RIZIK GENİŞLİĞİ VE BEREKET İÇİN 10 TAVSİYE
1- Namazı tadili erkan ile kılmak. Hadis- Şerifte “Bir adamı namazın ruku ve secdesini hafifletir (tadili erkanı terk eder) görürseniz onun çoluk çocuğuna acıyınız”(Ruhul Beyan) Yani tadili erkanı terk eden maişet darlığına düşer, tadili erkana riayet eden ise maişet genişliğine kavuşur.
2- Zekatını tam, hatta fazla fazla vermek. Malın şükrü mal iledir. Yani zekat, malın şükrüdür. Toprak mahsullerinin zekatı onda birdir ve “öşür” diye isimlendirilmiştir, ticari malların ve paranın zekatı ise kırkta birdir. Şükür ise malın artmasına sebeptir. Ayeti Kerimede “…Eğer nimetime şükrederseniz onu elbette ve elbette çoğaltırım…” (Sure-i İbrahim 7) buyurmuştur. Yani zekat, malı hem telef olmaktan muhafaza eder, hem de ilahi hazineden artmasını temin eder,
3- Sabah vakti uyanık olmak. Hadis-i Şerif “Sabah uykusu rızka manidir” (Tergib) Yani bir müslüman sabah namazını ve manevi ilticalarını ihmal etmemelidir.
4- Vakıa suresini okumaya devam etmek. Hadisi Şerif “Kim ki vakıa süresini her gece okursa ona ebediyyen sefalet isabet etmez, kim ki bu sureyi her sabah okursa ona ebediyyen fakirlik yaklaşmaz.” (Havassul Kuran-İmamı Ya’fi)
5- Duha namazına devam etmek. Duha namazı güneş doğduktan 45dakika sonra başlayıp öğle namazına 15 dakika kalıncaya kadar kılınan ve en büyük fiili teşekkür olan 6 rekatlık nafile namazdır. Duha (teşekkür) namazının ilahi ücretinin %75’i dünyada verilir.
6- Geçim darlığı çeken ve borçlarını ödemekte zorlanan kimselerin rızası için kurban keserek ve o kurbanı tasadduk ederek tıkanıklığı açmaya çalışmaları ehlullahın tavsiyesidir.
7- Güneş doğarken 1 “Euzu”, 300 “besmele” ve 100 “salavat-ı şerife” okumaya devam edenleri ummadıkları yerden Allahu Teala rızıklandırır ve bir sene geçmeden zengin (nisaba malik) hale getirir.(Tefcirut Tesnim Sh.18)
8- Namazlardan sonra okunması sünnet olan tesbihatı (33 sübhanellah, 33 elhamdülillah, 33 -u Ekber) okumayı asla terke etmemek. Çünkü kelime-i tenzih (sübhanellah) günahları söküp atar, kelime-i tahmid (Elhamdülillah) her türlü nimete şükürdür, kelime-i tekbir (Allahu Ekber) ise kulun ibadetini ve tevbesini Allahu Tealaya layık hale getirir.
9- Yemeklerden sonra mutlaka yemek duası yapmak. (Mümkünse Hz.Üstazımın tavsiye ettiği yemek duasını okumak) Çünkü bu dua hem şükür hem de rızık duasıdır. Duaya başlarken 3 kere “elhamdülillah” denilmesinde ki hikmet: Kul birinci defa ‘elhamdülillah’ dediğinde Cenab-ı Hak ‘Kulumun şükrü bana ulaştı’ der, ikinci defa ‘elhamdülillah’ dediğinde ‘sana nimetlerimi artıracağım’der, üçüncü defa ‘elhamdülillah’ dediğinde ise ‘kulumu affettim’der.
10- Nimeti israf etmemek, ayakta su içmemek, ekmek kırığını toplamak ve tabağı sünnetlemek.
1- Namazı tadili erkan ile kılmak. Hadis- Şerifte “Bir adamı namazın ruku ve secdesini hafifletir (tadili erkanı terk eder) görürseniz onun çoluk çocuğuna acıyınız”(Ruhul Beyan) Yani tadili erkanı terk eden maişet darlığına düşer, tadili erkana riayet eden ise maişet genişliğine kavuşur.
2- Zekatını tam, hatta fazla fazla vermek. Malın şükrü mal iledir. Yani zekat, malın şükrüdür. Toprak mahsullerinin zekatı onda birdir ve “öşür” diye isimlendirilmiştir, ticari malların ve paranın zekatı ise kırkta birdir. Şükür ise malın artmasına sebeptir. Ayeti Kerimede “…Eğer nimetime şükrederseniz onu elbette ve elbette çoğaltırım…” (Sure-i İbrahim 7) buyurmuştur. Yani zekat, malı hem telef olmaktan muhafaza eder, hem de ilahi hazineden artmasını temin eder,
3- Sabah vakti uyanık olmak. Hadis-i Şerif “Sabah uykusu rızka manidir” (Tergib) Yani bir müslüman sabah namazını ve manevi ilticalarını ihmal etmemelidir.
4- Vakıa suresini okumaya devam etmek. Hadisi Şerif “Kim ki vakıa süresini her gece okursa ona ebediyyen sefalet isabet etmez, kim ki bu sureyi her sabah okursa ona ebediyyen fakirlik yaklaşmaz.” (Havassul Kuran-İmamı Ya’fi)
5- Duha namazına devam etmek. Duha namazı güneş doğduktan 45dakika sonra başlayıp öğle namazına 15 dakika kalıncaya kadar kılınan ve en büyük fiili teşekkür olan 6 rekatlık nafile namazdır. Duha (teşekkür) namazının ilahi ücretinin %75’i dünyada verilir.
6- Geçim darlığı çeken ve borçlarını ödemekte zorlanan kimselerin rızası için kurban keserek ve o kurbanı tasadduk ederek tıkanıklığı açmaya çalışmaları ehlullahın tavsiyesidir.
7- Güneş doğarken 1 “Euzu”, 300 “besmele” ve 100 “salavat-ı şerife” okumaya devam edenleri ummadıkları yerden Allahu Teala rızıklandırır ve bir sene geçmeden zengin (nisaba malik) hale getirir.(Tefcirut Tesnim Sh.18)
8- Namazlardan sonra okunması sünnet olan tesbihatı (33 sübhanellah, 33 elhamdülillah, 33 -u Ekber) okumayı asla terke etmemek. Çünkü kelime-i tenzih (sübhanellah) günahları söküp atar, kelime-i tahmid (Elhamdülillah) her türlü nimete şükürdür, kelime-i tekbir (Allahu Ekber) ise kulun ibadetini ve tevbesini Allahu Tealaya layık hale getirir.
9- Yemeklerden sonra mutlaka yemek duası yapmak. (Mümkünse Hz.Üstazımın tavsiye ettiği yemek duasını okumak) Çünkü bu dua hem şükür hem de rızık duasıdır. Duaya başlarken 3 kere “elhamdülillah” denilmesinde ki hikmet: Kul birinci defa ‘elhamdülillah’ dediğinde Cenab-ı Hak ‘Kulumun şükrü bana ulaştı’ der, ikinci defa ‘elhamdülillah’ dediğinde ‘sana nimetlerimi artıracağım’der, üçüncü defa ‘elhamdülillah’ dediğinde ise ‘kulumu affettim’der.
10- Nimeti israf etmemek, ayakta su içmemek, ekmek kırığını toplamak ve tabağı sünnetlemek.
124
[9:52:23 PM]KIBRIT-İ AHMER:
#ÎTİKÂFIN_FAZÎLETİ...
İhlâs ile yapılan îtikâf en fazîletli amellerdendir. Çünkü bunda kalbi dünya meşgalelerinden boşaltmak ve nefsi Mevlâ’ya teslim etmek vardır.
Tâbiîn’den Atâ (rah.) dedi ki:
“Îtikâf yapan kişi, bir işi için büyüklerden birisinin kapısına varan ve ‘İhtiyâcımı halledinceye kadar buradan ayrılmayacağım’ diyerek orada oturan kimse gibidir.
Aynı şekilde, îtikâf yapan kimse de Allâhü Teâlâ’nın beytinde (mescidde) oturur ve ‘Beni affedinceye kadar buradan ayrılmayacağım.’ diye niyaz eder.”
Resûlullah Efendimiz (s.a.v.) buyurdular ki:
“Kim, bir kardeşinin ihtiyacını halletmek için uğraşırsa, sanki yirmi sene îtikâf yapmış gibi sevap alır. Kim de bir gün îtikâf yaparsa, Cenâb-ı Hak onunla cehennem arasında üç hendek yaratır ki her iki hendeğin arası doğu ile batı arası kadar uzaktır.”
Îtikâfta nefsi ezmek, kahretmek ve dünyâdan yüz çevirmek vardır ki, bu, sıdk (doğruluk) ve ihlâsın ilk adımıdır. Yine îtikâfta, Allâhü Teâlâ’nın rahmetine yaklaşmak, ona tevekkül etmek ve yaşamaya yetecek kadar rızka râzı olmak vardır.
Îtikâf yapan, bütün vakitlerini namaza tahsis etmiş demektir. Çünkü o, namaz kılmadığı vakitlerde de mescit içerisinde namazı bekler bir hâldedir. Bu bekleme ise namaz hükmündedir.
Resûlullah Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem), irtihâl edinceye kadar Ramazân-ı Şerîf’in son on gününde îtikâfa girmişlerdi. Resûlullah Efendimizden (s.a.v.) sonra da ezvâc-ı mütahharât (mübârek hanımları) irtihallerine kadar îtikâfa girmeye hep devam etmişlerdir.
Bir müminin, böyle kudsî bir mahalde, Rabbine olanca varlığıyla yönelip, saf bir kalp ve nezih bir lisanla, bir müddet ibâdet ve tâatte bulunarak mânevî bir zevke dalması pek müstesnâ bir ganîmettir.
Îtikâf, vâcip kuvvetinde sünnet-i müekkededir. Bir memlekette yapılmazsa felâket-i umûmî zuhûr eder. Belâyı defetmek için muhakkak yapılmalıdır.
İhlâs ile yapılan îtikâf en fazîletli amellerdendir. Çünkü bunda kalbi dünya meşgalelerinden boşaltmak ve nefsi Mevlâ’ya teslim etmek vardır.
Tâbiîn’den Atâ (rah.) dedi ki:
“Îtikâf yapan kişi, bir işi için büyüklerden birisinin kapısına varan ve ‘İhtiyâcımı halledinceye kadar buradan ayrılmayacağım’ diyerek orada oturan kimse gibidir.
Aynı şekilde, îtikâf yapan kimse de Allâhü Teâlâ’nın beytinde (mescidde) oturur ve ‘Beni affedinceye kadar buradan ayrılmayacağım.’ diye niyaz eder.”
Resûlullah Efendimiz (s.a.v.) buyurdular ki:
“Kim, bir kardeşinin ihtiyacını halletmek için uğraşırsa, sanki yirmi sene îtikâf yapmış gibi sevap alır. Kim de bir gün îtikâf yaparsa, Cenâb-ı Hak onunla cehennem arasında üç hendek yaratır ki her iki hendeğin arası doğu ile batı arası kadar uzaktır.”
Îtikâfta nefsi ezmek, kahretmek ve dünyâdan yüz çevirmek vardır ki, bu, sıdk (doğruluk) ve ihlâsın ilk adımıdır. Yine îtikâfta, Allâhü Teâlâ’nın rahmetine yaklaşmak, ona tevekkül etmek ve yaşamaya yetecek kadar rızka râzı olmak vardır.
Îtikâf yapan, bütün vakitlerini namaza tahsis etmiş demektir. Çünkü o, namaz kılmadığı vakitlerde de mescit içerisinde namazı bekler bir hâldedir. Bu bekleme ise namaz hükmündedir.
Resûlullah Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem), irtihâl edinceye kadar Ramazân-ı Şerîf’in son on gününde îtikâfa girmişlerdi. Resûlullah Efendimizden (s.a.v.) sonra da ezvâc-ı mütahharât (mübârek hanımları) irtihallerine kadar îtikâfa girmeye hep devam etmişlerdir.
Bir müminin, böyle kudsî bir mahalde, Rabbine olanca varlığıyla yönelip, saf bir kalp ve nezih bir lisanla, bir müddet ibâdet ve tâatte bulunarak mânevî bir zevke dalması pek müstesnâ bir ganîmettir.
Îtikâf, vâcip kuvvetinde sünnet-i müekkededir. Bir memlekette yapılmazsa felâket-i umûmî zuhûr eder. Belâyı defetmek için muhakkak yapılmalıdır.
--- Monday, May 11, 2020 ---
106
[3:57:29 AM]KIBRIT-İ AHMER:
Ahir zamanda en çok terk edilecek şey…..
Bil ki, âhir zamanda en çok terk edilecek şey; Kur’ân-ı kerim ile amel etmektir.
Zira muhakkak ki saidlerden sonra eşkiyâ gelecektir. Bu eşkiyâ dünyanın süsleri (ve mallarına) aldandılar.
İsmail Hakkı Bursevi (k.s. ) Ruhu’l Beyan Tefsiri: 9/421.
Bil ki, âhir zamanda en çok terk edilecek şey; Kur’ân-ı kerim ile amel etmektir.
Zira muhakkak ki saidlerden sonra eşkiyâ gelecektir. Bu eşkiyâ dünyanın süsleri (ve mallarına) aldandılar.
İsmail Hakkı Bursevi (k.s. ) Ruhu’l Beyan Tefsiri: 9/421.
108
[4:08:36 AM]KIBRIT-İ AHMER:
*Hadis-i Şerif*
:black_small_square:Peygamber Efendimiz(S.A.V) buyuruyorlar ki;
》Ben Cebrâil(a.s)'a sadakadan sordum. Cebrâil(a.s) Muhakkak sadaka dört vecih üzeredir.
•Sadaka vardır mükâfatı 10 mislidir.
•Sadaka vardır mükâfatı 70 mislidir.
•Sadaka vardır mükâfatı 700 mislidir.
•Sadaka vardır mükâfatı 7000 mislidir.
•Mükâfatı 10 misli olan sadaka fukaraya verilen sadakadır.
•Mükâfatı 70 misli olan sadaka akrabaya verilen sadakadır.
•Mükâfatı 700 misli olan sadaka gazilere verilen sadakadır.
•Mükâfatı 7000 misli olan sadaka TALEBEYİ ULÛM'a verilen sadakadır.
(Mecâlisi Hayriyye Syf.56)
GÜNÜNÜZ BEREKETLİ
ORUÇLARIMIZ VE DUALARIMIZ KABUL
OLSUN İNŞAALLAH
:black_small_square:Peygamber Efendimiz(S.A.V) buyuruyorlar ki;
》Ben Cebrâil(a.s)'a sadakadan sordum. Cebrâil(a.s) Muhakkak sadaka dört vecih üzeredir.
•Sadaka vardır mükâfatı 10 mislidir.
•Sadaka vardır mükâfatı 70 mislidir.
•Sadaka vardır mükâfatı 700 mislidir.
•Sadaka vardır mükâfatı 7000 mislidir.
•Mükâfatı 10 misli olan sadaka fukaraya verilen sadakadır.
•Mükâfatı 70 misli olan sadaka akrabaya verilen sadakadır.
•Mükâfatı 700 misli olan sadaka gazilere verilen sadakadır.
•Mükâfatı 7000 misli olan sadaka TALEBEYİ ULÛM'a verilen sadakadır.
(Mecâlisi Hayriyye Syf.56)
GÜNÜNÜZ BEREKETLİ
ORUÇLARIMIZ VE DUALARIMIZ KABUL
OLSUN İNŞAALLAH
101
[11:38:56 AM]KIBRIT-İ AHMER:
İTİKÂF
BİR MEMLEKETTE hiç KİMSE İTİKÂFTA BULUNMAYACAK OLURSA, UMÛMÎ FELÂKETLER ZUHÛR EDER:point_up:🏼
İtikâf lugatte bir şeye devam etmek, bir yerde kendini hapsederek durup beklemektir.
İslâm dîninde ise itikâf, Cemaatle beş vakit namaz kılınan câmi-mescid veya bu hükümdeki bir yerde itikâf niyetiyle durmak demektir.
Şer’î ıstılahta ise itikâf; cemaatle beş vakit namaz kılınan câmi-mescid veya bu hükümdeki bir yerde itikâf niyetiyle (ibâdet ve tâat kastıyla), bir süre durup oturmaktır.
Evlerde ise yalnız kadınlar itikâf edebilirler. Bu ibâdeti îfa eden kimseye de, mutekif yani itikâf yapan denir.
Kadınlar evlerinde namazgâh edindikleri oda veya köşelerinde itikâfa girerler.
İtikâf, kitap ve sünnetle meşrûdur. İhlâsla yerine getirildiği takdirde amellerin en şereflilerindendir.
İtikâf, kalbi dünya işlerinden boşaltmak, nefsi Mevlâya teslim etmek gibi bir güzelliği vardır.
İtikâfa giren, Allah’ın evinde ibâdete devam edip onun metîn kalesine ilticâ etmiş olur.
İslâm büyüklerinden Atâ' rahimehullah şöyle diyor: İtikafta bulunan Müslüman, büyük bir kapı önünde hâcet dileyen kimseye benzer. Sanki, Rabbim beni mağfiret etmedikçe buradan ayrılmam demektedir.
İtikâf, sayesinde müminin mâneviyâtı yükselir, kalbi nurlanır, İlâhî feyizlere mazhar olur.
*
İtikâf; vâcip, sünnet-i müekkede ve müstehap olmak üzere üç kısma ayrılır.
Nezredilen itikâf vâciptir.
Vâcip olan itikâfın sıhhati için oruçlu bulunmak lâzımdır; ancak orucun sehven bozulması itikâfa zarar vermez.
Diğer itikâflar içinse oruç şart değildir. Çünkü onlar için bir müddet yoktur. Hatta câmiden çıkıncaya kadar bile itikâfa niyet edebilir.
Ramazân-ı şerifin son on gününde itikâf, kifâye yoluyla müekked bir sünnettir. Buhârî ve Müslim’de rivâyet üzere Peygamberimiz (s.a.v.), Medîne’yi teşriflerinden vefatlarına kadar Ramazanın son on gününde itikâfa devam etmişlerdir. Bunun için İmam Zührî (rh.) demiştir ki, Acaba insanlar itikâfı nasıl terkediyorlar? Halbuki Rasûlüllah (s.a.v.), bazı şeyleri yapar, terkederdi. İtikâfı ise, vefatlarına kadar terketmediler. [Buhârî, Sahih, İtikâf, 6; Müslim, Sahih, İtikâf 5]
Eğer bir memlekette hiç kimse itikâfta bulunmayacak olursa, umûmî felâketler zuhûr eder. Gelmesi muhtemel bu felâket ve belâları def’etmek için, mutlaka itikâf yapılmalıdır.:point_up:🏼
Mutekif, tuvalet ihtiyacı gibi tabiî, câminin yıkılması gibi zarûri, bir zâlimin zorla câmiden gibi cebrî yahut nefsi ve malı hakkında korku bulunması gibi sebepler dışında câmiden çıkamaz. Şâyet çıkarsa vâcip olan itikâf fâsid, diğer itikâflar da son bulmuş olur.
İtikâfta bulunan kimse; yemeyi-içmeyi, uyumayı, kendisi ve âilesi için muhtaç olduğu alış-verişi câmide yapabilir. Fakat ticaret maksadıyla mal hazırlamak, alış-veriş etmek, ibâdet ve tâat inancıyla susmak, veya mâlâyâni konuşmak mekruhtur.Cinsî temasta bulunmak ise, veya inzalle neticelenen şeyler haram olup itikâfı bozar.
Bir itikâfın en az müddeti, İmâm Ebû Yûsuf’a (rh.) göre, bir gündür. İmâm Muhammed’e (rh.) göre ise, az bir zamandır. Bu itibarla, câmilere-mescidlere girerken, ‘Buradan çıkıncaya kadar itikâfa niyet ettim’ denilebilir.
Böylece oralarda konuşacağımız dünya kelâmı da haram olmaktan çıkar.
Zira aksi takdirde, ibâdethânelerde dünya kelâmı konuşmak helâl olmaz. Ancak burada dikkat etmemiz gereken bir husus var; o da, niyetteki çıkıncaya kadar ifadesini unutmamak...
Şayet bu kayıt söylenmezse, niyet mutlak olur. Mutlak itikâf ise, yukarıda da ifade ettiğimiz üzere, on gündür. O takdirde, Mutlak kemâle masruftur kâidesince, itikâfta on gün durmak îcap eder.
*
Maddeler halinde açıklama
1- Vacip olan itikâf: Adak olan itikâf vaciptir. Bu, en az bir gün olur ve gündüz oruçla geçirilir. Hz. Ömer, Rasûlullah Efendimizden (s.a.v.), "Cahiliyye devrinde Mescid-i Haram'da bir gece itikâfta bulunmayı adamıştım; ne yapayım" diye sormuş Efendimiz (s.a.v.); "Adağını yerine getir" buyurmuştur. [Buhârı, Sahih, itikâf, 16; Ahmed b. Hanbel, ll, 10]
***
2- Sünnet olan itikâf: Ramazan'ın son on gününde itikâfa girmek sünnettir. Hz. Âîşe'nin rivayet ettiğine göre Rasûl-i Kibriyâ (s.a.v.) orucun farz kılınmas
BİR MEMLEKETTE hiç KİMSE İTİKÂFTA BULUNMAYACAK OLURSA, UMÛMÎ FELÂKETLER ZUHÛR EDER:point_up:🏼
İtikâf lugatte bir şeye devam etmek, bir yerde kendini hapsederek durup beklemektir.
