanatın kaldırılmasını takip eden günlerde, saltanat taraftarı olarak bilinen eski nazırlardan Ali Kemal Bey yakalanıp İzmit’e götürülür ve askerler tarafından linç edilir. Artık saat Vahdeddin’in aleyhine işlemektedir. Saraya her gün Vahdeddin hakkında da iyi düşünülmediğine dair haberler gelmektedir.
16 Kasım günü, yani saltanatın kaldırılışından 15 gün sonra, TBMM’de Vahdeddin’i vatan hami olarak kabul eden “Hıyanet-i Vataniye kanunu” kabul edilir.
17 Kasımda ise Vahdeddin bir İngiliz zırhlısıyla vatanı terk etmekten başka çare bulamaz. Çünkü artık hayatı tehlikededir. Eğer birkaç gün daha beklemiş olsaydı tutuklanıp yargılanacak ve belki de idam edilecekti.
Vatandan bir İngiliz zırhlısıyla ayrılması onun İngilizlerle işbirliği yaptığını göstermez. Çünkü o dönemde denizlerde emniyetle seyahat edebilmek için itilaf devletleri gemilerine binmek zaruriydi. Hatta Kurtuluş Savaşı sırasında, çeşitli konferans ve barış görüşmelerine giden Türk heyetleri, o zaman düşmanımız olan İtalyan gemilerini kullanırlardı.
Vahdeddin ise o zaman için en emniyetli vasıta olarak bir İngiliz gemisiyle ayrılmış, üstelik İngiltere’ye değil İtalya’ya gitmiştir. Bütün bunlar, Vahdeddin’in İngilizlerle işbirliği yapmayıp vatana ihanet etmediğinin önemli bir delilidir.
İşte böyle başlıyordu Osmanoğullarının gurbet yılları. Vahdeddin’in ülkeden ayrılışından iki yıl sonra, 4 Mart 1924 de çıkarılan bir başka kanunla Halifelik makamı da kaldırılıyor ve Osmanlı hanedanına mensup bütün fertlerin vatandaşlıklarının düşürülüp, sınır dışına çıkarılmasına karar veriliyordu. Osmanoğullarına vatanı terk etmeleri için 10 günlük süre veriliyordu ama uygulama hiç de bu şekilde olmamıştı.
Kanunun kabul edildiği gece, daha resmi gazete yayınlanmadan, İstanbul Valisi Haydar Bey ve Emniyet Müdürü Sadeddin Bey, Vahdeddin’den sonra halife seçilen Abdülmecid Efendiyi, yakınlarından birkaç kişiyi de yanına alarak birkaç saat içinde İstanbul’u terk etmeye zorlarlar.
Halife Abdülmecid, İstanbul’dan otomobille Çatalca’ya götürülüp, oradan İstanbul’dan gelen trene bindirilir. Bunda maksad, halkın durumu haber alıp trenin yolunu kesmesi ve Abdülmecit’in yurt dışına çıkarılmasını engellemeleri korkusuydu. Bundan sonrasını Abdülmecit Efendinin hususi kâtibi Nigar Bey’in hatıralarından okuyalım:
“Rumeli Demiryolları Şirketi’nin oradaki amiri meğer bir Musevi vatandaşımızmış. Efendimiz ve ailesi azasının dinlenmelerine elverişli başka bir yer bulunmadığı için, üst kattaki dairesini böyle habersiz gelen yüksek misafirlerinin istirahatına tahsis etti. Çoluk çocuğuyla i’zâz ve ikramlara koyuldu. İçten gelen bu saygı sevgi ve yardımlara Efendimiz tarafından takdirle teşekkür ettiğimiz zaman da;
‘-Osmanlı hanedanı Türkiye Yahudilerinin velinimetidir. Atalarımız İspanya’dan sürüldükleri, kendilerini koruyacak bir ülke aradıkları zaman, onları yok olmaktan kurtardılar, devletlerinin gölgesinde tekrar can, mal ve ırz emniyetine, din, dil hürriyetine kavuşturdular. Onlara bu kara günlerinde elimizden geldiği kadar hizmet etmek bizim için vicdan borcudur’ dedi ve gözlerimizi yaşarttı.”