İslâm dîninde ise itikâf, Cemaatle beş vakit namaz kılınan câmi-mescid veya bu hükümdeki bir yerde itikâf niyetiyle durmak demektir.
Şer’î ıstılahta ise itikâf; cemaatle beş vakit namaz kılınan câmi-mescid veya bu hükümdeki bir yerde itikâf niyetiyle (ibâdet ve tâat kastıyla), bir süre durup oturmaktır.
Evlerde ise yalnız kadınlar itikâf edebilirler. Bu ibâdeti îfa eden kimseye de, mutekif yani itikâf yapan denir.
Kadınlar evlerinde namazgâh edindikleri oda veya köşelerinde itikâfa girerler.
İtikâf, kitap ve sünnetle meşrûdur. İhlâsla yerine getirildiği takdirde amellerin en şereflilerindendir.
İtikâf, kalbi dünya işlerinden boşaltmak, nefsi Mevlâya teslim etmek gibi bir güzelliği vardır.
İtikâfa giren, Allah’ın evinde ibâdete devam edip onun metîn kalesine ilticâ etmiş olur.
İslâm büyüklerinden Atâ' rahimehullah şöyle diyor: İtikafta bulunan Müslüman, büyük bir kapı önünde hâcet dileyen kimseye benzer. Sanki, Rabbim beni mağfiret etmedikçe buradan ayrılmam demektedir.
İtikâf, sayesinde müminin mâneviyâtı yükselir, kalbi nurlanır, İlâhî feyizlere mazhar olur.
*
İtikâf; vâcip, sünnet-i müekkede ve müstehap olmak üzere üç kısma ayrılır.
Nezredilen itikâf vâciptir.
Vâcip olan itikâfın sıhhati için oruçlu bulunmak lâzımdır; ancak orucun sehven bozulması itikâfa zarar vermez.
Diğer itikâflar içinse oruç şart değildir. Çünkü onlar için bir müddet yoktur. Hatta câmiden çıkıncaya kadar bile itikâfa niyet edebilir.
Ramazân-ı şerifin son on gününde itikâf, kifâye yoluyla müekked bir sünnettir. Buhârî ve Müslim’de rivâyet üzere Peygamberimiz (s.a.v.), Medîne’yi teşriflerinden vefatlarına kadar Ramazanın son on gününde itikâfa devam etmişlerdir. Bunun için İmam Zührî (rh.) demiştir ki, Acaba insanlar itikâfı nasıl terkediyorlar? Halbuki Rasûlüllah (s.a.v.), bazı şeyleri yapar, terkederdi. İtikâfı ise, vefatlarına kadar terketmediler. [Buhârî, Sahih, İtikâf, 6; Müslim, Sahih, İtikâf 5]
Eğer bir memlekette hiç kimse itikâfta bulunmayacak olursa, umûmî felâketler zuhûr eder. Gelmesi muhtemel bu felâket ve belâları def’etmek için, mutlaka itikâf yapılmalıdır.:point_up:🏼
Mutekif, tuvalet ihtiyacı gibi tabiî, câminin yıkılması gibi zarûri, bir zâlimin zorla câmiden gibi cebrî yahut nefsi ve malı hakkında korku bulunması gibi sebepler dışında câmiden çıkamaz. Şâyet çıkarsa vâcip olan itikâf fâsid, diğer itikâflar da son bulmuş olur.
İtikâfta bulunan kimse; yemeyi-içmeyi, uyumayı, kendisi ve âilesi için muhtaç olduğu alış-verişi câmide yapabilir. Fakat ticaret maksadıyla mal hazırlamak, alış-veriş etmek, ibâdet ve tâat inancıyla susmak, veya mâlâyâni konuşmak mekruhtur.Cinsî temasta bulunmak ise, veya inzalle neticelenen şeyler haram olup itikâfı bozar.
Bir itikâfın en az müddeti, İmâm Ebû Yûsuf’a (rh.) göre, bir gündür. İmâm Muhammed’e (rh.) göre ise, az bir zamandır. Bu itibarla, câmilere-mescidlere girerken, ‘Buradan çıkıncaya kadar itikâfa niyet ettim’ denilebilir.
Böylece oralarda konuşacağımız dünya kelâmı da haram olmaktan çıkar.
Zira aksi takdirde, ibâdethânelerde dünya kelâmı konuşmak helâl olmaz. Ancak burada dikkat etmemiz gereken bir husus var; o da, niyetteki çıkıncaya kadar ifadesini unutmamak...
Şayet bu kayıt söylenmezse, niyet mutlak olur. Mutlak itikâf ise, yukarıda da ifade ettiğimiz üzere, on gündür. O takdirde, Mutlak kemâle masruftur kâidesince, itikâfta on gün durmak îcap eder.
*
Maddeler halinde açıklama
1- Vacip olan itikâf: Adak olan itikâf vaciptir. Bu, en az bir gün olur ve gündüz oruçla geçirilir. Hz. Ömer, Rasûlullah Efendimizden (s.a.v.), "Cahiliyye devrinde Mescid-i Haram'da bir gece itikâfta bulunmayı adamıştım; ne yapayım" diye sormuş Efendimiz (s.a.v.); "Adağını yerine getir" buyurmuştur. [Buhârı, Sahih, itikâf, 16; Ahmed b. Hanbel, ll, 10]
***
2- Sünnet olan itikâf: Ramazan'ın son on gününde itikâfa girmek sünnettir. Hz. Âîşe'nin rivayet ettiğine göre Rasûl-i Kibriyâ (s.a.v.) orucun farz kılınmas
Unread messages
106
[11:38:56 AM]KIBRIT-İ AHMER:
ından ömrünün sonuna kadar Ramazan aylarının son on gününde itikâfa girmiştir. [Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 67, 129]
Bir yerleşim merkezinde bulunan Müslümanlardan birisi bu sünneti yerine getirirse, diğerleri üzerinden bu vazife düşer. Bu duruma göre, her yerleşim birimi için itikâf sünnet-i kifâye hükmündedir. Bir kişinin bunu yapması o beldedeki diğer Müslümanları mes’uliyetten kurtardığı gibi Cenâb-ı Hakk'ın, itikâf yapanın ecrini diğer belde Müslümanlarına da vereceği umulur.
*
3- Müstehab (mendub) olan itikâf: Vacip ve sünnet olan itikâfların dışında itikâfa girmek müstehabdır. Bunun belirli bir vakti yoktur. Hatta mescide giren kimse çıkıncaya kadar itikâfa niyet ederse, orada kaldığı sürece itikâfta sayılır. Bu itikâfta oruç şart değildir. Mevzuun detayı için ayrıca bkz. http://www.halisece.com/sorulara-cevaplar/4728-itikaf-mukked-bir-sunnettir.html
Halis Ece
*****
Ömer Nasuhi Bilmen merhumun Büyük İslam İlmihali’nden
İtikafın şartları
261- Bir itikâfın sıhhati şu şartların bulunmasına bağlıdır:
1) İtikâf yapan, müslüman, akıllı ve temiz bulunmalıdır. Onun için müslüman olmayanın, delinin, cünubun, hayız ile nifastan temiz bulunmayanın itikâfı olmaz.
Gayr-i müslim ibadete, mecnun da niyete ehil değildir. Temiz olmayanların da mescidlere girmesi yasaktır.
2) İtikâfa niyet edilmiş olmalıdır. Buna göre niyetsiz olarak yapılan bir İtikâf geçerli değildir. Çünkü bunun bir ibadet olabilmesi niyete bağlıdır.
3) İtikâf, mescidde veya o hükümdeki bir yerde yapılmalıdır. Şöyle ki: İçinde cemaatla namaz kılınan herhangi bir mescidde İtikâf yapılabilir. Büyük camilerde yapılması daha faziletlidir. Kadınlar da kendi evlerinde mescid edinilen veya mescid olarak ayıracakları bir odada itikâfda bulunurlar.
Buraları onların hakkında birer mescid sayılır. Kadınların dışardaki mescidlerde itikâf etmeleri caiz ise de, kerahetten kurtulamaz. Kadınların kendi evlerinde namaz kılmaları, mescidlerde namaz kılmalarında daha faziletli olduğu gibi evlerinde itikafları da her türlü fitne ve fesad düşüncesinden beri olacağı cihetle mescidlerde itikâfda bulunmalarından daha faziletlidir.
(İmam Şafiî’ye göre , itikâf tazime lâyık bir yerde yapılabilir ki, o da mescidlerdir. Evlerde mescid edinilen yerler, bu tazime lâyık değildir.)
4) Vacib olan bir itikâfda, itikâf yapan oruçlu bulunmalıdır. Bu halde orucun yanılarak bozulması itikâfa zarar vermez. Diğer itikâflar için oruç şart değildir. Çünkü onlar için bir müddet yoktur. Öyle ki camiden bir iki saat içinde çıkıncaya kadar itikâfa niyet edilmesi de sahihdir.
(Şafiî’lere göre, vacib bir itikâfda da oruç şart değildir.)
262-İtikâf için büluğ, erkeklik, hürriyet şart değildir. Buna göre akıllı olan çocuğun, kadının, kölenin itikâfları sahihdir. Şu kadar var ki, kadının itikâfı kocasının ve kölenin itikâfı da efendisinin iznine bağlıdır. İsterse bunlar itikâfı nezretmiş olsunlar, hüküm aynıdır. İzin bulunmayınca kadın, nezretmiş olduğu itikâfı kocasından ayrıldıktan sonra, köle de azad edildikten sonra kaza eder.
263- Bir kimse, itikâf için zevcesine izin verse bundan dönemez, artık engellenmesi doğru olmaz. Efendi ise, kölesine verdiği izinden dönebilir.
Mükâteb (sözleşmeli) bir köle ise, efendisinin izni olmasa da, itikâfda bulunabilir. Çünkü kısmen hürriyetine sahibdir.
İtikafın edepleri
264- İtikâfın şu edebleri vardır:
1) İtikâf, Ramazan ayının son on gününde ve mescidlerin en faziletlisinde yapılmalıdır.
2) İtikâf esnasında hayırdan başka bir şey söylenmemelidir. Günah gerektirmeyen şeyleri konuşmakta bir sakınca yoktur. Bir ibadet inancı ile susmak ise mekruhtur. Günah sayılan şeylerden dili tutmak ise, ibadetlerin büyüklerinden biridir.
3) İtikâf esnasından Kur’ân-ı Kerîm okumaya, hadîs-i şerîf, Peygamberlerin yüksek siyerlerine, dinî meseleleri öğretmeye devam etmelidir.
4) İtikâf yapan kimse, temiz elbiselerini giymeli, güzel kokular sürünmelidir. Başını da yağlayabilir.
5) Nefsine itikâfı vacib kılacak kimse, buna yalnız kalben niyetle yetinmemeli, dili ile de söylemelidir.
İtikafa dair bazı meseleler
265-
Bir yerleşim merkezinde bulunan Müslümanlardan birisi bu sünneti yerine getirirse, diğerleri üzerinden bu vazife düşer. Bu duruma göre, her yerleşim birimi için itikâf sünnet-i kifâye hükmündedir. Bir kişinin bunu yapması o beldedeki diğer Müslümanları mes’uliyetten kurtardığı gibi Cenâb-ı Hakk'ın, itikâf yapanın ecrini diğer belde Müslümanlarına da vereceği umulur.
*
3- Müstehab (mendub) olan itikâf: Vacip ve sünnet olan itikâfların dışında itikâfa girmek müstehabdır. Bunun belirli bir vakti yoktur. Hatta mescide giren kimse çıkıncaya kadar itikâfa niyet ederse, orada kaldığı sürece itikâfta sayılır. Bu itikâfta oruç şart değildir. Mevzuun detayı için ayrıca bkz. http://www.halisece.com/sorulara-cevaplar/4728-itikaf-mukked-bir-sunnettir.html
Halis Ece
*****
Ömer Nasuhi Bilmen merhumun Büyük İslam İlmihali’nden
İtikafın şartları
261- Bir itikâfın sıhhati şu şartların bulunmasına bağlıdır:
1) İtikâf yapan, müslüman, akıllı ve temiz bulunmalıdır. Onun için müslüman olmayanın, delinin, cünubun, hayız ile nifastan temiz bulunmayanın itikâfı olmaz.
Gayr-i müslim ibadete, mecnun da niyete ehil değildir. Temiz olmayanların da mescidlere girmesi yasaktır.
2) İtikâfa niyet edilmiş olmalıdır. Buna göre niyetsiz olarak yapılan bir İtikâf geçerli değildir. Çünkü bunun bir ibadet olabilmesi niyete bağlıdır.
3) İtikâf, mescidde veya o hükümdeki bir yerde yapılmalıdır. Şöyle ki: İçinde cemaatla namaz kılınan herhangi bir mescidde İtikâf yapılabilir. Büyük camilerde yapılması daha faziletlidir. Kadınlar da kendi evlerinde mescid edinilen veya mescid olarak ayıracakları bir odada itikâfda bulunurlar.
Buraları onların hakkında birer mescid sayılır. Kadınların dışardaki mescidlerde itikâf etmeleri caiz ise de, kerahetten kurtulamaz. Kadınların kendi evlerinde namaz kılmaları, mescidlerde namaz kılmalarında daha faziletli olduğu gibi evlerinde itikafları da her türlü fitne ve fesad düşüncesinden beri olacağı cihetle mescidlerde itikâfda bulunmalarından daha faziletlidir.
(İmam Şafiî’ye göre , itikâf tazime lâyık bir yerde yapılabilir ki, o da mescidlerdir. Evlerde mescid edinilen yerler, bu tazime lâyık değildir.)
4) Vacib olan bir itikâfda, itikâf yapan oruçlu bulunmalıdır. Bu halde orucun yanılarak bozulması itikâfa zarar vermez. Diğer itikâflar için oruç şart değildir. Çünkü onlar için bir müddet yoktur. Öyle ki camiden bir iki saat içinde çıkıncaya kadar itikâfa niyet edilmesi de sahihdir.
(Şafiî’lere göre, vacib bir itikâfda da oruç şart değildir.)
262-İtikâf için büluğ, erkeklik, hürriyet şart değildir. Buna göre akıllı olan çocuğun, kadının, kölenin itikâfları sahihdir. Şu kadar var ki, kadının itikâfı kocasının ve kölenin itikâfı da efendisinin iznine bağlıdır. İsterse bunlar itikâfı nezretmiş olsunlar, hüküm aynıdır. İzin bulunmayınca kadın, nezretmiş olduğu itikâfı kocasından ayrıldıktan sonra, köle de azad edildikten sonra kaza eder.
263- Bir kimse, itikâf için zevcesine izin verse bundan dönemez, artık engellenmesi doğru olmaz. Efendi ise, kölesine verdiği izinden dönebilir.
Mükâteb (sözleşmeli) bir köle ise, efendisinin izni olmasa da, itikâfda bulunabilir. Çünkü kısmen hürriyetine sahibdir.
İtikafın edepleri
264- İtikâfın şu edebleri vardır:
1) İtikâf, Ramazan ayının son on gününde ve mescidlerin en faziletlisinde yapılmalıdır.
2) İtikâf esnasında hayırdan başka bir şey söylenmemelidir. Günah gerektirmeyen şeyleri konuşmakta bir sakınca yoktur. Bir ibadet inancı ile susmak ise mekruhtur. Günah sayılan şeylerden dili tutmak ise, ibadetlerin büyüklerinden biridir.
3) İtikâf esnasından Kur’ân-ı Kerîm okumaya, hadîs-i şerîf, Peygamberlerin yüksek siyerlerine, dinî meseleleri öğretmeye devam etmelidir.
4) İtikâf yapan kimse, temiz elbiselerini giymeli, güzel kokular sürünmelidir. Başını da yağlayabilir.
5) Nefsine itikâfı vacib kılacak kimse, buna yalnız kalben niyetle yetinmemeli, dili ile de söylemelidir.
İtikafa dair bazı meseleler
265-
106
[11:38:56 AM]KIBRIT-İ AHMER:
Belli bir mescidde, Mescid-i Haram’da itikâfa niyet eden kimse, başka bir mescidde itikâfa girebilir.
266- Bir ay itikâf adansa ve bundan yalnız gecelere veya gündüzlere niyet edilse, bu niyet sahih olmaz. Çünkü ay, belli mikdardaki geceler ile gündüzlerden ibarettir. Onun için geceli ve gündüzlü bir ay itikâf gerekir.
267- Yalnız gündüzleri itikâfda bulunmaya niyet edilmesi sahihdir. Bu durumda her gün fecrin doğuşundan önce mescide girip güneşin batışından sonra çıkılır. Fasılasız itikâfa niyet edilmemişse, istenilen günlerde itikâf yapılabilir. Bir gün için itikâfa niyet edildiği zaman da, buna gece dahil olmaz. Fakat fasılasız şu kadar gün itikâfa denilerek nezredilse, geceler de bu nezre girer. Aksi de böyledir. Bu durumda itikâf için güneşin batışından önce mescide gidilir. Belli olan geceler ve gündüzler mescidde kalınır. Son günün güneş batışından sonra mescidden çıkılır. Böylece itikâf sona erer.
268- Muayyen bir ramazan ayını itikâfla geçirmeğe nezredilse, o ramazan orucu bu itikâf orucu içinde yeterli olur. Böyle bir nezir yapıldığı halde, ramazan orucu tutulup da itikâf yapılmasa, başka bir zamanda oruçlu olarak fasılasız bir ay itikâf edilmesi gerekir. Eğer itikâf yapılmaksızın diğer bir ramazan girecek olsa, artık bunda yapılacak itikâf yeterli olmaz. Çünkü bu takdirde kazaya kalan itikâfın orucu, insan üzerine düşen bir borç olmuştur. Bu, ikinci ramazan orucu ile ödenmiş olamaz.
269- Belirtilmeksizin bir ay itikâf yapmayı nezreden kimse, ramazanda bir ay itikâfda bulunmakla bu nezrini yerine getiremez. Çünkü bu itikâf için, bir ay oruç tutmayı da bu nezirle üzerine yüklenmiş bulunur. Ramazan orucu ise, kendisine ayrıca farz olan bir ibadettir.
270- Bir kimse nezrettiği bir itikâfı yapmadan ölecek olsa, her gün için bir fidye ödenmesini vasiyet etmiş olması gerekir. Çünkü vacib olan bir itikâf, orucun bir parçasıdır. Onun için oruçtaki fidye, bunda da gerekli olur. Ancak fakir ise, o zaman Yüce Allah’dan af ve mağfiret dilemelidir.
İtikafı bozan ve bozmayan şeyler
271-İtikâf halinde olan bir kimsenin dinî ve tabiî ihtiyaçları için zaruri olarak mescidden dışarı çıkması, itikâfı bozmaz.
Örnek: İtikâfda bulunanın (mutekifin) cuma namazını kılmak için mescidden çıkması, din bakımından bir özür olduğundan itikâfına engel değildir. Zaten cuma namazının süresi bilinmiş olduğundan, adağın dışında kalmış olur.
Yine, abdest ihtiyaçlarını gidermek ve gusletmek için çıkması da tabiî bir özür olduğundan itikâfa zarar vermez.
Yine, bulunduğu mescidin yıkılmaya yüz tutması veya oradan zorla çıkarılması da zarurî bir özür olduğundan itikâfa zarar vermez.
(Şafiî’lere göre, cuma namazı için başka bir camiye çıkılıp gidilmesi itikâfı bozar. İtikâf bir hafta devam edecekse, cuma namazı kılınan bir mescidde itikâfa girmelidir.)
272- Cuma namazını kılmak veya ihtiyacı gidermek için en yakın olan yere gidilir, arkasından mescide dönülür. Bir özürden dolayı mescidden çıkılınca, başka bir mescidde o itikâf tamamlanır.
273-Bir özür olmaksızın mescidden çıkmak itikâfı bozar. Onun için itikâf yapan bir kimse, geceleyin veya gündüzün özür bulunmaksızın bir müddet kasden veya sehven mescidden çıkarsa itikâfı bozulur. Bu müddet, iki İmama göre, bir günün yarısından ziyade bir zamandır. Bir görüşe göre de, günün belirsiz bir saatinden ibarettir. Kadın da itikâf ettiği odadan özürsüz evinin içine çıksa, itikâfı bozulur.
274- Şu işleri yapmak için mescidden dışarıya çıkmak da itikâfa engel olur: Hasta ziyaretinde bulunmak, cenaze hizmetinde bulunmak, cenaze namazı kılmak, şahidlik etmek, bir hastalık sebebiyle bir saat kadar dışarı çıkmak da itikâfı bozar. Ancak itikâf adağı yapılırken, hastaları ziyaret ve cenaze namazında bulunmak şart kılınmışsa, bunlar için çıkılması itikâfı bozmaz.
275- Pek az rastlanan bir özürden dolayı da dışarı çıkmak itikâfı bozar. Boğulmakta olan veya yangına düşmüşü kurtarmak için dışarı çıkmak itikâfı bozduğu gibi, cemaatın dağılmasıyla dışarıya çıkmak da bozar.
276- İtikâfda bulunan bir kimseye, bu ibadeti esnasında birkaç gün baygınlık veya cinnet gelse, itikâfı bozulur. İyileşip kendine gelinc
266- Bir ay itikâf adansa ve bundan yalnız gecelere veya gündüzlere niyet edilse, bu niyet sahih olmaz. Çünkü ay, belli mikdardaki geceler ile gündüzlerden ibarettir. Onun için geceli ve gündüzlü bir ay itikâf gerekir.
267- Yalnız gündüzleri itikâfda bulunmaya niyet edilmesi sahihdir. Bu durumda her gün fecrin doğuşundan önce mescide girip güneşin batışından sonra çıkılır. Fasılasız itikâfa niyet edilmemişse, istenilen günlerde itikâf yapılabilir. Bir gün için itikâfa niyet edildiği zaman da, buna gece dahil olmaz. Fakat fasılasız şu kadar gün itikâfa denilerek nezredilse, geceler de bu nezre girer. Aksi de böyledir. Bu durumda itikâf için güneşin batışından önce mescide gidilir. Belli olan geceler ve gündüzler mescidde kalınır. Son günün güneş batışından sonra mescidden çıkılır. Böylece itikâf sona erer.
268- Muayyen bir ramazan ayını itikâfla geçirmeğe nezredilse, o ramazan orucu bu itikâf orucu içinde yeterli olur. Böyle bir nezir yapıldığı halde, ramazan orucu tutulup da itikâf yapılmasa, başka bir zamanda oruçlu olarak fasılasız bir ay itikâf edilmesi gerekir. Eğer itikâf yapılmaksızın diğer bir ramazan girecek olsa, artık bunda yapılacak itikâf yeterli olmaz. Çünkü bu takdirde kazaya kalan itikâfın orucu, insan üzerine düşen bir borç olmuştur. Bu, ikinci ramazan orucu ile ödenmiş olamaz.
269- Belirtilmeksizin bir ay itikâf yapmayı nezreden kimse, ramazanda bir ay itikâfda bulunmakla bu nezrini yerine getiremez. Çünkü bu itikâf için, bir ay oruç tutmayı da bu nezirle üzerine yüklenmiş bulunur. Ramazan orucu ise, kendisine ayrıca farz olan bir ibadettir.
270- Bir kimse nezrettiği bir itikâfı yapmadan ölecek olsa, her gün için bir fidye ödenmesini vasiyet etmiş olması gerekir. Çünkü vacib olan bir itikâf, orucun bir parçasıdır. Onun için oruçtaki fidye, bunda da gerekli olur. Ancak fakir ise, o zaman Yüce Allah’dan af ve mağfiret dilemelidir.
İtikafı bozan ve bozmayan şeyler
271-İtikâf halinde olan bir kimsenin dinî ve tabiî ihtiyaçları için zaruri olarak mescidden dışarı çıkması, itikâfı bozmaz.
Örnek: İtikâfda bulunanın (mutekifin) cuma namazını kılmak için mescidden çıkması, din bakımından bir özür olduğundan itikâfına engel değildir. Zaten cuma namazının süresi bilinmiş olduğundan, adağın dışında kalmış olur.
Yine, abdest ihtiyaçlarını gidermek ve gusletmek için çıkması da tabiî bir özür olduğundan itikâfa zarar vermez.
Yine, bulunduğu mescidin yıkılmaya yüz tutması veya oradan zorla çıkarılması da zarurî bir özür olduğundan itikâfa zarar vermez.
(Şafiî’lere göre, cuma namazı için başka bir camiye çıkılıp gidilmesi itikâfı bozar. İtikâf bir hafta devam edecekse, cuma namazı kılınan bir mescidde itikâfa girmelidir.)
272- Cuma namazını kılmak veya ihtiyacı gidermek için en yakın olan yere gidilir, arkasından mescide dönülür. Bir özürden dolayı mescidden çıkılınca, başka bir mescidde o itikâf tamamlanır.
273-Bir özür olmaksızın mescidden çıkmak itikâfı bozar. Onun için itikâf yapan bir kimse, geceleyin veya gündüzün özür bulunmaksızın bir müddet kasden veya sehven mescidden çıkarsa itikâfı bozulur. Bu müddet, iki İmama göre, bir günün yarısından ziyade bir zamandır. Bir görüşe göre de, günün belirsiz bir saatinden ibarettir. Kadın da itikâf ettiği odadan özürsüz evinin içine çıksa, itikâfı bozulur.
274- Şu işleri yapmak için mescidden dışarıya çıkmak da itikâfa engel olur: Hasta ziyaretinde bulunmak, cenaze hizmetinde bulunmak, cenaze namazı kılmak, şahidlik etmek, bir hastalık sebebiyle bir saat kadar dışarı çıkmak da itikâfı bozar. Ancak itikâf adağı yapılırken, hastaları ziyaret ve cenaze namazında bulunmak şart kılınmışsa, bunlar için çıkılması itikâfı bozmaz.
275- Pek az rastlanan bir özürden dolayı da dışarı çıkmak itikâfı bozar. Boğulmakta olan veya yangına düşmüşü kurtarmak için dışarı çıkmak itikâfı bozduğu gibi, cemaatın dağılmasıyla dışarıya çıkmak da bozar.
276- İtikâfda bulunan bir kimseye, bu ibadeti esnasında birkaç gün baygınlık veya cinnet gelse, itikâfı bozulur. İyileşip kendine gelinc
113
[11:38:56 AM]KIBRIT-İ AHMER:
e yeniden itikâfa başlar. Öyle ki, bu durum devam ederek birkaç sene sonra üzerinden kalksa, yine itikâfı kaza etmesi gerekir.
277- Yukarıda anlatılan meseleler, vacib olan itikaflar içindir. Nafile olan itikaflarda, bir özür bulunsun veya bulunmasın, dışarı çıkmakla veya hastayı ziyaret etmekle itikâf bozulmaz.
278- Vacib olan bir itikâf bozulunca, onun kazası gerekir. Meselâ: Belli bir ay için yapılan itikâf esnasında bir gün oruç bozulsa veya dışarıya çıkılsa, yalnız bir günlük itikâf için kaza gerekir. Fakat belirsiz olarak fasılasız bir ay için nezredilmiş bir itikâf esnasında, böyle bir gün oruç bozulacak veya dışarıya çıkılacak olsa, yeniden bir aylık itikâfa başlamak gerekir. İtikâf yapan kimse ister kendi iradesi ile oruç yesin ve dışarı çıksın, ister iradesi dışında olarak cinnet ve bayılma durumuna düşsün, eşittir.
279- Başladıktan sonra bırakılan nafile bir itikâfın, tercih edilen görüşe göre, kazası gerekmez.
280- İtikâf eden kimse için, zevcesi ile cinsel ilişki kurmak veya buna sebeb olacak öpme ve okşama gibi herhangi bir hareket, gerek gündüz ve gerek geceleyin olsun, haramdır. Cinsel ilişki ister kasden, ister unutarak olsun, itikâfı bozar. İnzal olması şart değildir. Diğer hareketler ise, inzal olmadıkça itikâfı bozmaz. Bakmak ve düşünmek sonunda meydana gelecek inzal ve ihtilâm da itikâfı bozmaz.
281- İtikâf halinde olan kimse, muhtaç olduğu şeyleri mescidde bulundurmaksızın mescidde satın alabilir. Mescide zarar vermeyecek şeyleri mescide getirebilir. Mescid içinde yer-içer. Mescid içinde hazırlanmış uygun bir yer varsa orada abdest alıp gusledebilir. Böyle bir yer yoksa, dışarıya çıkar ve en yakın yerde abdestini alır ve yıkanır, beklemeksizin hemen mescidine döner.
282- İtikâfda olan kimse, ezan okumak için minareye çıkabilir. Minarenin kapısı mescidin dışında olsa bile zarar vermez.
“Allahım, bizi kendini senin kulluğuna adamış, emirlerine ve yasaklarına titizlikle uyan kullarından eyle. Amin. Ve övgü, âlemleri terbiye eden Allah’a mahsustur.
[Bilmen, Ö.N., Büyük İslam İlmihali, Bilmen Yayınevi, İst., 1966, s. 324-7]
277- Yukarıda anlatılan meseleler, vacib olan itikaflar içindir. Nafile olan itikaflarda, bir özür bulunsun veya bulunmasın, dışarı çıkmakla veya hastayı ziyaret etmekle itikâf bozulmaz.
278- Vacib olan bir itikâf bozulunca, onun kazası gerekir. Meselâ: Belli bir ay için yapılan itikâf esnasında bir gün oruç bozulsa veya dışarıya çıkılsa, yalnız bir günlük itikâf için kaza gerekir. Fakat belirsiz olarak fasılasız bir ay için nezredilmiş bir itikâf esnasında, böyle bir gün oruç bozulacak veya dışarıya çıkılacak olsa, yeniden bir aylık itikâfa başlamak gerekir. İtikâf yapan kimse ister kendi iradesi ile oruç yesin ve dışarı çıksın, ister iradesi dışında olarak cinnet ve bayılma durumuna düşsün, eşittir.
279- Başladıktan sonra bırakılan nafile bir itikâfın, tercih edilen görüşe göre, kazası gerekmez.
280- İtikâf eden kimse için, zevcesi ile cinsel ilişki kurmak veya buna sebeb olacak öpme ve okşama gibi herhangi bir hareket, gerek gündüz ve gerek geceleyin olsun, haramdır. Cinsel ilişki ister kasden, ister unutarak olsun, itikâfı bozar. İnzal olması şart değildir. Diğer hareketler ise, inzal olmadıkça itikâfı bozmaz. Bakmak ve düşünmek sonunda meydana gelecek inzal ve ihtilâm da itikâfı bozmaz.
281- İtikâf halinde olan kimse, muhtaç olduğu şeyleri mescidde bulundurmaksızın mescidde satın alabilir. Mescide zarar vermeyecek şeyleri mescide getirebilir. Mescid içinde yer-içer. Mescid içinde hazırlanmış uygun bir yer varsa orada abdest alıp gusledebilir. Böyle bir yer yoksa, dışarıya çıkar ve en yakın yerde abdestini alır ve yıkanır, beklemeksizin hemen mescidine döner.
282- İtikâfda olan kimse, ezan okumak için minareye çıkabilir. Minarenin kapısı mescidin dışında olsa bile zarar vermez.
“Allahım, bizi kendini senin kulluğuna adamış, emirlerine ve yasaklarına titizlikle uyan kullarından eyle. Amin. Ve övgü, âlemleri terbiye eden Allah’a mahsustur.
[Bilmen, Ö.N., Büyük İslam İlmihali, Bilmen Yayınevi, İst., 1966, s. 324-7]
109
[12:43:52 PM]KIBRIT-İ AHMER:
İ.Rabbani ks : "İyi biliniz ki, bid'at sahibi ile konuşmak, kâfirle arkadaşlık etmekten, katkat daha fenadır.
101
[11:38:50 PM]KIBRIT-İ AHMER:
MÜSLÜMANLARIN İMTİHANI
HZ.MUAVİYE ( R.A.)
Peygamber Efendimiz(sav)’in vefatından sonra Eshab-ı Kiram Efendilerimiz arasında fitneden kaynaklanan üzücü hadiseler cereyan etmiştir. Tarih boyunca Müslümanlara en büyük zararı fitneler vermiş vermeye de devam etmektedir.
Esas olan, Eshab-ı Kiram Efendilerimize zarar veren fitnelerin bize vereceği zararları düşünerek mecburiyet derecesinde uyanık olmak ve kendimizi fitneden uzak tutmaktır.
Efendimiz(sav) bu olayların yaşanacağını önceden haber vermiş ve bu olaylar karşısında nasıl hareket edilmesi gerektiğiyle ilgili ümmetini uyarmıştır.
“Ashabım arasında fitne çıkacak, o fitnelere karışanları, Allah-ü Teâlâ benimle olan sohbetleri hürmetine af ve mağfiret edecektir. Sonra gelenler, bu fitnelere karışan Ashabıma dil uzatarak cehenneme girecektir.” (Müslim)
Maalesef, Efendimiz(sav)’in kati emirlerine rağmen büyük bir kısmı kasıtlı bir kısmı da fitneye alet olarak kendi heva ve heveslerine göre bazılarını kötülemeye devam etmişler ve etmeye devam etmektedirler.
Bu durum Müslümanların imtihanı olmuştur. Bunlardan biri de Hz. Muaviye(ra) ve Hz. Hasan(ra) ve Hz. Hüseyin(ra) Efendilerimiz arasında yaşanan olaylardır. Bu durumu iki şeklide ele almak gerekmektedir.
1-Bu olayın duygusal yönünü öne çıkararak Hz. Muaviye(ra)’a dil uzatacak Efendimiz(sav)’in kati emrine hilafet ederek imtihanı kaybedeceksin,
2-Bu olayı akıl ve mantık ekseninde değerlendirerek yaşanan acıları yüreğe gömerek Efendimiz(sav)’in uyarılarını dikkate alıp imtihanı kazanacaksın,
Bu kadar açık ve net bir durumla karşı karşıyayız.
Haklı olarak bu durumu bu Ramazan gününde gündeme getirerek fitneye sebep oluyorsun, diyebilirsiniz ama tam tersi fitneden uzak tutmak için yazıyorum.
Bu olaylar üzerinden özellikle de medyatik hocalar bilgi sahibi olmayan Müslümanların duygularını okşayarak reyting elde etmeye çalışmaktadırlar.
Maalesef, bir çok Müslüman bilgisizlikten kaynaklı Peygamber Efendimiz(sav)’in bu durum ile ilgili emirlerinin hilafına duygularıyla hareket ederek kendisine zarar vermektedir.
Müslüman kendisine neyin zarar neyin fayda getireceğini bilmeli duygularıyla hareket etmek yerine mantık ve akılla hareket ederek peygamberini dinlemelidir.
Üzücü olan bu konu da bilgisiz Müslümanları bilgilendirmesi gereken bazı ilahiyatçılarda tersini yaparak Müslümanları yanıltmaktadırlar.
Şunu özellikle belirteyim ki yanlış anlaşılma olmasın. Hz. Hüseyin Efendimiz(ra) ve ailesinin, katlinin failleri veya azmettiricileri ister Hz. Muaviye(ra)’nin oğlu Yezid olsun ister başkası kim olursa olsun Yüce Rabb’imize hesabını verecektir.
Ancak, bu üzücü olay üzerinden Hz. Muaviye(ra) ve Eshab-ı Kirama yapılacak hakaret ve saygısızlığın makul görülecek bir tarafı olamaz!
-Hz. Muaviye(ra) kimdir?
Her şeyden önce Eshab-ı Kiramdan olup Efendimiz(sav)’in “Vahiy Katibi” dir. Aynı zamanda Efendimiz(sav)’in kayınbiraderi, Habibe(ra) annemizin kardeşidir. Ayrıca, İslam Devleti geniş topraklara Hz. Muaviye(ra)’nin halifeliği zamanında ulaşmıştır.
Ehli Beyt başımızın tacı olup o yüce insanları sevmek Müslümanlığımızın gereğidir. Ehli Beyt’i sevmeyen Müslüman olamaz!
Bize düşen, Ehli Beyt’i ve Hz. Vahşi(ra)’den) Hz. Ebubekir(ra)’e kadar istisnasız Hz. Muaviye(ra) dahil olmak üzere Eshab-ı Kiramın tamamını sevmek ve saymaktır.
Hiçbir Müslümanın, aralarında her ne olumsuz olay olursa olsun Eshab-ı Kiram Efendilerimiz hakkında kötü söz söyleme, eleştirme, taraf olma hakkı yok; hakaret etmek, kötü söz söylemek hele hiç yok ve BÜYÜK GÜNAHTIR.
Şimdi aşağıdaki Hadis-i Şerifleri okuyunuz ve imtihanınızın sonucunun ne olacağına siz karar verin.
“Ashabıma dil uzatmaktan Allah’tan korkun. Benden sonra onları kötü emellerinize alet etmeyin. Onları seven, beni sevdiği için sever. Beni sevmeyen de onları sevmez. Onları inciten beni incitmiş olur. Beni inciten de Allahü Tealayı incitmiş olur. Bununda cezası gecikmeden verilir.” (Buhari)
“Ümmetimden bazıları, Ashabımı kötüleyecekler. Bunlar, Müslümanlıktan ayrılacaklardır.” (Beyheki)
“Allahü Teâl
HZ.MUAVİYE ( R.A.)
Peygamber Efendimiz(sav)’in vefatından sonra Eshab-ı Kiram Efendilerimiz arasında fitneden kaynaklanan üzücü hadiseler cereyan etmiştir. Tarih boyunca Müslümanlara en büyük zararı fitneler vermiş vermeye de devam etmektedir.
Esas olan, Eshab-ı Kiram Efendilerimize zarar veren fitnelerin bize vereceği zararları düşünerek mecburiyet derecesinde uyanık olmak ve kendimizi fitneden uzak tutmaktır.
Efendimiz(sav) bu olayların yaşanacağını önceden haber vermiş ve bu olaylar karşısında nasıl hareket edilmesi gerektiğiyle ilgili ümmetini uyarmıştır.
“Ashabım arasında fitne çıkacak, o fitnelere karışanları, Allah-ü Teâlâ benimle olan sohbetleri hürmetine af ve mağfiret edecektir. Sonra gelenler, bu fitnelere karışan Ashabıma dil uzatarak cehenneme girecektir.” (Müslim)
Maalesef, Efendimiz(sav)’in kati emirlerine rağmen büyük bir kısmı kasıtlı bir kısmı da fitneye alet olarak kendi heva ve heveslerine göre bazılarını kötülemeye devam etmişler ve etmeye devam etmektedirler.
Bu durum Müslümanların imtihanı olmuştur. Bunlardan biri de Hz. Muaviye(ra) ve Hz. Hasan(ra) ve Hz. Hüseyin(ra) Efendilerimiz arasında yaşanan olaylardır. Bu durumu iki şeklide ele almak gerekmektedir.
1-Bu olayın duygusal yönünü öne çıkararak Hz. Muaviye(ra)’a dil uzatacak Efendimiz(sav)’in kati emrine hilafet ederek imtihanı kaybedeceksin,
2-Bu olayı akıl ve mantık ekseninde değerlendirerek yaşanan acıları yüreğe gömerek Efendimiz(sav)’in uyarılarını dikkate alıp imtihanı kazanacaksın,
Bu kadar açık ve net bir durumla karşı karşıyayız.
Haklı olarak bu durumu bu Ramazan gününde gündeme getirerek fitneye sebep oluyorsun, diyebilirsiniz ama tam tersi fitneden uzak tutmak için yazıyorum.
Bu olaylar üzerinden özellikle de medyatik hocalar bilgi sahibi olmayan Müslümanların duygularını okşayarak reyting elde etmeye çalışmaktadırlar.
Maalesef, bir çok Müslüman bilgisizlikten kaynaklı Peygamber Efendimiz(sav)’in bu durum ile ilgili emirlerinin hilafına duygularıyla hareket ederek kendisine zarar vermektedir.
Müslüman kendisine neyin zarar neyin fayda getireceğini bilmeli duygularıyla hareket etmek yerine mantık ve akılla hareket ederek peygamberini dinlemelidir.
Üzücü olan bu konu da bilgisiz Müslümanları bilgilendirmesi gereken bazı ilahiyatçılarda tersini yaparak Müslümanları yanıltmaktadırlar.
Şunu özellikle belirteyim ki yanlış anlaşılma olmasın. Hz. Hüseyin Efendimiz(ra) ve ailesinin, katlinin failleri veya azmettiricileri ister Hz. Muaviye(ra)’nin oğlu Yezid olsun ister başkası kim olursa olsun Yüce Rabb’imize hesabını verecektir.
Ancak, bu üzücü olay üzerinden Hz. Muaviye(ra) ve Eshab-ı Kirama yapılacak hakaret ve saygısızlığın makul görülecek bir tarafı olamaz!
-Hz. Muaviye(ra) kimdir?
Her şeyden önce Eshab-ı Kiramdan olup Efendimiz(sav)’in “Vahiy Katibi” dir. Aynı zamanda Efendimiz(sav)’in kayınbiraderi, Habibe(ra) annemizin kardeşidir. Ayrıca, İslam Devleti geniş topraklara Hz. Muaviye(ra)’nin halifeliği zamanında ulaşmıştır.
Ehli Beyt başımızın tacı olup o yüce insanları sevmek Müslümanlığımızın gereğidir. Ehli Beyt’i sevmeyen Müslüman olamaz!
Bize düşen, Ehli Beyt’i ve Hz. Vahşi(ra)’den) Hz. Ebubekir(ra)’e kadar istisnasız Hz. Muaviye(ra) dahil olmak üzere Eshab-ı Kiramın tamamını sevmek ve saymaktır.
Hiçbir Müslümanın, aralarında her ne olumsuz olay olursa olsun Eshab-ı Kiram Efendilerimiz hakkında kötü söz söyleme, eleştirme, taraf olma hakkı yok; hakaret etmek, kötü söz söylemek hele hiç yok ve BÜYÜK GÜNAHTIR.
Şimdi aşağıdaki Hadis-i Şerifleri okuyunuz ve imtihanınızın sonucunun ne olacağına siz karar verin.