Bunları söyleyen Musevi asıllı bir Osmanlı vatandaşıydı. Hem de Osmanlı hanedanının son temsilcisi, kendi soydaşları tarafından bir düşman gibi sınır dışı edilmek üzere iken.
Altı asır boyunca yaşadıkları idare ettikleri vatanlarını terk etmek zorunda kalan Osmanoğullarından, kimi İtalya’ya, kimi Fransa’ya, kimi de Filistin’e yerleşip oralarda yaşamaya başladılar. Hemen hepsi binbir zorluk içinde, fakirlik çekerek yaşadılar. İşte onların hayatlarından birkaç tablo:
Son halife Abdülmecid 1944 yılında Paris’de vefat etti. Nâşı Türkiye’ye kabul edilmediği için Medine’de defnedildi.
İtalya kralı Viktor Emmanuel, veliaht iken Truva harabelerini ziyaret etmek için Türkiye’ye gelir. Sultan II. Abdülhamid mihmandar olarak şehzade Vahdeddin’i vazifelendirir. İşte İtalya kralı Viktor Emmanuel ile Vahdeddin arasındaki eskiye dayanan böyle bir yakınlık vardır. Vahdeddin ülkeden ayrılınca tekrar İtalya’ya, Hicaz’a ve son olarak da İtalya’ya gider.
Vahdeddin İtalya’da iken büyük mali sıkıntı içine girer. Çünkü vatandan ayrılırken yanına sadece şahsi parasını almıştır. Hazinede bulunan ve Vahdeddin’in torunlarını bile lüks içinde yaşatmaya yetecek kadar değerli mücevherlere ve taşlara dokunmamıştır bile.
Yukarıda belirttiğimiz gibi Sultan Vahdeddin yurdu terkederken, yanına saraydan hiçbir değerli eşya almamıştı. Yakınları ona, hiç olmazsa atalarına başka ülke kralları tarafından hediye edilen ve kendilerine miras olarak kalan bazı değerli eşyayı yanma almasını teklif edince, Sultan Vahdeddin şu cevabı verir:
-“Haklısınız, bunlar hesabını kimseye vermekle mükellef olmadığımız şahsi malımızdır. Fakat ecdadım bu milletin hükümdarları olmasaydılar onlara bu hediyeleri kim verirdi? Bu yüzden bu kıymetli ve paha biçilmez eşyada benim kadar milletimin de hakkı vardır. Bu ihaneti kabul edemem.”
Son Osmanlı padişahı Vahdeddin, 1926 yılında İtalya’nın San Remo şehrinde vefat etti. Vasiyeti Şam’daki Selahaddin Eyyubi türbesine gömülmekti. Ama türbede yer olmadığı için Sultan Selim Camii’nin avlusundaki mezarlığa gömüldü. İşin en acı tarafı ise, hayatta çektiği acılar yetmiyormuş gibi, mezarının bulunduğu yerin daha sonraları park yeri haline getirilmiş olmasıdır.
Yurt dışında çok zorluklar çeken bir başka hanedan üyesi de Sultan V. Murat’ın oğlu Osman Fuad Efendi idi. İstanbul’da Merkez Komutanlığı, Trablus’da Osmanlı ordusu komutanlığı yapan Prens Osman Fuad, 76 yaşına geldiğinde, Paris’te 3. sınıf bir otel odasında kalmaktaydı. O zamana kadar pek çok Avrupa ülkesinde zorluk dolu yıllar geçirmişti.
Bir gün otel odasının kapısı çalınır. Gelen otelin müdiresidir.