“Ashabıma dil uzatmaktan Allah’tan korkun. Benden sonra onları kötü emellerinize alet etmeyin. Onları seven, beni sevdiği için sever. Beni sevmeyen de onları sevmez. Onları inciten beni incitmiş olur. Beni inciten de Allahü Tealayı incitmiş olur. Bununda cezası gecikmeden verilir.” (Buhari)
“Ümmetimden bazıları, Ashabımı kötüleyecekler. Bunlar, Müslümanlıktan ayrılacaklardır.” (Beyheki)
“Allahü Teâl
102
[11:38:50 PM]KIBRIT-İ AHMER:
â, bana ashab ve akraba olarak en iyileri seçti. Birçok kimse, ashabıma ve akrabama dil uzatır, kötülemeye çalışırlar. Böyle kimselerle oturmayın; birlikte yiyip içmeyin, bunlardan kız alıp vermeyin!” (Dare Kutni)
“Ashabıma dil uzatıp sövmeyiniz, bütün benliğime hâkim olan Allah’a yemin olsun ki, sizden biriniz Uhud dağı kadar altın harcasa, onların harcadıkları bir ölçek veya onun yarısına bile ulaşamaz.” (Ebu Davut)
“Eshabımı kötüleyene Allah lanet etsin.” (Taberani, Beyheki, Hakim)
“Eshabımın kusurlarını söylemeyin! Kalpleriniz onlara karşı değişir. Eshabımı iyilikle anın ki, kalpleriniz ülfet etsin!” (Deylemi)
“Eshabımı kötüleyen hariç, kıyamette, her müminin kurtulma ümidi vardır.”(Hakim)
Bu Hadis-i Şerifleri okuyan bir Müslümanın tercihi ikinci seçenek değilse o kişinin aklına şaşarım!
“Ashabıma dil uzatıp sövmeyiniz, bütün benliğime hâkim olan Allah’a yemin olsun ki, sizden biriniz Uhud dağı kadar altın harcasa, onların harcadıkları bir ölçek veya onun yarısına bile ulaşamaz.” (Ebu Davut)
“Eshabımı kötüleyene Allah lanet etsin.” (Taberani, Beyheki, Hakim)
“Eshabımın kusurlarını söylemeyin! Kalpleriniz onlara karşı değişir. Eshabımı iyilikle anın ki, kalpleriniz ülfet etsin!” (Deylemi)
“Eshabımı kötüleyen hariç, kıyamette, her müminin kurtulma ümidi vardır.”(Hakim)
Bu Hadis-i Şerifleri okuyan bir Müslümanın tercihi ikinci seçenek değilse o kişinin aklına şaşarım!
--- Tuesday, May 12, 2020 ---
103
[12:02:23 AM]KIBRIT-İ AHMER:
İSLÂM’IN KÖPRÜSÜ VE NAMAZDAN SONRAKİ ESASI Z E K Â T T I R
Zekât lûgatte temizlik, artma-üreme ve bereket mânâlarınadır. Zekâtı verilen malın temizleneceği, üreyeyip bereketleneceği Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle açıklanmıştır:
“(Resûlüm!) Onların mallarından sadaka (ve zekât) al ki, kendilerini onunla arındırıp, tertemiz edesin. (Yani günah kirlerinden temizlenmelerine ve hasenâtlarının bereketlenmesine, muhlisler derecesine terfî edilmelerine sebep olasın).”(1)
Fıkıh lisânında ise zekât, “Bir malın, şerîat tarafından tayin edilen miktarını, Müslüman zenginin seneden seneye, zekât alabilecek sekiz sınıftan birine temlik etmesi; yani, hiçbir menfaat ve istifâde alâkası olmamak üzere ona vermesi” demektir.
Zekât, İslâm’ın beş şartından birisi olan mâli bir ibadettir. Hicretin ikinci senesinde oruçtan evvel farz kılınmıştır.
Zekâtın farz oluşu en doğru görüşe göre fevrîdir; yani zekât vermesi gerekli olan kişi, hiç geciktirmeden hemen zekâtını vermelidir. Aksi halde günahkâr olur.(2)
Zekât, kulların kulluktaki sadâkatlerine delâlet eder. Bu bakımdan zekâta, yukarıda zikri geçen ayette olduğu gibi, “sadaka” da denilmiştir. Bununla beraber “sadaka” tâbiri, zekâttan daha umûmidir; vacipleri, nafileleri de içine alır. Zekât ise sadece farz olan için kullanılır.(3)
Zekât, farz bir ibâdet olduğundan bunun edâsında riyâ söz konusu olmaz. Bilakis başkalarına iyi bir örnek olma durumu da vardır. Ayrıca kişi, başkalarının sû-i zannından da kurtulmuş olur. Bu bakımdan alenî olarak verilmesi efdâldir. Nâfile sadakalarda ise böyle değildir. Onları gizlice verip gösteriş ihtimâlinden kaçınmak lâzımdır.
*
ZEKÂTIN VERİLECEĞİ, HARCANACAĞI YERLER
Kur‘ân-ı Kerim, zekâtın verilebileceği kimseleri hususî bir biçimde sıralayıp, sonra da nerelere harcanabileceğini şöyle ifade eder:
“Zekâtlar, Allah'tan bir farz olarak fakirlere, yoksullara, üzerinde çalışanlara (zekât toplamak üzere vazifeli memurlara), kalbleri te'lif olacak olanlara (İslâm'a ısındırılmak istenenlere) verilir; âzât edilecek köleler, borçlular, Allah yolunda ve yolcu olanlar için sarf edilir.” (4)
Görüldüğü üzere âyet-i kerimede, zekâtın verileceği insanlar ve sarf edilebileceği/harcanacağı yerler sekiz sınıf olarak belirtilmiştir:
1. Fakirler: Nisap miktarından az bir mala sahip olan ve mevcut malı ihtiyacına kifâyet etmeyenlerdir. Yani normal ölçülerde geliri giderini karşılamayan kimseler.
2. Miskinler: Fakirden daha aşağı derecede olup hiçbir şeye sahip olmayan yoksullar.
3. Âmil: Ülû’l-emr tarafından zekât, sadaka ve öşürleri toplamak üzere vazifelendirilen memurdur.
4. Müellefe-i kulûb: Kalbleri İslâm’a ısındırılmak istenenler.
5. Borçlular: Borç altında olup da, ödeme imkanı bulunmayan kimseler.
6. Yolcu: Yolda kalan kimse, yani memleketinde malı-mülkü olsa bile, gurbette parasız kalmış kimseler.
7. Köle: Hür / özgür olmayan kimse.
8. Fî sebîlillah: Allah yolunda demektir.
Bu sekiz sınıftan “tahsis lâmı” ile beyan olunan ilk dört grup için temlikin şart; zarfiyet edâtı olan “fî” ile ifade edilen dört kısım sarf yerleri içinse, temlikin şart olmadığı söylenmiştir. Temlikin bunlar için de gerekli olduğunu söyleyenler ise, zekâtı, onların ihtiyaçlarını görmekle vazifeli kimselere vermek suretiyle bunun yerine gelmiş olacağını ifade etmişlerdir. Zira Allah yolundaki mücahitlerin, “cihad ihtiyaçları”nın hepsini bizzat kendilerinin temin edebilmeleri mümkün değildir. Bu uygulamadaki asıl maksat ise, ihtiyaçların karşılanması olduğundan, ihtiyacın cinsine göre zekâtları, mücâhitlerin teker-teker bizzat kendilerine değil de, veliyyü’l-emr’e yani onların işlerini-hizmetlerini görmekle, ihtiyaçlarını gidermekle vazifeli kişi veya kişilere teslim etmekle de temlik tahakkuk etmiş ve farz yerine getirilmiş olur. [Bkz. Zemahşerî, el-Keşşâf; er-Râzî, Mefâtîhu’l-Ğayb, mezkûr âyetin tefsiri.]
Zekâtla alâkalı bu âyet-i celile (nass), günümüzde çocuklarımızın-gençlerimizin en iyi şekilde yetişmeleri için faâliyet gösteren İslâmî müesseselerin-derneklerin mâlî yapısını teşekkül ettirecek şekilde genişçe tefsir ve te'vil edilmeye (yorumlamaya) gayet müsaittir.
*
“FÎ SEBÎL
Zekât lûgatte temizlik, artma-üreme ve bereket mânâlarınadır. Zekâtı verilen malın temizleneceği, üreyeyip bereketleneceği Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle açıklanmıştır:
“(Resûlüm!) Onların mallarından sadaka (ve zekât) al ki, kendilerini onunla arındırıp, tertemiz edesin. (Yani günah kirlerinden temizlenmelerine ve hasenâtlarının bereketlenmesine, muhlisler derecesine terfî edilmelerine sebep olasın).”(1)
Fıkıh lisânında ise zekât, “Bir malın, şerîat tarafından tayin edilen miktarını, Müslüman zenginin seneden seneye, zekât alabilecek sekiz sınıftan birine temlik etmesi; yani, hiçbir menfaat ve istifâde alâkası olmamak üzere ona vermesi” demektir.
Zekât, İslâm’ın beş şartından birisi olan mâli bir ibadettir. Hicretin ikinci senesinde oruçtan evvel farz kılınmıştır.
Zekâtın farz oluşu en doğru görüşe göre fevrîdir; yani zekât vermesi gerekli olan kişi, hiç geciktirmeden hemen zekâtını vermelidir. Aksi halde günahkâr olur.(2)
Zekât, kulların kulluktaki sadâkatlerine delâlet eder. Bu bakımdan zekâta, yukarıda zikri geçen ayette olduğu gibi, “sadaka” da denilmiştir. Bununla beraber “sadaka” tâbiri, zekâttan daha umûmidir; vacipleri, nafileleri de içine alır. Zekât ise sadece farz olan için kullanılır.(3)
Zekât, farz bir ibâdet olduğundan bunun edâsında riyâ söz konusu olmaz. Bilakis başkalarına iyi bir örnek olma durumu da vardır. Ayrıca kişi, başkalarının sû-i zannından da kurtulmuş olur. Bu bakımdan alenî olarak verilmesi efdâldir. Nâfile sadakalarda ise böyle değildir. Onları gizlice verip gösteriş ihtimâlinden kaçınmak lâzımdır.
*
ZEKÂTIN VERİLECEĞİ, HARCANACAĞI YERLER
Kur‘ân-ı Kerim, zekâtın verilebileceği kimseleri hususî bir biçimde sıralayıp, sonra da nerelere harcanabileceğini şöyle ifade eder:
“Zekâtlar, Allah'tan bir farz olarak fakirlere, yoksullara, üzerinde çalışanlara (zekât toplamak üzere vazifeli memurlara), kalbleri te'lif olacak olanlara (İslâm'a ısındırılmak istenenlere) verilir; âzât edilecek köleler, borçlular, Allah yolunda ve yolcu olanlar için sarf edilir.” (4)
Görüldüğü üzere âyet-i kerimede, zekâtın verileceği insanlar ve sarf edilebileceği/harcanacağı yerler sekiz sınıf olarak belirtilmiştir:
1. Fakirler: Nisap miktarından az bir mala sahip olan ve mevcut malı ihtiyacına kifâyet etmeyenlerdir. Yani normal ölçülerde geliri giderini karşılamayan kimseler.
2. Miskinler: Fakirden daha aşağı derecede olup hiçbir şeye sahip olmayan yoksullar.
3. Âmil: Ülû’l-emr tarafından zekât, sadaka ve öşürleri toplamak üzere vazifelendirilen memurdur.
4. Müellefe-i kulûb: Kalbleri İslâm’a ısındırılmak istenenler.
5. Borçlular: Borç altında olup da, ödeme imkanı bulunmayan kimseler.
6. Yolcu: Yolda kalan kimse, yani memleketinde malı-mülkü olsa bile, gurbette parasız kalmış kimseler.
7. Köle: Hür / özgür olmayan kimse.
8. Fî sebîlillah: Allah yolunda demektir.
Bu sekiz sınıftan “tahsis lâmı” ile beyan olunan ilk dört grup için temlikin şart; zarfiyet edâtı olan “fî” ile ifade edilen dört kısım sarf yerleri içinse, temlikin şart olmadığı söylenmiştir. Temlikin bunlar için de gerekli olduğunu söyleyenler ise, zekâtı, onların ihtiyaçlarını görmekle vazifeli kimselere vermek suretiyle bunun yerine gelmiş olacağını ifade etmişlerdir. Zira Allah yolundaki mücahitlerin, “cihad ihtiyaçları”nın hepsini bizzat kendilerinin temin edebilmeleri mümkün değildir. Bu uygulamadaki asıl maksat ise, ihtiyaçların karşılanması olduğundan, ihtiyacın cinsine göre zekâtları, mücâhitlerin teker-teker bizzat kendilerine değil de, veliyyü’l-emr’e yani onların işlerini-hizmetlerini görmekle, ihtiyaçlarını gidermekle vazifeli kişi veya kişilere teslim etmekle de temlik tahakkuk etmiş ve farz yerine getirilmiş olur. [Bkz. Zemahşerî, el-Keşşâf; er-Râzî, Mefâtîhu’l-Ğayb, mezkûr âyetin tefsiri.]
Zekâtla alâkalı bu âyet-i celile (nass), günümüzde çocuklarımızın-gençlerimizin en iyi şekilde yetişmeleri için faâliyet gösteren İslâmî müesseselerin-derneklerin mâlî yapısını teşekkül ettirecek şekilde genişçe tefsir ve te'vil edilmeye (yorumlamaya) gayet müsaittir.
*
“FÎ SEBÎL
102
[12:02:23 AM]KIBRIT-İ AHMER:
İLLAH” KAVRAMININ ÇERÇEVESİ
Bir kısım âlimler âyetin lafzına uygun olarak umumi manâsını genişletip, “fî sebîlillah”a;
a) Kendilerini hayra-iyiliğe vakfedenler,
b) Dinî ilimleri tahsil eden talebeler, mânâlarını da dâhil etmişlerdir.
Cenâb-ı Hak bu sınıfı mutlak olarak zikretmiştir. Buna göre, Allah Teâlâ’ının murad ve beyânını aşmamak şartıyla, zamanın ihtiyaç ve icapları gözönüne alınarak, âyetin lafzına ve ruhuna münasip düşen her türlü hayır ve tâat bu sınıfa dahildir. Bu sınıflar arasında zamanın şartlarına göre tercih ve değerlendirme de olabilir.
İslâm’ın yayılması, Müslümanların yükselmesi için hangi sınıf daha lüzumlu ise, zekât vermekte de ona öncelik tanınması gerekir. Meselâ; harp zamanında, harbe iştirak eden İslâm mücâhit ve gâzilerine zekât vermeyi tercih etmek daha uygundur. Ancak, harbin uzun zaman kesilmesi; yahut harbin, İslâm'ın yükselmesi gayesinden uzaklaşması halinde, zekâtı, diğer bir sınıfa meselâ; ilim öğrenmek ve öğretmek için kendilerini bu yola vakfetmiş olan kimselere veya bunların ihtiyaçları için kullanılmak üzere vermek, elbette ki daha münasip olacaktır. Bunların ihtiyaçları ise; binadır, binanın arsasıdır, inşaatın her türlü malzemesidir; yiyecek-içecek, yakacak-yatacak... kısacası, ülke ve insanlık yararına okuyup yetişmeleri için lüzum eden her şeydir.
Binâenaleyh, Kur'ân ilmini okuyanlar ve okutanlar “fi sebîllllah” kavramının umumi mânâsına hakkıyla dâhil oldukları gibi, hususi mânâsı olan “mücâhitler” sınıfına da dahildirler. Dolayısiyle cihadın zamanımızdaki şekline en güzel surette katılmış oluyorlar.(5) Şu halde, zekât ve fıtreyi; ya bizzat onlara veya vekâleten onların her türlü ihtiyaçlarında kullanılmak üzere, bu hizmetlerle alâkadar olanlara vermek en uygun olan yoldur.
***
Dilerseniz “fî sebîlillah” mefhumunu biraz daha genişçe ele alalım...
Bu madde üzerinde çeşitli rivâyetler vardır. Tefsirlerde özetle deniliyor ki:
“Fî sebîlillah’dan murad; gâzilerdir, mücâhitlerdir, nöbet bekleyenlerdir. Hac yolcularıdır, dini imtisal edenler, yani hayatlarının her alanında dinî kriterleri örnek alıp ona uymaya çalışan âbitler-zâhitler, dindarlardır. Keza, cihad eden orduyu techiz etmektir. Bu bakımdan, mücâhitlerin ihtiyacı olan her türlü eşya; yiyecek-içecek, giyecek, yakacak, barınak ve benzeri, ‘Onlara (düşmanlarınıza) karşı kuvvet hazırlayın’(6) âyetinin muhtevâsı içindedir.”
“Fî sebîlillah” (Allah yolunda) ifadesi bazı âyetlerde umumî bir şekilde geldiği halde, bazılarında “cihâd” ile beraber zikredilmektedir. “Allah yolunda mal ve canla cihâd” emirlerinin muharebe-mücadele masraflarını karşılamayı ve her çeşit cihad ihtiyacının temini gâyesiyle yapılacak harcamaları ifâde ettiği açıktır. Cihâda temas edilmeden mutlak olarak Allah yolunda harcamayı emreden âyetlerden ise sadece böyle bir mânayı çıkarmak zordur. Çünki cihad da dâhil olmak üzere Allah Teâlâ’nın rızâsına uygun ve O’nun tarafından istenen her türlü iş O’nun yolunda demektir. Böylece incelemesini yaptığımız Tevbe sûresi 60. âyetteki “fî sebîlillah” kavramını; Allah yolundaki her türlü hizmeti, hayır işlerini, iyi ve güzel şeyleri içine alacak şekilde geniş olarak tefsir etmek mümkündür.
Bir devletin gelirlerinden bir kısmını savunma harcamalarına ayırması, hayâtî bir zarûrettir. İslâm gibi hükümranlık gâyesiyle değil ve fakat sırf kendini dünya insanlığına duyurup İslâm’dan onların da istifade edebilmeleri için cihâdı, Devlet’in aslî vazîfeleri arasında sayan bir dînin, devlet gelirlerinden bir kısmını bu sâhaya ayıracağı da muhakkaktır. İslâm cemiyetinin dış saldırı ve tehlikelere karşı korunması ise, her şeyden önde gelen bir vazîfedir. Bunun için Peygamberimiz (s.a.v.), devleti kurar kurmaz meydana getirdiği kanunî esaslara (kurucu anayasaya);
“(Bir harp vukûunda) Yahûdiler’in masrafları kendi üzerlerine ve Müslümanlar’ın masrafları kendi üzerlerinedir. Muhakkak ki bu sayfada belirtilen kimselere harp açanlara karşı, onlar kendi aralarında yardımlaşacaklardır” meâlinde bir madde koymuştur. Rasûlülllah Efendimiz zamanında bir harp vukû bulursa, herkes gerekli âlet-edevat ve azığını kendisi tedârik ederdi. Fak
Bir kısım âlimler âyetin lafzına uygun olarak umumi manâsını genişletip, “fî sebîlillah”a;
a) Kendilerini hayra-iyiliğe vakfedenler,
b) Dinî ilimleri tahsil eden talebeler, mânâlarını da dâhil etmişlerdir.
Cenâb-ı Hak bu sınıfı mutlak olarak zikretmiştir. Buna göre, Allah Teâlâ’ının murad ve beyânını aşmamak şartıyla, zamanın ihtiyaç ve icapları gözönüne alınarak, âyetin lafzına ve ruhuna münasip düşen her türlü hayır ve tâat bu sınıfa dahildir. Bu sınıflar arasında zamanın şartlarına göre tercih ve değerlendirme de olabilir.
İslâm’ın yayılması, Müslümanların yükselmesi için hangi sınıf daha lüzumlu ise, zekât vermekte de ona öncelik tanınması gerekir. Meselâ; harp zamanında, harbe iştirak eden İslâm mücâhit ve gâzilerine zekât vermeyi tercih etmek daha uygundur. Ancak, harbin uzun zaman kesilmesi; yahut harbin, İslâm'ın yükselmesi gayesinden uzaklaşması halinde, zekâtı, diğer bir sınıfa meselâ; ilim öğrenmek ve öğretmek için kendilerini bu yola vakfetmiş olan kimselere veya bunların ihtiyaçları için kullanılmak üzere vermek, elbette ki daha münasip olacaktır. Bunların ihtiyaçları ise; binadır, binanın arsasıdır, inşaatın her türlü malzemesidir; yiyecek-içecek, yakacak-yatacak... kısacası, ülke ve insanlık yararına okuyup yetişmeleri için lüzum eden her şeydir.
Binâenaleyh, Kur'ân ilmini okuyanlar ve okutanlar “fi sebîllllah” kavramının umumi mânâsına hakkıyla dâhil oldukları gibi, hususi mânâsı olan “mücâhitler” sınıfına da dahildirler. Dolayısiyle cihadın zamanımızdaki şekline en güzel surette katılmış oluyorlar.(5) Şu halde, zekât ve fıtreyi; ya bizzat onlara veya vekâleten onların her türlü ihtiyaçlarında kullanılmak üzere, bu hizmetlerle alâkadar olanlara vermek en uygun olan yoldur.
***
Dilerseniz “fî sebîlillah” mefhumunu biraz daha genişçe ele alalım...
Bu madde üzerinde çeşitli rivâyetler vardır. Tefsirlerde özetle deniliyor ki:
“Fî sebîlillah’dan murad; gâzilerdir, mücâhitlerdir, nöbet bekleyenlerdir. Hac yolcularıdır, dini imtisal edenler, yani hayatlarının her alanında dinî kriterleri örnek alıp ona uymaya çalışan âbitler-zâhitler, dindarlardır. Keza, cihad eden orduyu techiz etmektir. Bu bakımdan, mücâhitlerin ihtiyacı olan her türlü eşya; yiyecek-içecek, giyecek, yakacak, barınak ve benzeri, ‘Onlara (düşmanlarınıza) karşı kuvvet hazırlayın’(6) âyetinin muhtevâsı içindedir.”
“Fî sebîlillah” (Allah yolunda) ifadesi bazı âyetlerde umumî bir şekilde geldiği halde, bazılarında “cihâd” ile beraber zikredilmektedir. “Allah yolunda mal ve canla cihâd” emirlerinin muharebe-mücadele masraflarını karşılamayı ve her çeşit cihad ihtiyacının temini gâyesiyle yapılacak harcamaları ifâde ettiği açıktır. Cihâda temas edilmeden mutlak olarak Allah yolunda harcamayı emreden âyetlerden ise sadece böyle bir mânayı çıkarmak zordur. Çünki cihad da dâhil olmak üzere Allah Teâlâ’nın rızâsına uygun ve O’nun tarafından istenen her türlü iş O’nun yolunda demektir. Böylece incelemesini yaptığımız Tevbe sûresi 60. âyetteki “fî sebîlillah” kavramını; Allah yolundaki her türlü hizmeti, hayır işlerini, iyi ve güzel şeyleri içine alacak şekilde geniş olarak tefsir etmek mümkündür.
Bir devletin gelirlerinden bir kısmını savunma harcamalarına ayırması, hayâtî bir zarûrettir. İslâm gibi hükümranlık gâyesiyle değil ve fakat sırf kendini dünya insanlığına duyurup İslâm’dan onların da istifade edebilmeleri için cihâdı, Devlet’in aslî vazîfeleri arasında sayan bir dînin, devlet gelirlerinden bir kısmını bu sâhaya ayıracağı da muhakkaktır. İslâm cemiyetinin dış saldırı ve tehlikelere karşı korunması ise, her şeyden önde gelen bir vazîfedir. Bunun için Peygamberimiz (s.a.v.), devleti kurar kurmaz meydana getirdiği kanunî esaslara (kurucu anayasaya);
“(Bir harp vukûunda) Yahûdiler’in masrafları kendi üzerlerine ve Müslümanlar’ın masrafları kendi üzerlerinedir. Muhakkak ki bu sayfada belirtilen kimselere harp açanlara karşı, onlar kendi aralarında yardımlaşacaklardır” meâlinde bir madde koymuştur. Rasûlülllah Efendimiz zamanında bir harp vukû bulursa, herkes gerekli âlet-edevat ve azığını kendisi tedârik ederdi. Fak
104
[12:02:23 AM]KIBRIT-İ AHMER:
ir olanlar ise devlet tarafından techiz ediliyor veya zekât mükellefi olan mü’minler, zekâtlarını bu gibilerine vererek, onları da techizât ve azık edinme imkânlarına kavuşturuyorlardı.
Peygamberimiz’den (s.a.v.) sonra ise bilhassa Hz. Ömer (r.a.) zamanından itabaren dâimî ve maaşlı ordular meydana getirildi.
İslâm âlimlerinden bir kısmı, Tevbe sûresi 60. âyette geçen bu “fî sebîlillah” (Allah yolunda) ifadesini dar mânâda tefsir ederek; bunun harbe katılma imkân ve vâsıtalarından mahrum kişilere, gerekli teçhizâtı almaları ve azık masraflarını karşılamaları için yapılacak ödemeleri gösterdiğini ifâde etmektedirler. Şöyle ki:
İmam Muhammed’in dışındaki Hanefî’lerin görüşleri böyle olduğu gibi, Şâfiî, Mâlikî ve Hanbelîler’in görüşleri de küçük farklılıklarla beraber hep bu merkezdedir. Meselâ İmam Şâfiî ve İmam Mâlik’e göre, harbe katılacak kimse zengin dahi olsa, bu fasıldan ona zekât ödenir. İmam-ı Â’zâm hazretlerine göre, böylelerine zekâttan harcama yapılmaz. Şâfiî mezhebinden İmam Mâverdî ve Hânefî mezhebinden İmam Ferrâ’ya göre bu fasıldan ancak, askerî dîvandan maaş almayıp gönüllü harbe katılanlara (mutatavvi’a) harcama yapılır. Hanbelîler’den el-Hırakî (ö. 334 H.) gibi âlimler, “fî sebîlillah” faslından hac esnasında ihtiyaç içine düşmüş kimselere de yardım yapılacağını söylerken, Hanefîler’den İmam Muhammed bununla sâdece böyle durumda olan hacıların kastedildiğini ifâde eder. (Rahimehümüllah)
Zekâtta temlîk’i yani verileni ferdin mülkiyetine intikal ettirmeyi şart koşan âlimler; zekât gelirlerinin yol ve ulaşım tesislerine, ibâdethâne ve mekteplerin/okulların yapımına, sulama kanal ve tesislerine ve kalelerin yapımına harcanamayacağı görüşündedirler. Bilhassa Hanefî ve Hanbelî’ler bunu eserlerinde belirtirler.
İmam Mâlik de zekât gelirleriyle câmi yaptırılamayacağını söylüyor ki, bundan, onun da görüşünün aynı merkezde olduğu anlaşılıyor. Ancak İmam Ebû Yûsuf Kitâbü’l-Harâc adlı eserinde, -diğer Hanefî kaynaklarının onun görüşü hakkında verdikleri mâlumata zıt olarak- bu fasıldan; vergi memurlarının maaşları ödenmiş olmak şartiyle, yol yapım ve ıslâhına da harcama yapılabileceğini yazar.
Gene Hanefîler’den İmam Kâsânî (Ö. 587/1191) “fî sebîlilah” ıstılâhını; “Allah’a yaklaştıran bütün işler (hayırlı hizmetler-sâlih ameller)” diye târif eder ve hayır yaptıran kimselere paraları yetmediğinde bu fasıldan yardım yapılacağını, söyler. Ancak o, yukarıda sayılan işlere, doğrudan harcama yerine, bu işleri yapanlara zekât vermekten söz etmektedir.
Yukarıda zikri geçen ulemânın bu görüşlerine karşılık, zekât gelirlerinin yol ve köprüye de harcanabileceği görüşünde olan âlimler de vardır... Enes b. Mâlik, Hasan-ı Basrî ve Atâ‘ rahimehümüllah bunlardandır. Fahr-i Râzî hazretlerinin de aynı görüşü paylaştığı görülmektedir. Ona göre “fî-sebîlilah” kavramını yalnız muhâriplere / mücahitlere tahsis etmek îcap etmez.
Fahr-i Râzî, Kaffâl’in tefsirinden verdiği nakillerde isim vermeden bazı âlimlerin de bu fâsıldan zekâtın kale, cami ve mescid yapımı gibi bütün hayır işlerine sarfını câiz gördüklerini kaydeder. Osmanlılar döneminde, “Masârifü Beyti’l-Mâl” adlı bir risâle de yazmış olan Dede b. Yahşî (yahut Bahşî) zengin olmayan ilim adamlarının, araştırmaları için lâzım olan eserleri satın alabilmeleri maksadıyla onlara zekâttan verileceğini söyler ve bazılarının “fî sebîlillah” ıstılâhını ilmî araştırma yapanlar olarak da tefsir ettiklerini kaydeder.
***
S O N U Ç
“Fî sebîlillah” mefhumu, İslâm’ın her yoldan ve her çeşit usûlle tebliği, anlatılması, öğretilmesi, müdâfaası ve hayrın temini ile alâkalı fiil ve faaliyetlere işâret etmektedir. Dul kadınlar ve yetimler lehine ödemelerde bulunmayı, mektep ve medreselere yardım yapmayı, hastahânelere, câmilere tahsîsât ayrılmasını ve İslâm ordusunun âlet ve edevât ile teçhizâtını vesâir masraflarını karşılamayı, vatan müdâfaası için bir takım askerî sâbit tesisler kurma masraflarına katılmayı ve benzeri harcamaları içine almaktadır.
Görüldüğü gibi âlimlerin büyük çoğunluğu, Müslüman tebaadan toplanan zekâtların, ister İslâm devleti vasıtasıyla olsun ister şahıslar eliyle ols
Peygamberimiz’den (s.a.v.) sonra ise bilhassa Hz. Ömer (r.a.) zamanından itabaren dâimî ve maaşlı ordular meydana getirildi.
İslâm âlimlerinden bir kısmı, Tevbe sûresi 60. âyette geçen bu “fî sebîlillah” (Allah yolunda) ifadesini dar mânâda tefsir ederek; bunun harbe katılma imkân ve vâsıtalarından mahrum kişilere, gerekli teçhizâtı almaları ve azık masraflarını karşılamaları için yapılacak ödemeleri gösterdiğini ifâde etmektedirler. Şöyle ki:
İmam Muhammed’in dışındaki Hanefî’lerin görüşleri böyle olduğu gibi, Şâfiî, Mâlikî ve Hanbelîler’in görüşleri de küçük farklılıklarla beraber hep bu merkezdedir. Meselâ İmam Şâfiî ve İmam Mâlik’e göre, harbe katılacak kimse zengin dahi olsa, bu fasıldan ona zekât ödenir. İmam-ı Â’zâm hazretlerine göre, böylelerine zekâttan harcama yapılmaz. Şâfiî mezhebinden İmam Mâverdî ve Hânefî mezhebinden İmam Ferrâ’ya göre bu fasıldan ancak, askerî dîvandan maaş almayıp gönüllü harbe katılanlara (mutatavvi’a) harcama yapılır. Hanbelîler’den el-Hırakî (ö. 334 H.) gibi âlimler, “fî sebîlillah” faslından hac esnasında ihtiyaç içine düşmüş kimselere de yardım yapılacağını söylerken, Hanefîler’den İmam Muhammed bununla sâdece böyle durumda olan hacıların kastedildiğini ifâde eder. (Rahimehümüllah)
Zekâtta temlîk’i yani verileni ferdin mülkiyetine intikal ettirmeyi şart koşan âlimler; zekât gelirlerinin yol ve ulaşım tesislerine, ibâdethâne ve mekteplerin/okulların yapımına, sulama kanal ve tesislerine ve kalelerin yapımına harcanamayacağı görüşündedirler. Bilhassa Hanefî ve Hanbelî’ler bunu eserlerinde belirtirler.
İmam Mâlik de zekât gelirleriyle câmi yaptırılamayacağını söylüyor ki, bundan, onun da görüşünün aynı merkezde olduğu anlaşılıyor. Ancak İmam Ebû Yûsuf Kitâbü’l-Harâc adlı eserinde, -diğer Hanefî kaynaklarının onun görüşü hakkında verdikleri mâlumata zıt olarak- bu fasıldan; vergi memurlarının maaşları ödenmiş olmak şartiyle, yol yapım ve ıslâhına da harcama yapılabileceğini yazar.
Gene Hanefîler’den İmam Kâsânî (Ö. 587/1191) “fî sebîlilah” ıstılâhını; “Allah’a yaklaştıran bütün işler (hayırlı hizmetler-sâlih ameller)” diye târif eder ve hayır yaptıran kimselere paraları yetmediğinde bu fasıldan yardım yapılacağını, söyler. Ancak o, yukarıda sayılan işlere, doğrudan harcama yerine, bu işleri yapanlara zekât vermekten söz etmektedir.
Yukarıda zikri geçen ulemânın bu görüşlerine karşılık, zekât gelirlerinin yol ve köprüye de harcanabileceği görüşünde olan âlimler de vardır... Enes b. Mâlik, Hasan-ı Basrî ve Atâ‘ rahimehümüllah bunlardandır. Fahr-i Râzî hazretlerinin de aynı görüşü paylaştığı görülmektedir. Ona göre “fî-sebîlilah” kavramını yalnız muhâriplere / mücahitlere tahsis etmek îcap etmez.
Fahr-i Râzî, Kaffâl’in tefsirinden verdiği nakillerde isim vermeden bazı âlimlerin de bu fâsıldan zekâtın kale, cami ve mescid yapımı gibi bütün hayır işlerine sarfını câiz gördüklerini kaydeder. Osmanlılar döneminde, “Masârifü Beyti’l-Mâl” adlı bir risâle de yazmış olan Dede b. Yahşî (yahut Bahşî) zengin olmayan ilim adamlarının, araştırmaları için lâzım olan eserleri satın alabilmeleri maksadıyla onlara zekâttan verileceğini söyler ve bazılarının “fî sebîlillah” ıstılâhını ilmî araştırma yapanlar olarak da tefsir ettiklerini kaydeder.
***
S O N U Ç
“Fî sebîlillah” mefhumu, İslâm’ın her yoldan ve her çeşit usûlle tebliği, anlatılması, öğretilmesi, müdâfaası ve hayrın temini ile alâkalı fiil ve faaliyetlere işâret etmektedir. Dul kadınlar ve yetimler lehine ödemelerde bulunmayı, mektep ve medreselere yardım yapmayı, hastahânelere, câmilere tahsîsât ayrılmasını ve İslâm ordusunun âlet ve edevât ile teçhizâtını vesâir masraflarını karşılamayı, vatan müdâfaası için bir takım askerî sâbit tesisler kurma masraflarına katılmayı ve benzeri harcamaları içine almaktadır.
Görüldüğü gibi âlimlerin büyük çoğunluğu, Müslüman tebaadan toplanan zekâtların, ister İslâm devleti vasıtasıyla olsun ister şahıslar eliyle ols
105
[12:02:24 AM]KIBRIT-İ AHMER:
arda meselenin tarihî seyri, insanların ihtiyaçları, yararına olup olmayan hususlar mutlaka dikkate alınır; vaziyete en uygun, fertlerin ve toplumun faydasına olan içtihat ve görüşlere dayanılarak hüküm verilir. Zamanımızın şartları ise ortadadır, ayrıca bir açıklamaya gerek olmayacak kadar nettir. O bakımdan son söz olarak diyoruz ki;
Günümüzde hayır cemiyetlerinin ve bilhassa öğrenci derneklerinin görevlileri / yetkilileri öğrenciler adına zekât alabilir / toplayabilir… ve bu toplanan zekâtlar, diğer yardımlar gibi, öğrencilerin bina ihtiyaçları da dahil olmak üzere her türlü hizmetleri için harcanabilir. Bunun caiz olup olmayacağı tartışmasının lüzumsuzluğu bir kenara, hatta, zekâtın verilebileceği en uygun yerlerin başında buraların geldiğini söylemenin bile zâit olacağı açıktır.
DİPNOTLAR
(1) Kur’an-ı Kerim, Tevbe sûresi, 103.
(2) el-Mergınâni, el-Hidâye, 1, 96; Mehmed Zihnî, Nimet-i İslâm, 2, 5.
(3) Elmalı’lı, M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, İstanbul, bty. 2, 933.
(4) Kur’an-ı Kerim, Tevbe sûresi, 60.
(5) Hak Dini Kur’an Dili, Ruhu’l-Beyan, Kurtubî, Mecmûatün mine’t-Tefâsîr, Tefsîr-i Kebîr başta olmak üzere muhtelif tefsirler.
(6) Kur’ân-ı Kerim, Enfâl sûresi, 60.
(7) Dr. Celâl Yeniçeri, İslâm’da Devlet Bütçesi, İst. 1984.
(8) Bilmen, Ömer Nasuhi, Büyük İslâm İlmihali, İstanbul, bty., s. 42.
Günümüzde hayır cemiyetlerinin ve bilhassa öğrenci derneklerinin görevlileri / yetkilileri öğrenciler adına zekât alabilir / toplayabilir… ve bu toplanan zekâtlar, diğer yardımlar gibi, öğrencilerin bina ihtiyaçları da dahil olmak üzere her türlü hizmetleri için harcanabilir. Bunun caiz olup olmayacağı tartışmasının lüzumsuzluğu bir kenara, hatta, zekâtın verilebileceği en uygun yerlerin başında buraların geldiğini söylemenin bile zâit olacağı açıktır.
DİPNOTLAR
(1) Kur’an-ı Kerim, Tevbe sûresi, 103.
(2) el-Mergınâni, el-Hidâye, 1, 96; Mehmed Zihnî, Nimet-i İslâm, 2, 5.
(3) Elmalı’lı, M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, İstanbul, bty. 2, 933.
(4) Kur’an-ı Kerim, Tevbe sûresi, 60.
(5) Hak Dini Kur’an Dili, Ruhu’l-Beyan, Kurtubî, Mecmûatün mine’t-Tefâsîr, Tefsîr-i Kebîr başta olmak üzere muhtelif tefsirler.
(6) Kur’ân-ı Kerim, Enfâl sûresi, 60.
(7) Dr. Celâl Yeniçeri, İslâm’da Devlet Bütçesi, İst. 1984.
(8) Bilmen, Ömer Nasuhi, Büyük İslâm İlmihali, İstanbul, bty., s. 42.
114
[12:02:24 AM]KIBRIT-İ AHMER:
un, Tevbe sûresi 60. âyette gösterilen fertlere hizmet olarak değil de mülk olarak intikal ettirilmesi (temlik) hususunda görüş birliği içindedirler ve bunda ısrarlıdırlar.
Sarf meselesine gelince; devlet hizmetlerinin, kamu harcamalarının ve her çeşit yatırım giderlerinin bir İslâm devletinde zekât gelirleriyle karşılanmaması halinde, yürütmenin imkânsız hâle geleceği muhakkaktır. Bu durumda “fî sebîlillah (Allah yolunda)” ıstılâhını en geniş mânâsıyle tefsir etmekten veya bir kesimin gelirleri yeterli olmadığında diğer kesimden tahsisat aktarmasına müsaade etmekten başka bir çâre de kalmamaktadır. Nitekim Hanefî ve Hanbelîler bu noktada devlete, tahsisat aktarmayı yani bir gelir çeşidiyle karşılanması gereken masrafları, zarûrî hallerde diğer gelir çeşidiyle karşılama izin ve selâhiyetini vermişlerdir.(7)
***
Günümüze gelince…
İslâmî ve insanî hizmetlerin daha iyi yürütülebilmesi, dinin öğretilmesi-yayılması, gelecek nesillerin iyi birer fert, topluma yararlı, güzel ahlâklı insanlar olarak yetişmeleri için bazı gayretli Müslümanlar tarafından, ülkemizin hukuk sistemi çerçevesinde dernekler kurulmuştur. Söz konusu hizmetlerin yerine getirilebilmesi, yürütülebilmesi için lazım olan pek çok şeyin yanında, öncelikle talebenin-öğrencilerin kalıp barınabilecekleri yurt binalarına ihtiyaç vardır. Bu binaların arsası ve yapımı için yardım devletten gelmediğine, gökten zenbille inmediğine ve bu derneklerin belli bir akarı da olmadığına göre, elbette ki vatandaşlardan temin edilecektir. Vatandaşın yardımı da ya bağış, ya da zekât ve sadaka yoluyla olacaktır. Günümüzde, yürütülmeye çalışılan bu hizmetlerin ise, zekâtın harcanabileceği sekiz sınıftan “Allah yolunda” kavramının içine girmediğini söylemeyi-söyleyebilmeyi bir kenara bırakınız, düşünmenin bile imkânsız olduğu âşikârdır. Barınacak bir yer olmadan o öğrencileri nerede yedirip içireceksiniz? Onların sağlıklarını nasıl koruyacak, istirahatlerini, okuyup yazmalarını, düzenli ders çalışmalarını nasıl temin edeceksiniz? Demek ki temel ihtiyaç, öncelikle bina… diğerleri ondan sonra geliyor ve ancak onunla birlikte var olabiliyor.
Şimdi, hal böyle iken, kalkıp hangi ilim, hangi akıl-mantık ve insaf-iz‘an ölçülerine dayanarak yuvarlak bir lafla, “efendim camiye, yurt binasına zekât verilmez” denilebiliyor!” (Herhalde bununla ‘harcanmaz’ demeyi kastediyorlar.) Gerçekten anlamak zor. Âmiyâne ifadeyle, senin dinin için kalkıp ABD mi yardım edecek, AB mi hibede bulunacak, Vatikan mı el uzatacak, Havra mı iâne yapacak?!.. Her sahada olduğu gibi bu noktada da söz söylerken en azından insafı elden bırakmamak gerek. Söylediğimiz sözün hangi sonuçları doğuracağını, meselenin nasıl da kördüğüm olacağını iyi hesap etmemiz lâzım.
Ayrıca bu mevzuda birbirine karıştırılan iki önemli husus var; “temlik” ve “tasarruf”.
Yukarıda ifade ettiğimiz gibi temlik, zekât verilecek kişinin, bunu bizzat kendisinin almasıyla gerçekleşeceği gibi, bir başkasının onun adına vekâleten almasıyla da yerine gelmiş olur.