-Yarın sabaha kadar iki haftalık otel borcunuzu kapatmanızı istiyorum. Aksi takdirde odanın boşaltmak zorunda kalacağız.
Odada küçücük bir yatak, bir lavabo ve iki iskemleden başka eşya yoktu. Yatak üzerinde pijaması ile oturan Prens Osman Fuad’ın ağzından tek laf çıkmamıştı. Sonra kendi kendine:
- Bu hal kimin akıma gelirdi. Prens Osman Fuad’ın bir gün gelip Paris’te 3. sınıf bir otel odasından kovulacağı.
Evet, V. Murad’ın oğlu 76 yaşındaki Prens Osman Fuad tek başına yaşıyordu bu basit otel odasında, arayanı soranı olmadan.
Diğer hanedan üyelerinin çektikleri sıkıntılar, maruz kaldıkları zorluklar bundan farklı değildi. Onlar da dünyanın dört bir yanına dağılmış aynı kaderi paylaşıyorlardı.
1950 yılında Demokrat Parti iktidara gelmişti. Adnan Menderes iktidarının ilk yıllarında Fransa’ya bir seyahat yapmıştı. Menderes bu seyahat sırasında, Türk büyük elçisine Fransa’da yaşayan Osmanlı hanedanı mensuplarının durumlarını anlatan bir rapor hazırlattı.
Raporu okuyan Menderes son derece üzülmüştü. Çünkü bu ülkeyi 623 yıl idare etmiş bir hanedanın mensupları Fransa’da sefalet iğinde yaşıyordu. Osmanoğullarına mensup kadınlardan bazıları Fransız ordusunda bulaşıkçılık yapıyordu. Bu milletin Osmanoğullarına vefa borcu böyle mi ödenmeliydi?
Menderes yurda döner dönmez zamanın Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın yanına gitti ve Fransa’daki büyükelçimizin hazırladığı raporu sunarak durumu arz etti:
- Bir kanun çıkararak Osmanoğullarının yurda dönmesine izin verelim. Pek çoğu sefil bir hayat yaşıyor. Bu insanlar buna layık değil. Buraya getirip hiç olmazsa kendi ordumuzda bulaşıkçı yapalım.
Bu teklif karşısında Celal Bayar biraz düşündü. Menderes haklı olabilirdi, fakat dönemin zihniyeti böyle bir şeye izin vermezdi. Ve sonunda Menderes’e cevap verdi:
-Bunu yapmamız mümkün değil.
Menderes hemen oradan bir kâğıt aldı. İstifa dilekçesini yazıp masanın üzerinde duran raporun yanına koydu. Bayar şaşkındı. Birşey söylemesine fırsat kalmadan Menderes odadan çıkıp gitmişti.
Menderes’in istifa haberi devlet erkânı arasında şok meydana getirdi. Yakınlarının ve bazı devlet erkânının araya girmesiyle Menderes istifasını geri almaya razı edildi. Bayar da bir kanun çıkartarak Osmanoğullarından sadece kadınların Türkiye’ye dönmelerine izin verdi. Yıl 1952...
1974 yılında çıkarılan bir kanunla da hanedana mensup erkeklerin de ülkeye dönmelerine izin verilmiştir. Ancak burada malları ve mülkleri yok pahasına satılan ve gittikleri ülkelerde kendi hayat düzenlerini oturtmuş olan bu insanlardan pek azı ülkeye geri dönmüştür.
Hanedan mensuplarının kimi Paris’te, kimi Amerika’da, kimi Bulgaristan’da öldü. Ama hiçbiri Türkiye’de gömülmedi. Cenazeleri Mısır’a, Medine’ye, Şam’a gönderilip, oralarda defnedildi. Bu insanlar buna layık mıydı? Vatana ihanet mi? Rejimi değiştirmek için isyan mı? Hayır! Tek suçlan Osmanlı soyuna mensup olmaktı.
İhsan ÇOMAK