Bu gibi hizmetlerin ifasında da, talebenin bizzat temliki / yardım toplaması yerine, bu işi onlar adına vekâleten başkalarının görmesi elbette ki daha doğru olur. Hatta tasarruf / harcama meselesi de böyledir. Öğrenci her şeyi, her ihtiyacı hesap edemeyebilir; çünkü onların asıl işi o değildir. Ama veliyyülemr mevkiindeki vazifelilerin durumu farklıdır; onların esas görevleri, talebenin iaşe ve ibatelerini temindir. Onlar, ihtiyaca göre, ihtiyaçların lüzum ve önemine göre sarfta / harcamada bulunurlar.
Zekâtın bina inşaatına harcanıp harcanamayacağı meselesi de yine yukarıda açıkça belirtildi. Bunun caiz olduğuna dair pek çok âlimin görüşleri ortada… Bunları gözardı ademeyiz. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) “Ümmetimin ihtilâfı (onlar için) geniş bir rahmettir”(8) buyuruyor. Yani âlimlerin herhangi bir mevzuda farklı görüşler-içtihatlar ortaya koymaları, meseleye esneklik kazandırmaları ümmet için çok büyük bir kolaylıktır. Onları sıkıntıdan, darlıktan kurtarır. Zira her hususta tek bir görüşe uymak zorunda kalmak, başka çıkış yollarına müracaat edememek elbette ki büyük bir sıkıntıdır. Fetval
Sarf meselesine gelince; devlet hizmetlerinin, kamu harcamalarının ve her çeşit yatırım giderlerinin bir İslâm devletinde zekât gelirleriyle karşılanmaması halinde, yürütmenin imkânsız hâle geleceği muhakkaktır. Bu durumda “fî sebîlillah (Allah yolunda)” ıstılâhını en geniş mânâsıyle tefsir etmekten veya bir kesimin gelirleri yeterli olmadığında diğer kesimden tahsisat aktarmasına müsaade etmekten başka bir çâre de kalmamaktadır. Nitekim Hanefî ve Hanbelîler bu noktada devlete, tahsisat aktarmayı yani bir gelir çeşidiyle karşılanması gereken masrafları, zarûrî hallerde diğer gelir çeşidiyle karşılama izin ve selâhiyetini vermişlerdir.(7)
***
Günümüze gelince…
İslâmî ve insanî hizmetlerin daha iyi yürütülebilmesi, dinin öğretilmesi-yayılması, gelecek nesillerin iyi birer fert, topluma yararlı, güzel ahlâklı insanlar olarak yetişmeleri için bazı gayretli Müslümanlar tarafından, ülkemizin hukuk sistemi çerçevesinde dernekler kurulmuştur. Söz konusu hizmetlerin yerine getirilebilmesi, yürütülebilmesi için lazım olan pek çok şeyin yanında, öncelikle talebenin-öğrencilerin kalıp barınabilecekleri yurt binalarına ihtiyaç vardır. Bu binaların arsası ve yapımı için yardım devletten gelmediğine, gökten zenbille inmediğine ve bu derneklerin belli bir akarı da olmadığına göre, elbette ki vatandaşlardan temin edilecektir. Vatandaşın yardımı da ya bağış, ya da zekât ve sadaka yoluyla olacaktır. Günümüzde, yürütülmeye çalışılan bu hizmetlerin ise, zekâtın harcanabileceği sekiz sınıftan “Allah yolunda” kavramının içine girmediğini söylemeyi-söyleyebilmeyi bir kenara bırakınız, düşünmenin bile imkânsız olduğu âşikârdır. Barınacak bir yer olmadan o öğrencileri nerede yedirip içireceksiniz? Onların sağlıklarını nasıl koruyacak, istirahatlerini, okuyup yazmalarını, düzenli ders çalışmalarını nasıl temin edeceksiniz? Demek ki temel ihtiyaç, öncelikle bina… diğerleri ondan sonra geliyor ve ancak onunla birlikte var olabiliyor.
Şimdi, hal böyle iken, kalkıp hangi ilim, hangi akıl-mantık ve insaf-iz‘an ölçülerine dayanarak yuvarlak bir lafla, “efendim camiye, yurt binasına zekât verilmez” denilebiliyor!” (Herhalde bununla ‘harcanmaz’ demeyi kastediyorlar.) Gerçekten anlamak zor. Âmiyâne ifadeyle, senin dinin için kalkıp ABD mi yardım edecek, AB mi hibede bulunacak, Vatikan mı el uzatacak, Havra mı iâne yapacak?!.. Her sahada olduğu gibi bu noktada da söz söylerken en azından insafı elden bırakmamak gerek. Söylediğimiz sözün hangi sonuçları doğuracağını, meselenin nasıl da kördüğüm olacağını iyi hesap etmemiz lâzım.
Ayrıca bu mevzuda birbirine karıştırılan iki önemli husus var; “temlik” ve “tasarruf”.
Yukarıda ifade ettiğimiz gibi temlik, zekât verilecek kişinin, bunu bizzat kendisinin almasıyla gerçekleşeceği gibi, bir başkasının onun adına vekâleten almasıyla da yerine gelmiş olur.
Bu gibi hizmetlerin ifasında da, talebenin bizzat temliki / yardım toplaması yerine, bu işi onlar adına vekâleten başkalarının görmesi elbette ki daha doğru olur. Hatta tasarruf / harcama meselesi de böyledir. Öğrenci her şeyi, her ihtiyacı hesap edemeyebilir; çünkü onların asıl işi o değildir. Ama veliyyülemr mevkiindeki vazifelilerin durumu farklıdır; onların esas görevleri, talebenin iaşe ve ibatelerini temindir. Onlar, ihtiyaca göre, ihtiyaçların lüzum ve önemine göre sarfta / harcamada bulunurlar.
Zekâtın bina inşaatına harcanıp harcanamayacağı meselesi de yine yukarıda açıkça belirtildi. Bunun caiz olduğuna dair pek çok âlimin görüşleri ortada… Bunları gözardı ademeyiz. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) “Ümmetimin ihtilâfı (onlar için) geniş bir rahmettir”(8) buyuruyor. Yani âlimlerin herhangi bir mevzuda farklı görüşler-içtihatlar ortaya koymaları, meseleye esneklik kazandırmaları ümmet için çok büyük bir kolaylıktır. Onları sıkıntıdan, darlıktan kurtarır. Zira her hususta tek bir görüşe uymak zorunda kalmak, başka çıkış yollarına müracaat edememek elbette ki büyük bir sıkıntıdır. Fetval
111
[12:10:42 AM]KIBRIT-İ AHMER:
Bu memleketteki İslam için her birimiz sorumluyuz. Gücümüz neye yetiyorsa onu yapmakla mükellefiz.
118
[2:17:29 AM]KIBRIT-İ AHMER:
:radio_button::radio_button::radio_button:
:arrow_right_hook:Ruhul beyan tefsirinden
:o:HADİS İ ŞERİF:o:
Peygamberimiz SAV
Buyuruyor..
.:white_check_mark:
Ey ashabım kabirlerinizdeki mevtalarınızı (ölülerinizi)özellikle
:red_circle: Ramazan ı Şerifte :red_circle:
unutmayiniz
Çünkü onlarin ruhlari evlerine gelirler
:large_blue_circle:BİN DEFA:large_blue_circle:
şöyle seslenirler
:small_red_triangle_down::small_red_triangle_down::small_red_triangle_down:
"Bizim için bir dirhem veya
:white_check_mark:bir çörek veya
:white_check_mark:az bir ekmek
:white_check_mark:veya dua ile veya
:white_check_mark:kuranı kerim okumak
:white_check_mark:ile veya elbisesi olmayana elbise giydirinki
:arrow_lower_right:Allah da size cennet elbiseleri giydirsin
:arrow_lower_right:.Bize ikramda bulunun diye BİN DEFA seslenirler..
:left_right_arrow:Rabbim tüm geçmişlerimizin
kabirlerini pür nur makamlarını âli eylesin.
Bizleride bu hadis-i serifin müjdesine nail eylesin.
(Ruhul Beyan Tefsiri)
:radio_button::radio_button::radio_button:
HER DÂÎM DUÂLAR EDER
DUANIZI BEKLERIZ
:radio_button::radio_button::radio_button::radio_button:
:arrow_right_hook:Ruhul beyan tefsirinden
:o:HADİS İ ŞERİF:o:
Peygamberimiz SAV
Buyuruyor..
.:white_check_mark:
Ey ashabım kabirlerinizdeki mevtalarınızı (ölülerinizi)özellikle
:red_circle: Ramazan ı Şerifte :red_circle:
unutmayiniz
Çünkü onlarin ruhlari evlerine gelirler
:large_blue_circle:BİN DEFA:large_blue_circle:
şöyle seslenirler
:small_red_triangle_down::small_red_triangle_down::small_red_triangle_down:
"Bizim için bir dirhem veya
:white_check_mark:bir çörek veya
:white_check_mark:az bir ekmek
:white_check_mark:veya dua ile veya
:white_check_mark:kuranı kerim okumak
:white_check_mark:ile veya elbisesi olmayana elbise giydirinki
:arrow_lower_right:Allah da size cennet elbiseleri giydirsin
:arrow_lower_right:.Bize ikramda bulunun diye BİN DEFA seslenirler..
:left_right_arrow:Rabbim tüm geçmişlerimizin
kabirlerini pür nur makamlarını âli eylesin.
Bizleride bu hadis-i serifin müjdesine nail eylesin.
(Ruhul Beyan Tefsiri)
:radio_button::radio_button::radio_button:
HER DÂÎM DUÂLAR EDER
DUANIZI BEKLERIZ
:radio_button::radio_button::radio_button::radio_button:
119
[2:49:10 AM]KIBRIT-İ AHMER:
Bir Vakit Namazını kaçırdığımızda şayet dünyalar başımıza yıkılmıyor ve hüngür hüngür ağlamıyorsak imanımızı kontrol etmeliyiz.
https://youtu.be/ChQARpSyGCE
https://youtu.be/ChQARpSyGCE
115
[10:14:43 AM]KIBRIT-İ AHMER:
* NAZAR HAKKINDA*
:exclamation:ÖNEMLİ:exclamation:
Nazar (göz değmesi) haktır.
Bu sebeple nazardan Allah-ü Teâlaya sığınılmalıdır.
Zirâ Rasûlüllah Efendimiz (s.a.v)
Şöyle buyurdular;
*اَلْعَيْنُ حَقٌّ وَلَوْ كَانَ شَيْئٌ سَابَقَ الْقَدَرَ سَبَقَتْهُ الْعَيْنُ*
*“Nazar haktır. Kaderi geçecek birşey olsaydı onu, nazar geçerdi”* (h.şerif-SMüslim)
*اَلْعَيْنُ حَقٌّ وَ يَحْضُرُ بِهَا الشَّيْطَانُ وَ حَسَدُ ابْنِ آدَمَ*
*“Nazar haktır. Nazara şeytan ve ademoğlunun hasedi sebep olur.”*
(H serif -Musned)
*لَوْ كَانَ شَيْئٌ سَابَقَ الْقَدَرَ سَبَقَتُهُ الْعَيْنُ ، اَلْعَيْنُ تُدْخِلُ الرَّجُلَ الْقَبْرَ ، وَتُدْخِلُ الْجَمَلَ الْقِدْرَ*
*“Kaderi geçecek birşey olsaydı onu,nazar geçerdi. Çünkü nazar insanı kabre deveyi tencereye sokar.”*
(H serif-kenzul ummal)
*NAZAR DEĞMEMESİ İÇİN NE OKUMALIDIR*:question:
*1-* *Bir kimse birşey gördüğünde beğenir ve ona nazarı değmesinden korkarsa şu duâyı okumalı, hayır ve bereket temenni etmelidir.*
*مَا شَاءَ اللَّهُ لاَ قُوَّةَ اِلّا بِاللّهِ*
*Okunuşu*
“Maşâallâh, lâ kuvvete illâ billâh.”
*Fazileti*
Rasûlüllah Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurdular
*مَنْ رَأَي شَيْئاً يُعْجِبُهُ ، فَقَالَ : مَاشَاءَ اللّهُ لاَ قُوَّةَ اِلاّ بِاللّهِ لَمْ يَضُرَّهُ الْعَيْنُ*
“Her kim hoşuna giden birşeyi görünce, “Maşâallâh, lâ kuvvete illâ billâh” derse o şeye nazar (göz değmesi) zarar vermez.
( kenzül- ümmal)
*اِذَا رَأَي اَحَدُكُمْ مِنْ نَفْسِهِ اَوْ مَالِهِ اَوْ اَخِيهِ مَا يُعْجِبُهُ فَلْيَدْعُ بِالْبَرَكَةِ ، فَإِنَّ الْعَيْنَ حَقٌّ*
Sizden biri kendinde, malında veya kardeşinde hoşuna giden birşey görürse ona (maşâallâh, Allah mübarek etsin gibi) bereketle dua etsin. Çünkü nazar haktır.
(H.serif-musned)
*2- Nazara karşı Fatiha ve Ayetü-l Kürsi Okumak*
Rasûlüllah Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurdular;
*فِي كِتَابِ اللَّهِ ثَمَانِيَ آيَاتٍ لِلْعَيْنِ : اَلْفَاتِحَةُ وَآيَةُ الْكُرْسِيِّ*
“Allâh-ü Teâlanın kitabında nazar için 8 ayet vardır. Fâtiha-i şerife ve Ayetül Kürsi.”
(Fatiha-ı şerife 7 Ayetül kürsi 1 ayettir)
(H.serif-kenzül ummal)
*3- Nazara karşı Kalem Suresinin son 2 Ayeti Kerimesini okumak;*
*وَ اِنْ يَكَادُ الَّذِينَ كَفَرُو لَيُزْلِقُونَكَ بِاَبْصَارِهِمْ لَمَّا سَمِعُو الذِّكْرَ وَ يَقُولُونَ اِنَّهُ لَمَجْنُونَ • وَمَا هُوَ اِلاّ ذِكْرٌ لِلْعَالَمِينَ*
*Okunuşu;*
“Vein yekâdüllezine keferû leyüzlikûneke bi ebsârihim lemmâ semiu-z’zikra ve yekûlûne innehü lemecnün. Vemâ hüve illâ zikrun lil âlemîn.
*Usul Ve Fazileti*
Hasan-ı Basri Hazretleri nazar değen kimseye bu ayetlerin okunmasının o kimseye şifâ vereceğini söylemiştir.
Bu Ayeti Kerime 7 defa okunur ve yazılıp üzerinde taşımak için su geçirmeyecek bir şeyle birkaç kat sarılır.
(F.razı-mefatihul gayb-s 618)
(Adap ve faziletleriyle dualar.fazilet nesriyat s.135)
:hibiscus:Hz.Allah cümlemizi nazardan,kötü bakışlardan ,hasedden
muhafaza buyursun
*Hayırlı günler dilerim*
:exclamation:ÖNEMLİ:exclamation:
Nazar (göz değmesi) haktır.
Bu sebeple nazardan Allah-ü Teâlaya sığınılmalıdır.
Zirâ Rasûlüllah Efendimiz (s.a.v)
Şöyle buyurdular;
*اَلْعَيْنُ حَقٌّ وَلَوْ كَانَ شَيْئٌ سَابَقَ الْقَدَرَ سَبَقَتْهُ الْعَيْنُ*
*“Nazar haktır. Kaderi geçecek birşey olsaydı onu, nazar geçerdi”* (h.şerif-SMüslim)
*اَلْعَيْنُ حَقٌّ وَ يَحْضُرُ بِهَا الشَّيْطَانُ وَ حَسَدُ ابْنِ آدَمَ*
*“Nazar haktır. Nazara şeytan ve ademoğlunun hasedi sebep olur.”*
(H serif -Musned)
*لَوْ كَانَ شَيْئٌ سَابَقَ الْقَدَرَ سَبَقَتُهُ الْعَيْنُ ، اَلْعَيْنُ تُدْخِلُ الرَّجُلَ الْقَبْرَ ، وَتُدْخِلُ الْجَمَلَ الْقِدْرَ*
*“Kaderi geçecek birşey olsaydı onu,nazar geçerdi. Çünkü nazar insanı kabre deveyi tencereye sokar.”*
(H serif-kenzul ummal)
*NAZAR DEĞMEMESİ İÇİN NE OKUMALIDIR*:question:
*1-* *Bir kimse birşey gördüğünde beğenir ve ona nazarı değmesinden korkarsa şu duâyı okumalı, hayır ve bereket temenni etmelidir.*
*مَا شَاءَ اللَّهُ لاَ قُوَّةَ اِلّا بِاللّهِ*
*Okunuşu*
“Maşâallâh, lâ kuvvete illâ billâh.”
*Fazileti*
Rasûlüllah Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurdular
*مَنْ رَأَي شَيْئاً يُعْجِبُهُ ، فَقَالَ : مَاشَاءَ اللّهُ لاَ قُوَّةَ اِلاّ بِاللّهِ لَمْ يَضُرَّهُ الْعَيْنُ*
“Her kim hoşuna giden birşeyi görünce, “Maşâallâh, lâ kuvvete illâ billâh” derse o şeye nazar (göz değmesi) zarar vermez.
( kenzül- ümmal)
*اِذَا رَأَي اَحَدُكُمْ مِنْ نَفْسِهِ اَوْ مَالِهِ اَوْ اَخِيهِ مَا يُعْجِبُهُ فَلْيَدْعُ بِالْبَرَكَةِ ، فَإِنَّ الْعَيْنَ حَقٌّ*
Sizden biri kendinde, malında veya kardeşinde hoşuna giden birşey görürse ona (maşâallâh, Allah mübarek etsin gibi) bereketle dua etsin. Çünkü nazar haktır.
(H.serif-musned)
*2- Nazara karşı Fatiha ve Ayetü-l Kürsi Okumak*
Rasûlüllah Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurdular;
*فِي كِتَابِ اللَّهِ ثَمَانِيَ آيَاتٍ لِلْعَيْنِ : اَلْفَاتِحَةُ وَآيَةُ الْكُرْسِيِّ*
“Allâh-ü Teâlanın kitabında nazar için 8 ayet vardır. Fâtiha-i şerife ve Ayetül Kürsi.”
(Fatiha-ı şerife 7 Ayetül kürsi 1 ayettir)
(H.serif-kenzül ummal)
*3- Nazara karşı Kalem Suresinin son 2 Ayeti Kerimesini okumak;*
*وَ اِنْ يَكَادُ الَّذِينَ كَفَرُو لَيُزْلِقُونَكَ بِاَبْصَارِهِمْ لَمَّا سَمِعُو الذِّكْرَ وَ يَقُولُونَ اِنَّهُ لَمَجْنُونَ • وَمَا هُوَ اِلاّ ذِكْرٌ لِلْعَالَمِينَ*
*Okunuşu;*
“Vein yekâdüllezine keferû leyüzlikûneke bi ebsârihim lemmâ semiu-z’zikra ve yekûlûne innehü lemecnün. Vemâ hüve illâ zikrun lil âlemîn.
*Usul Ve Fazileti*
Hasan-ı Basri Hazretleri nazar değen kimseye bu ayetlerin okunmasının o kimseye şifâ vereceğini söylemiştir.
Bu Ayeti Kerime 7 defa okunur ve yazılıp üzerinde taşımak için su geçirmeyecek bir şeyle birkaç kat sarılır.
(F.razı-mefatihul gayb-s 618)
(Adap ve faziletleriyle dualar.fazilet nesriyat s.135)
:hibiscus:Hz.Allah cümlemizi nazardan,kötü bakışlardan ,hasedden
muhafaza buyursun
*Hayırlı günler dilerim*
113
[11:24:03 AM]KIBRIT-İ AHMER:
"Allah yukarıda" derseniz ona bir yön tayin etmiş olursunuz. Bir şeyin "yönü" olabilmesi için bir cisme sahip olması gerekir.
Ancak cisimlerin sağı solu, aşağı yukarısı olur. Cisim olmayan duyguların yönü yoktur misal olarak. Ama yine de vardılar.
Allah, cisim olmaktan münezzehtir.
Ancak cisimlerin sağı solu, aşağı yukarısı olur. Cisim olmayan duyguların yönü yoktur misal olarak. Ama yine de vardılar.
Allah, cisim olmaktan münezzehtir.
125
[12:35:10 PM]KIBRIT-İ AHMER:
USLÛBUN GÜZELLİĞİNE BAKARMISINIZ...
Adamın biri mahalle bakkalına girer ve elma ile muzun fiyatını sorar.
Bakkal der ki:
– Muz sekiz lira, elma da altı lira...
Tam o sırada bakkalın tanıdığı aynı mahalleden bir bayan içeri girer, o da elma ve muzun fiyatını sorar.
Bakkal der ki:
– Muz üç lira, elma da iki lira...
Kadın, “Elhamdülillah.” der ve birer kilo meyve alır...
Bakkalın yaptığını şaşkınlık içinde izleyen adam öfkelenir ve bakkalla tartışıp kavga etmek ister.
Ancak bakkal göz işaretiyle az sabretmesini ve kadın gidinceye kadar beklemesini söyler...
Bakkal meyveleri kadına verir ve kadın sevinç içinde der ki:
– Allah’a şükürler olsun ki çocuklarım meyve yiyecekler.
Ardından da çıkıp evinin yolunu tutar...
Her ikisi kadının Allah'a nasıl şükrettiğini gördüler...
Sonra bakkal, müşteriye döner ve şöyle der:
– Allah'a andolsun ki, ben seni aldatmadım ve meyvelerin gerçek fiyatını söyledim sana.
Ancak bu kadının dört yetim çocuğu var, kimseden de yardım almıyor, geçimini az geliriyle sağlamaya çalışıyor. Ne zaman kendisine, "Bakkaldan istediğin ne varsa bedava alabilirsin." dediğimde rahatsız oluyor.
İşte ben de ona yardımcı olmak ve az da olsa sevap işlemek için ucuz fiyatlar veriyorum. Ben Allah ile bir muameleye girişmişim ve O'nun rızasını kazanmak istiyorum...
Gördüğün bu kadın haftada bir gün buraya gelir ve Allah'a andolsun ki, benden gelip bir şeyler aldığı her seferinde ben o gün daha çok kâr ediyorum ve nasıl olduğunu, paraların bana nereden geldiğini de bir türlü bilemiyorum; o günkü kazancımdan bereket yağıyor yemin ederim...
Bakkalın dediklerini duyan müşteri gözyaşlarını tutamadı, bakkala sarılıp yaptığı bu güzel işten dolayı alnını öptü. Ne yapılırsa yapılsın her işte Allah rızası aranmalıdır.
Allah rızasını arayanı, Allah cc yarı yolda bırakmaz !!!
Adamın biri mahalle bakkalına girer ve elma ile muzun fiyatını sorar.
Bakkal der ki:
– Muz sekiz lira, elma da altı lira...
Tam o sırada bakkalın tanıdığı aynı mahalleden bir bayan içeri girer, o da elma ve muzun fiyatını sorar.
Bakkal der ki:
– Muz üç lira, elma da iki lira...
Kadın, “Elhamdülillah.” der ve birer kilo meyve alır...
Bakkalın yaptığını şaşkınlık içinde izleyen adam öfkelenir ve bakkalla tartışıp kavga etmek ister.
Ancak bakkal göz işaretiyle az sabretmesini ve kadın gidinceye kadar beklemesini söyler...
Bakkal meyveleri kadına verir ve kadın sevinç içinde der ki:
– Allah’a şükürler olsun ki çocuklarım meyve yiyecekler.
Ardından da çıkıp evinin yolunu tutar...
Her ikisi kadının Allah'a nasıl şükrettiğini gördüler...
Sonra bakkal, müşteriye döner ve şöyle der:
– Allah'a andolsun ki, ben seni aldatmadım ve meyvelerin gerçek fiyatını söyledim sana.
Ancak bu kadının dört yetim çocuğu var, kimseden de yardım almıyor, geçimini az geliriyle sağlamaya çalışıyor. Ne zaman kendisine, "Bakkaldan istediğin ne varsa bedava alabilirsin." dediğimde rahatsız oluyor.
İşte ben de ona yardımcı olmak ve az da olsa sevap işlemek için ucuz fiyatlar veriyorum. Ben Allah ile bir muameleye girişmişim ve O'nun rızasını kazanmak istiyorum...
Gördüğün bu kadın haftada bir gün buraya gelir ve Allah'a andolsun ki, benden gelip bir şeyler aldığı her seferinde ben o gün daha çok kâr ediyorum ve nasıl olduğunu, paraların bana nereden geldiğini de bir türlü bilemiyorum; o günkü kazancımdan bereket yağıyor yemin ederim...
Bakkalın dediklerini duyan müşteri gözyaşlarını tutamadı, bakkala sarılıp yaptığı bu güzel işten dolayı alnını öptü. Ne yapılırsa yapılsın her işte Allah rızası aranmalıdır.
Allah rızasını arayanı, Allah cc yarı yolda bırakmaz !!!
114
[9:12:33 PM]KIBRIT-İ AHMER:
Tüccarlara Dînî Tavsiyeler..
Ticâret ile uğraşanlar şu hususlara dikkat etmelidirler:
1- Güzel niyet; ticaretten maksadı, insanlardan bir şey istemekten ve onlara muhtâç olmaktan sakınmak, kazancı ile dînî vazifelerini daha iyi yapmak ve âilesinin ihtiyâcını gidermek olmalıdır. Bu niyetle ticâret yapan kimse, mücâhidler zümresinden sayılır. Yine Müslümanlara faydalı olmaya, müminlere nasîhatta bulunmaya, adâlet ve ihsan yolunu tutmaya niyet etmelidir. Çarşı ve pazardakilere iyilikleri emredip kötülükten nehyetmeyi düşünmelidir.
2- Sanatında veya ticâretinde dînen câiz olan şeyleri yapmalı, dînin hoş görmediği sanatlardan uzak durmalıdır.
3.Tüccarı, dünya işleri ile meşguliyeti, âhiret işleri ile meşgul olmaktan alıkoymamalıdır.
4- Ticârethânesinde, dâima rızkı veren Rabbini zikretmeye devam etmelidir. Gaflet içinde olanların ve pazardakilerin arasında Allâh’ı zikretmek, en fazîletli zikirlerdendir. Hadîs-i şerîfte: “Kim çarşıya girdiği zaman ‘Lâ ilâhe illallâhü vahdehû lâ şerîke leh, lehü’l-mülkü velehü’l-hamdü, yuhyî ve yümîtü ve hüve hayyün lâ yemût, biyedihi’l-hayr ve hüve alâ külli şey’in kadîr’ derse Allâhü Teâlâ onun için milyonlarca sevab yazar, ondan milyonlarca günâhı siler ve onun derecesini milyonlarca yükseltir.” buyurulmuştur. (Sünen-i Tirmizî)
5-Ticârette çok hırslı olmamalıdır.
6- Yaptığı bütün işlerin ahvâlini gözetmeli, kıyâmet günü hesab için cevap hazırlamalıdır. Gerek sözlerinde gerek hareketlerinde dâima kendisini hesaba çekmelidir.
Ticâret ile uğraşanlar şu hususlara dikkat etmelidirler:
1- Güzel niyet; ticaretten maksadı, insanlardan bir şey istemekten ve onlara muhtâç olmaktan sakınmak, kazancı ile dînî vazifelerini daha iyi yapmak ve âilesinin ihtiyâcını gidermek olmalıdır. Bu niyetle ticâret yapan kimse, mücâhidler zümresinden sayılır. Yine Müslümanlara faydalı olmaya, müminlere nasîhatta bulunmaya, adâlet ve ihsan yolunu tutmaya niyet etmelidir. Çarşı ve pazardakilere iyilikleri emredip kötülükten nehyetmeyi düşünmelidir.
2- Sanatında veya ticâretinde dînen câiz olan şeyleri yapmalı, dînin hoş görmediği sanatlardan uzak durmalıdır.
3.Tüccarı, dünya işleri ile meşguliyeti, âhiret işleri ile meşgul olmaktan alıkoymamalıdır.
4- Ticârethânesinde, dâima rızkı veren Rabbini zikretmeye devam etmelidir. Gaflet içinde olanların ve pazardakilerin arasında Allâh’ı zikretmek, en fazîletli zikirlerdendir. Hadîs-i şerîfte: “Kim çarşıya girdiği zaman ‘Lâ ilâhe illallâhü vahdehû lâ şerîke leh, lehü’l-mülkü velehü’l-hamdü, yuhyî ve yümîtü ve hüve hayyün lâ yemût, biyedihi’l-hayr ve hüve alâ külli şey’in kadîr’ derse Allâhü Teâlâ onun için milyonlarca sevab yazar, ondan milyonlarca günâhı siler ve onun derecesini milyonlarca yükseltir.” buyurulmuştur. (Sünen-i Tirmizî)
5-Ticârette çok hırslı olmamalıdır.
6- Yaptığı bütün işlerin ahvâlini gözetmeli, kıyâmet günü hesab için cevap hazırlamalıdır. Gerek sözlerinde gerek hareketlerinde dâima kendisini hesaba çekmelidir.
109
[9:44:23 PM]KIBRIT-İ AHMER:
Zekat verilecek kimseler Kuranı kerimde sekiz sınıf olarak bildirilmiştir.İlim okuyan talebeler de bu 8 sınıfın içerisindedir.
Din ilmi okuyan talebeye zekât verilir. Çünkü o, nefsini, kendisinin ve başkalarının istifadesi için vakfetmiştir ve çalışıp kazanmaktan âcizdir. Hâcetler de onu buna zorlamaktadır (Nimet-i İslâm 35, İbn-i Âbidîn C.2 S. 343 Tahtavî... İhya C.1 S. 614)
Din ilmi okuyan talebeye zekât verilir. Çünkü o, nefsini, kendisinin ve başkalarının istifadesi için vakfetmiştir ve çalışıp kazanmaktan âcizdir. Hâcetler de onu buna zorlamaktadır (Nimet-i İslâm 35, İbn-i Âbidîn C.2 S. 343 Tahtavî... İhya C.1 S. 614)
--- Wednesday, May 13, 2020 ---
111
[3:59:55 AM]KIBRIT-İ AHMER:
Fazilet Takvimi
(13 Mayıs 2020)
İSTİKÂMET
İstikâmet, Allâh’ın emirlerini edâ etmeyi, günahlardan kaçınmak ile birlikte yapmaktır. Devamlı ve kararlı olmaktır. İstikâmet, i’vicâcın (yâni eğri büğrü olmanın) zıddıdır. Başka bir târifte: “Hazret-i Allâh’a, hiçbir şeyi tercih etmemektir.” denilmiştir. (Kitâbü’t-Tarifât)
Allâhü Teâlâ, Ahkâf Sûresi’nin 13. âyet-i kerîmesinde (meâlen): “Muhakkak Rabbimiz Allah’tır, deyip, sonra da istikâmet üzere olanlara gelince, onlar için hiçbir korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.” Ve Fussılet Sûresi’nin 30. âyet-i kerîmesinde (meâlen): “Rabbimiz Allah’tır, deyip, sonra da istikâmet üzere devam edenlere gelince, onların üzerine melekler iner (ve derler ki): “Korkmayın, üzülmeyin, size vaadedilen cennetle sevinin.” buyurmuştur.
Denilmiştir ki, istikâmet bin kerâmetten daha hayırlıdır. Bu istikâmet, Ehl-i Sünnet ve Cemâat akîdesi üzere sebat ve şu beş şeye devam etmektir:
- Menfaat veren ilimleri öğrenmek.
- Sâlih amel işlemek.
- Hakîkî ihlâsa sahip olmak.
- Dâimâ Cenâb-ı Hak ile beraber olmak.
- Allâhü Teâlâ’nın gayrısını terk etmeye, onlardan uzak olmaya devam etmek. (Mirkâtü’l-Mefâtîh Şerh-i Mişkâtü’l-Mesâbîh)
(13 Mayıs 2020)
İSTİKÂMET
İstikâmet, Allâh’ın emirlerini edâ etmeyi, günahlardan kaçınmak ile birlikte yapmaktır. Devamlı ve kararlı olmaktır. İstikâmet, i’vicâcın (yâni eğri büğrü olmanın) zıddıdır. Başka bir târifte: “Hazret-i Allâh’a, hiçbir şeyi tercih etmemektir.” denilmiştir. (Kitâbü’t-Tarifât)
Allâhü Teâlâ, Ahkâf Sûresi’nin 13. âyet-i kerîmesinde (meâlen): “Muhakkak Rabbimiz Allah’tır, deyip, sonra da istikâmet üzere olanlara gelince, onlar için hiçbir korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.” Ve Fussılet Sûresi’nin 30. âyet-i kerîmesinde (meâlen): “Rabbimiz Allah’tır, deyip, sonra da istikâmet üzere devam edenlere gelince, onların üzerine melekler iner (ve derler ki): “Korkmayın, üzülmeyin, size vaadedilen cennetle sevinin.” buyurmuştur.
Denilmiştir ki, istikâmet bin kerâmetten daha hayırlıdır. Bu istikâmet, Ehl-i Sünnet ve Cemâat akîdesi üzere sebat ve şu beş şeye devam etmektir:
- Menfaat veren ilimleri öğrenmek.
- Sâlih amel işlemek.
- Hakîkî ihlâsa sahip olmak.
- Dâimâ Cenâb-ı Hak ile beraber olmak.
- Allâhü Teâlâ’nın gayrısını terk etmeye, onlardan uzak olmaya devam etmek. (Mirkâtü’l-Mefâtîh Şerh-i Mişkâtü’l-Mesâbîh)
111
[5:03:15 AM]KIBRIT-İ AHMER:
Beş vakit namaz kılıp da,
Ramazan orucunu tutup da,
Sıra Zekât vermeye gelince vermemenin yada en az vermenin yollarını arayanlar varmı, yok mu?:point_up:🏼
بِسْــــــــــــــــــمِ اﷲِالرَّحْمَنِ اارَّحِيم
قَدْ اَفْلَحَ مَنْ تَزَكّٰىۙ ﴿١٤﴾
وَذَكَرَ اسْمَ رَبِّه۪ فَصَلّٰىۜ ﴿١٥﴾
"Doğrusu (zekât ve cihatla) arınan ve rabbinin adını anıp namaz kılan kurtuluşa ermiştir."
﴾A'la Sûresi, Âyet 14-15﴿
Öyleyse bir daha düşünsünler..
Zira nefse en ağır gelen şey malından "vermektir", ancak mükâfatı da o derece fazladır..
Ramazan orucunu tutup da,
Sıra Zekât vermeye gelince vermemenin yada en az vermenin yollarını arayanlar varmı, yok mu?:point_up:🏼
بِسْــــــــــــــــــمِ اﷲِالرَّحْمَنِ اارَّحِيم
قَدْ اَفْلَحَ مَنْ تَزَكّٰىۙ ﴿١٤﴾
وَذَكَرَ اسْمَ رَبِّه۪ فَصَلّٰىۜ ﴿١٥﴾
"Doğrusu (zekât ve cihatla) arınan ve rabbinin adını anıp namaz kılan kurtuluşa ermiştir."
﴾A'la Sûresi, Âyet 14-15﴿
Öyleyse bir daha düşünsünler..
Zira nefse en ağır gelen şey malından "vermektir", ancak mükâfatı da o derece fazladır..
108
[9:37:57 AM]KIBRIT-İ AHMER:
Hanefî usulcülere göre sünnet bir "vahy-i bâtın"dır
|Serahsî, Usûlü’s-Serahsî, 2/90
"Vahy-i Bâtın, Rasûlullâh'ın (sav) şerî hükümlerdeki içtihadıdır."
|Emîr el-İtkâni, eş-Şâmil, 1. cilt vr. 2
|Serahsî, Usûlü’s-Serahsî, 2/90
"Vahy-i Bâtın, Rasûlullâh'ın (sav) şerî hükümlerdeki içtihadıdır."
|Emîr el-İtkâni, eş-Şâmil, 1. cilt vr. 2
115
[10:13:46 AM]KIBRIT-İ AHMER:
Süfyan-ı Sevrî hazretleri şöyle anlatır:
Kabe'yi tavaf ederken¸ her adımda salâvat okuyan birini gördüm. Ona¸ sen gerekli duaları bırakıp hep salâvat okuyorsun. Her yerde okunacak dua var dedim. Sen kimsin? dedi. Ben de kendimi tanıttım. Adam¸ sen avamdan değilsin¸ âlimsin¸ sana anlatayım diyerek başladı:
“Babamla Beytullah'a gitmek üzere yola çıkmıştık. Yolda babam hastalandı. Onu tedavi etmek için epey uğraştıysam da babam vefat etti. Baktım¸ ölünce yüzü karardı. Yüzünü kapattım. Yanında uyuya kalmışım. Rüyamda öyle bir zat gördüm ki¸ ondan daha güzel yüzlü hiç kimse görmemiştim. Çok güzel kokuyordu. Babamın yanına geldi. Yüzündeki örtüyü kaldırıp elini babamın yüzüne sürdü. Babamın siyah yüzü nurlandı¸ bembeyaz oldu. Bu zata kim olduğunu sorunca¸ Ben Rasulullah'ım. Baban¸ ömrünü boşa harcadı. Fakat bana çok salâvat okurdu¸ şimdi sıkıntıda olduğunu bildirdiler¸ kendisi de benden yardım istedi. Çok salâvat okuyan mümine ben elbette yardım ederim¸ buyurdu. Uyanınca babamın yüzünün bembeyaz olduğunu gördüm. İşte bu yüzden her yerde Peygamber Efendimize çok salâvat okuyorum.”
Kabe'yi tavaf ederken¸ her adımda salâvat okuyan birini gördüm. Ona¸ sen gerekli duaları bırakıp hep salâvat okuyorsun. Her yerde okunacak dua var dedim. Sen kimsin? dedi. Ben de kendimi tanıttım. Adam¸ sen avamdan değilsin¸ âlimsin¸ sana anlatayım diyerek başladı:
“Babamla Beytullah'a gitmek üzere yola çıkmıştık. Yolda babam hastalandı. Onu tedavi etmek için epey uğraştıysam da babam vefat etti. Baktım¸ ölünce yüzü karardı. Yüzünü kapattım. Yanında uyuya kalmışım. Rüyamda öyle bir zat gördüm ki¸ ondan daha güzel yüzlü hiç kimse görmemiştim. Çok güzel kokuyordu. Babamın yanına geldi. Yüzündeki örtüyü kaldırıp elini babamın yüzüne sürdü. Babamın siyah yüzü nurlandı¸ bembeyaz oldu. Bu zata kim olduğunu sorunca¸ Ben Rasulullah'ım. Baban¸ ömrünü boşa harcadı. Fakat bana çok salâvat okurdu¸ şimdi sıkıntıda olduğunu bildirdiler¸ kendisi de benden yardım istedi. Çok salâvat okuyan mümine ben elbette yardım ederim¸ buyurdu. Uyanınca babamın yüzünün bembeyaz olduğunu gördüm. İşte bu yüzden her yerde Peygamber Efendimize çok salâvat okuyorum.”
118
[8:00:15 PM]KIBRIT-İ AHMER:
........Üzerinde âyet yazılı olan bir şeyi taşıyan ile, yüzüğünde ve kolyesinde âyet yazılı olan kimse onunla helâya giremez. (Halil Genç Fetvalar C. 1 S. 200)
123
[11:28:43 PM]KIBRIT-İ AHMER:
NE GARİP DEĞİL Mİ ?
* Dünyaya çıplak geliyorsun...
* Makam-mevki, mal-mülk,
çoluk-çocuk, eş, arkadaş, dost
sahibi oluyorsun...
* Gençlik, güzellik, dinçlik, azim,
güç- kuvvet veriliyor..
* Akıl-zeka, irade sahibi
oluyorsun...
* Sonra birer birer bu nimetler
elinden alınıyor.
* Yaşlanıyorsun; gençliğin,
güzelliğin, gücün, kuvvetin
gidiyor elden....
* Azmin, iraden aklın, zekan da
yavaş yavaş tükeniyor...
* En sonunda ölüm geliyor.
Herşeye "elvada "diyorsun.
* Bütün bu nimetler sana emanet
Olarak verilmişti.
* Emaneti Gerçek sahibine teslim
ediyorsun.
* Tekrar çıplak olarak geri
dönüyorsun Rabbine. Yalnız
* Bir kefen alırsın o da kabirde
çürür. Mahşerde çıplak olarak
diriltilirsin.
* Şimdi düşün yarın için hazırlığın
nedir?
* Allah hepimizi yarın için
hazırlananlardan eylesin...
* Dünyaya çıplak geliyorsun...
* Makam-mevki, mal-mülk,
çoluk-çocuk, eş, arkadaş, dost
sahibi oluyorsun...
* Gençlik, güzellik, dinçlik, azim,
güç- kuvvet veriliyor..
* Akıl-zeka, irade sahibi
oluyorsun...
* Sonra birer birer bu nimetler
elinden alınıyor.
* Yaşlanıyorsun; gençliğin,
güzelliğin, gücün, kuvvetin
gidiyor elden....
* Azmin, iraden aklın, zekan da
yavaş yavaş tükeniyor...
* En sonunda ölüm geliyor.
Herşeye "elvada "diyorsun.
* Bütün bu nimetler sana emanet
Olarak verilmişti.
* Emaneti Gerçek sahibine teslim
ediyorsun.
* Tekrar çıplak olarak geri
dönüyorsun Rabbine. Yalnız
* Bir kefen alırsın o da kabirde
çürür. Mahşerde çıplak olarak
diriltilirsin.
* Şimdi düşün yarın için hazırlığın
nedir?
* Allah hepimizi yarın için
hazırlananlardan eylesin...
--- Thursday, May 14, 2020 ---
120
[3:30:11 AM]KIBRIT-İ AHMER:
Resûlullah Efendimiz sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdular: “Muhakkak Allâhü Teâlâ, Kur’ân-ı Kerîm(’i okuyup onunla amel etmeleri) sebebiyle bazı kavimleri yükseltir, bazılarını da (Kur’ân’la amel etmediklerinden dolayı) alçaltır.” (Sahîh-i Müslim) / FAZİLET TAKVİMİ Perşembe-14-Mayıs-2020
114
[4:52:39 AM]KIBRIT-İ AHMER:
HERAT’TA SAFEVÎ ZULMÜ
İmâm-ı Rabbânî’nin müridlerinden Muhammed Hâşim Kişmî (ö. 1041/1631) Nesemâtü’l-kuds isimli Farsça yazma eserinde şöyle anlatıyor:
(Hicrî) 900 senesinden sonra Şiî mezhebinde olan Türkmenlerden (diğer nüsha: zındıklardan) bir grup, Şah İsmail b. Haydar’ı – ki beş vâsıta ile Şeyh Safiyyüddin Erdebîlî’nin torunu olur, itikadı ve ameli büyük dedesinin yolunda olmamasına rağmen- pâdişah yaptılar. Irâk-ı Acem bölgelerini istilâ ettiler. Bu fitne günden güne arttı. Sonunda Horasan vilâyetine ulaştı. O bölge o dönemde Sultana Hüseyin (Baykara) Mirza’nın ölümünden ve çocuklarının işi bozmasından sonra Mâverâünnehr ve Türkistan hükümdarı Şâhî Beg lakaplı Muhammed Han Şeybânî’nin eline geçmişti. 916 senesinde adı geçen han ile Şah İsmail arasında Merv’de savaş oldu. Takdîr-i ilâhî, Şeybânî Han’ın ordusu yenildi ve han vefat etti. Şah İsmail Merv’i yağmaladı ve Herat’a yöneldi. Kendi mezhebini (Şia’yı) yaymak için gayret kemerini bağladı.
O dönemde Sultan Hüseyin Mirza ve Ali Şir Nevâî’nin çabaları neticesinde Herat şehri âlim ve âriflerin toplandığı bir merkez olduğu için, hunhar Kızılbaşların elinde (sünnî) mezheplerinden dolayı şehid oldular. Bazıları ise kendilerini başka diyarlara atıp göç ettiler. Bu şehidler ve bahtiyarlar zümresinin reisi Şeyhülislam Seyfeddin Ahmed Taftâzânî idi – ki allâme Sa’deddin Taftâzânî’nin torunudur-. Bu zât (Seyfeddin), aklî ve naklî ilimlerde, usul ve furûda yegâne, dindarlık ve takvâda benzersiz idi. Kırk seneden beri Horasan’da ders vermek ve kitap yazmakla meşgul idi. Eserlerinden Hâşiye-i Telvîh ve Hâşiye-i Şerh-i Vikâye dünyada meşhurdur. Önde gelen talebeleri Mevlânâ İsâmeddin İbrahim, Mevlânâ Abdülalî Bîrcendî, Mevlânâ Ahmed-i Cend, Mevlânâ Hanefî, Mevlânâ Şemseddin Muhammed Bahrâbâdî, Mevlânâ Hacı Tebrîzî, Mîr Ebu’l-Bekâ, Mevlânâ Nâsır gibi çok bereketli ve eserleri olan âlimlerdir.
Şeyhülislam’ın şehid oluşunun kıssası şöyledir: O yılın Cuma günlerinden birinde bir grup zâlim Türkmen (Safevî askeri) kendi padişahlarının emri ile Mescid-i Milkân’da (nüsha: Mescid-i Ken’ân’da) toplanıp Mevlânâ Zeyneddin Hatîb’i üç halifeye ve Hz. Âişe’ye sövüp lânet etmeye teşvik ettiler. Bunu yapmazsa onu öldüreceklerini söyleyip tehdit ettiler. Mevlânâ yiğitçe minbere çıktı. Allah’a hamd ve peygambere salavattan sonra sıra hulefâ-i râşidîn’in adını anmaya gelince İslam’a bağlılığı ve gayreti onun yakasını tuttu. Allah’ın rızâsını ve ebedî nimetleri, bu fâni dünyanın azap ve çilesine tercih etti. Ağlayarak şöyle dedi:
“Yıllarca Ehl-i Sünnet ve Cemâat’in güzel yolunda hutbe okudum. Bugün faraza hayatımın sabah günleri (gençlik dönemim) olsaydı, yine de canımı kurtarmak için böyle iki dünya hüsranlığına (rezilliğe) rağbet etmezdim. Şimdi ise ömrüm akşama ulaşmıştır (yaşlandım), bu dinsizlik ve diyânetsizliğe nasıl yönelebilirim. Bundan Allah’a sığınırım”.
Böyle dedi ve ashâbın isimlerini tam bir hürmetle saymaya başladı. Zâlim Türkmenler (Safevî Şiî askerleri) o gönlü ak kişinin beyaz sakallarını minberin üzerinden yakasıyla birlikte tutup minberin altında parça parça yoldular. Büyük zâtların her biri bir köşeye dağıldılar.
Ertesi gün Şah İsmail Şeyhülislam’ı (Seyfeddin Taftâzânî’yi) huzuruna çağırdı ve şöyle dedi: “Şeyh! Sen akıllı bir adamsın. Yanlış yola gitmen yazık olur. Gel, Şia mezhebine bağlan ve ashâba söv”. Şeyhülislam şöyle cevap verdi: “Ey oğul! Sen dini ne bilirsin ki, beni ona (mezhebine) çağırıyorsun. Seni bu bâtıl mezhebe yönlendiren o öldürülesi alçak adamları getir, eğer sözleri tercih edilecek durumdaysa, o fikre uyayım. Yok, benim mezhebim onlara gâlip ve tercih edilecek durumdaysa, sen mezhebini terk et!
Şah İsmail kendi âlimlerine baktı. “Hey, şimdi ne diyorsunuz?” dedi. Onlar: “Bu insanlarla konuşulmaz” dediler. Sonra şah İsmail Şeyhülislam’a baktı ve sert bir şekilde kendi mezhebine çağırdı. Şeyhülislam da candan ve dünyadan vaz geçmiş olarak İslamî gayretinin fazlalığından tam bir coşku ile dil kılıcını kınından çıkardı, daha önce söylediklerinden daha fazlasını ve daha sertini söyledi. Bunun üzerine sapkın fikirli Şah, şeyhülislamın göğsüne bir ok vurdu
İmâm-ı Rabbânî’nin müridlerinden Muhammed Hâşim Kişmî (ö. 1041/1631) Nesemâtü’l-kuds isimli Farsça yazma eserinde şöyle anlatıyor:
(Hicrî) 900 senesinden sonra Şiî mezhebinde olan Türkmenlerden (diğer nüsha: zındıklardan) bir grup, Şah İsmail b. Haydar’ı – ki beş vâsıta ile Şeyh Safiyyüddin Erdebîlî’nin torunu olur, itikadı ve ameli büyük dedesinin yolunda olmamasına rağmen- pâdişah yaptılar. Irâk-ı Acem bölgelerini istilâ ettiler. Bu fitne günden güne arttı. Sonunda Horasan vilâyetine ulaştı. O bölge o dönemde Sultana Hüseyin (Baykara) Mirza’nın ölümünden ve çocuklarının işi bozmasından sonra Mâverâünnehr ve Türkistan hükümdarı Şâhî Beg lakaplı Muhammed Han Şeybânî’nin eline geçmişti. 916 senesinde adı geçen han ile Şah İsmail arasında Merv’de savaş oldu. Takdîr-i ilâhî, Şeybânî Han’ın ordusu yenildi ve han vefat etti. Şah İsmail Merv’i yağmaladı ve Herat’a yöneldi. Kendi mezhebini (Şia’yı) yaymak için gayret kemerini bağladı.
O dönemde Sultan Hüseyin Mirza ve Ali Şir Nevâî’nin çabaları neticesinde Herat şehri âlim ve âriflerin toplandığı bir merkez olduğu için, hunhar Kızılbaşların elinde (sünnî) mezheplerinden dolayı şehid oldular. Bazıları ise kendilerini başka diyarlara atıp göç ettiler. Bu şehidler ve bahtiyarlar zümresinin reisi Şeyhülislam Seyfeddin Ahmed Taftâzânî idi – ki allâme Sa’deddin Taftâzânî’nin torunudur-. Bu zât (Seyfeddin), aklî ve naklî ilimlerde, usul ve furûda yegâne, dindarlık ve takvâda benzersiz idi. Kırk seneden beri Horasan’da ders vermek ve kitap yazmakla meşgul idi. Eserlerinden Hâşiye-i Telvîh ve Hâşiye-i Şerh-i Vikâye dünyada meşhurdur. Önde gelen talebeleri Mevlânâ İsâmeddin İbrahim, Mevlânâ Abdülalî Bîrcendî, Mevlânâ Ahmed-i Cend, Mevlânâ Hanefî, Mevlânâ Şemseddin Muhammed Bahrâbâdî, Mevlânâ Hacı Tebrîzî, Mîr Ebu’l-Bekâ, Mevlânâ Nâsır gibi çok bereketli ve eserleri olan âlimlerdir.
Şeyhülislam’ın şehid oluşunun kıssası şöyledir: O yılın Cuma günlerinden birinde bir grup zâlim Türkmen (Safevî askeri) kendi padişahlarının emri ile Mescid-i Milkân’da (nüsha: Mescid-i Ken’ân’da) toplanıp Mevlânâ Zeyneddin Hatîb’i üç halifeye ve Hz. Âişe’ye sövüp lânet etmeye teşvik ettiler. Bunu yapmazsa onu öldüreceklerini söyleyip tehdit ettiler. Mevlânâ yiğitçe minbere çıktı. Allah’a hamd ve peygambere salavattan sonra sıra hulefâ-i râşidîn’in adını anmaya gelince İslam’a bağlılığı ve gayreti onun yakasını tuttu. Allah’ın rızâsını ve ebedî nimetleri, bu fâni dünyanın azap ve çilesine tercih etti. Ağlayarak şöyle dedi:
“Yıllarca Ehl-i Sünnet ve Cemâat’in güzel yolunda hutbe okudum. Bugün faraza hayatımın sabah günleri (gençlik dönemim) olsaydı, yine de canımı kurtarmak için böyle iki dünya hüsranlığına (rezilliğe) rağbet etmezdim. Şimdi ise ömrüm akşama ulaşmıştır (yaşlandım), bu dinsizlik ve diyânetsizliğe nasıl yönelebilirim. Bundan Allah’a sığınırım”.
Böyle dedi ve ashâbın isimlerini tam bir hürmetle saymaya başladı. Zâlim Türkmenler (Safevî Şiî askerleri) o gönlü ak kişinin beyaz sakallarını minberin üzerinden yakasıyla birlikte tutup minberin altında parça parça yoldular. Büyük zâtların her biri bir köşeye dağıldılar.
Ertesi gün Şah İsmail Şeyhülislam’ı (Seyfeddin Taftâzânî’yi) huzuruna çağırdı ve şöyle dedi: “Şeyh! Sen akıllı bir adamsın. Yanlış yola gitmen yazık olur. Gel, Şia mezhebine bağlan ve ashâba söv”. Şeyhülislam şöyle cevap verdi: “Ey oğul! Sen dini ne bilirsin ki, beni ona (mezhebine) çağırıyorsun. Seni bu bâtıl mezhebe yönlendiren o öldürülesi alçak adamları getir, eğer sözleri tercih edilecek durumdaysa, o fikre uyayım. Yok, benim mezhebim onlara gâlip ve tercih edilecek durumdaysa, sen mezhebini terk et!
Şah İsmail kendi âlimlerine baktı. “Hey, şimdi ne diyorsunuz?” dedi. Onlar: “Bu insanlarla konuşulmaz” dediler. Sonra şah İsmail Şeyhülislam’a baktı ve sert bir şekilde kendi mezhebine çağırdı. Şeyhülislam da candan ve dünyadan vaz geçmiş olarak İslamî gayretinin fazlalığından tam bir coşku ile dil kılıcını kınından çıkardı, daha önce söylediklerinden daha fazlasını ve daha sertini söyledi. Bunun üzerine sapkın fikirli Şah, şeyhülislamın göğsüne bir ok vurdu
112
[4:52:39 AM]KIBRIT-İ AHMER:
. Şeyhülislam oku çıkardı. Akan kanları beyaz sakallarına ve yüzüne sürdü ve şöyle dedi: “Elhamdülillah, hak dini ispat ve bâtıl mezhebi iptal yolunda geçen ömrümde seksen yılın sonunda sakallarımı şehâdet kanı ile boyanmış olarak gördüm”.
Sonra (Şah İsmail) şeyhülislamı bir ağacın üstüne çıkarmalarını emretti. Ve ağacı kökünden kestiler. “Kökü yerde sâbit, dalları gökte” olan o beyaz din ağacının bahçıvanı (şeyhülislam) ağaçla birlikte yere düştü. Sonra Melik Pazarı’na götürüp onu yaktılar. Ama ne kadar uğraştılarsa da, mübârek göğüsleri yanmadı. Bir süre o melek sıfatlı âlimin bedeni, o insafsız grubun tekmelerine mâruz kaldı. Allah rahmet eylesin.
Kaynak: Muhammed Hâşim Kişmî, Nesemâtü’l-kuds, s. 118-122.
Sonra (Şah İsmail) şeyhülislamı bir ağacın üstüne çıkarmalarını emretti. Ve ağacı kökünden kestiler. “Kökü yerde sâbit, dalları gökte” olan o beyaz din ağacının bahçıvanı (şeyhülislam) ağaçla birlikte yere düştü. Sonra Melik Pazarı’na götürüp onu yaktılar. Ama ne kadar uğraştılarsa da, mübârek göğüsleri yanmadı. Bir süre o melek sıfatlı âlimin bedeni, o insafsız grubun tekmelerine mâruz kaldı. Allah rahmet eylesin.
Kaynak: Muhammed Hâşim Kişmî, Nesemâtü’l-kuds, s. 118-122.
112
[5:47:10 AM]KIBRIT-İ AHMER:
Eğer Bir Kimse, “Allah, Ellere İyilik Eyledi, Bana Kötülük Eyledi.” Dese Kâfir Olur. “Bütün Cezalar Benim Üzerime Oldu...” Dese Gazâbla Kâfir Olur.
Bir Kimse Oğlu Öldüğünde, “Allah’a Gerek Oldu, Aldı...” Dese Kâfir Olur.
Kendisini, “Kâfir!” Diye Çağıran Birisine, “Buyur!” Diye Karşılık Verse Kâfir Olur.
Bir Kimse Kendi Davarına, “Kâfirin Davarı!” Dese, Eğer Kendi Kapısında Doğmuş Bir Davar ise Kâfir Olur.
[İmâdü’l-İslâm]
Bir Kimse Oğlu Öldüğünde, “Allah’a Gerek Oldu, Aldı...” Dese Kâfir Olur.
Kendisini, “Kâfir!” Diye Çağıran Birisine, “Buyur!” Diye Karşılık Verse Kâfir Olur.
Bir Kimse Kendi Davarına, “Kâfirin Davarı!” Dese, Eğer Kendi Kapısında Doğmuş Bir Davar ise Kâfir Olur.
[İmâdü’l-İslâm]
111
[12:26:46 PM]KIBRIT-İ AHMER:
:warning:ZAMANIMIZIN DİN TÜCCARLARI:warning:
:point_right:Bu hocalar büyük TV kanalları tarafından kapışılıyor.
:heavy_minus_sign:Daima kravatlı, sinek kaydı traşı, etkileyici uslupları ile göz dolduruyorlar. Her ortama ayak uydurabilmeleri tercih sebeplerinden. Karşısında rahatça derin yırtmaçlı veya dekolteli elbiseler giymek serbest. Çünkü hoca asla bu konulara dokunmaz. Zaten dokunsa orada olamaz!
:heavy_minus_sign:İnsanlar ağlıyor, cepler doluyor…
Sosyete memnun, hocalar doygun…
Anlık hüzünlenmeler, bir mendillik gözyaşları…
Yüreklere dokunup geçen ama asla kalıcı olmayan sohbetler.
Dinleyene İslam adına hiç bir sorumluluk yüklemeyen, masalsı anlatımlar…
---Hak nedir, batıl nedir, cihad nedir, tesettür nasıl olmalıdır? Allah’ın (cc) indirdiğiyle hükmetmeyenler kimlerdir? Münafık kime denir, fasıklık nasıl olur? Bidatler niçin bu kadar yaygındır? Devletin malını har vurup harman savuranlar hakkında bir kaç kelam söyleyebilirlermi?
Hocalar suskun…
:heavy_minus_sign:Ey beş yıldızlı otelleri mesken tutanlar…
Ey kartel televizyonlarından ılımlı din satanlar…
Ey boyalı ve dekolteli bir kadın görünce kendini unutan yumuşakçalar…
Ey karşısındakini memnun etmek için dininden taviz veren yalan söyleyenler.
İslamı dert edip, sancısını çekenle, eli kolu bağlı oturanı aynı kefeye koyanlar…
Kalbi temiz olunca mutlaka affedilir diyenler…
Allah’ın (cc ) cennetini beleşten dağıtanlar…
Toplumdaki yozlaşmaya, elimizden kayıp giden gençlere, ahlaksız dizi ve programlara sessiz kalanlar…
Gerçekten Allah’ın rızası için çalışıp, kıyıda köşede islamdan habersiz kim varsa ona ulaşıp, hakkı korkusuzca haykıramayanlar…
Allah’ın (cc) kendilerine bahşettiği hatiplik nimetiyle din tacirliği yapanlar!
Katıldığı bir organizasyonda parası eksik yatmış diye ortalığı birbirine katanlar!
:heavy_minus_sign:Eyy ahir zamanın kıytırık alimleri söyleyin hanginize güvenelim?!
ALLAH’ın (cc) hakkında yalan söyleyen zavallılar!
:point_right:Bu hocalar büyük TV kanalları tarafından kapışılıyor.
:heavy_minus_sign:Daima kravatlı, sinek kaydı traşı, etkileyici uslupları ile göz dolduruyorlar. Her ortama ayak uydurabilmeleri tercih sebeplerinden. Karşısında rahatça derin yırtmaçlı veya dekolteli elbiseler giymek serbest. Çünkü hoca asla bu konulara dokunmaz. Zaten dokunsa orada olamaz!
:heavy_minus_sign:İnsanlar ağlıyor, cepler doluyor…
Sosyete memnun, hocalar doygun…
Anlık hüzünlenmeler, bir mendillik gözyaşları…
Yüreklere dokunup geçen ama asla kalıcı olmayan sohbetler.
Dinleyene İslam adına hiç bir sorumluluk yüklemeyen, masalsı anlatımlar…
---Hak nedir, batıl nedir, cihad nedir, tesettür nasıl olmalıdır? Allah’ın (cc) indirdiğiyle hükmetmeyenler kimlerdir? Münafık kime denir, fasıklık nasıl olur? Bidatler niçin bu kadar yaygındır? Devletin malını har vurup harman savuranlar hakkında bir kaç kelam söyleyebilirlermi?
Hocalar suskun…
:heavy_minus_sign:Ey beş yıldızlı otelleri mesken tutanlar…
Ey kartel televizyonlarından ılımlı din satanlar…
Ey boyalı ve dekolteli bir kadın görünce kendini unutan yumuşakçalar…
Ey karşısındakini memnun etmek için dininden taviz veren yalan söyleyenler.
İslamı dert edip, sancısını çekenle, eli kolu bağlı oturanı aynı kefeye koyanlar…
Kalbi temiz olunca mutlaka affedilir diyenler…
Allah’ın (cc ) cennetini beleşten dağıtanlar…
Toplumdaki yozlaşmaya, elimizden kayıp giden gençlere, ahlaksız dizi ve programlara sessiz kalanlar…
Gerçekten Allah’ın rızası için çalışıp, kıyıda köşede islamdan habersiz kim varsa ona ulaşıp, hakkı korkusuzca haykıramayanlar…
Allah’ın (cc) kendilerine bahşettiği hatiplik nimetiyle din tacirliği yapanlar!
Katıldığı bir organizasyonda parası eksik yatmış diye ortalığı birbirine katanlar!
:heavy_minus_sign:Eyy ahir zamanın kıytırık alimleri söyleyin hanginize güvenelim?!
ALLAH’ın (cc) hakkında yalan söyleyen zavallılar!
115
[1:40:44 PM]KIBRIT-İ AHMER:
... “Lâ havle velâ kuvvete illâ billâh”!!!!!!!!” “ Sıkıntı ve üzüntüden kurtulmanın çaresi
Silsile-i Sâdât-ı Nakşibendiye’nin 4’üncü halkasını teşkil eden İmam Cafer-i Sadık radıyallahu anh (H. 83/M. 702–H. 148/M. 765), kendisinden nasihat isteyen Süfyan-ı Sevrî (k.s.) hazretlerine demiştir ki:
“Yâ Süfyân! Sultan’dan ve başkasının yaptığı bir şeyden üzüntüye düşersen, ‘Lâ havle velâ kuvvete illâ billâh’ duasını çok oku. Zira o, sıkıntıyı açan bir anahtar ve Cennet hazinelerinden bir hazinedir”.
Büyük muhaddis İmam Hâkim ve İbn Asâkir’in (rahımehumallah) naklettikleri hadis-i şeriflerde de buyrulmuştur ki:
“Lâ ilâhe illallah’ demek 99 belâyı defeder, en aşağısı sıkıntıdır. ‘Lâ havle velâ kuvvete illâ billâh’ okumak, 99 derde devadır. Bunların en hafifi sıkıntıdır.”
“Lâ havle velâ kuvvete illâ billâh” mübarek cümlesinin kısaca manası; “(Dünya ve ukba işlerinin tamamına, ibâdet ve tâte, günahlardan kaçınmaya) güç-kuvvet ve kuvvet sadece Allah’tandır” demektir.
Havl; hareket, hile, çare, güç mânâlarına gelir. Kelime “hile” ve “muhavele” ile aynı köktendir. Muhavele, tahavvül, bir şeyi değiştirmek, bir şeyi değişime uğratmak, değiştirme çabası göstermek demektir. Havl ise değişim gücü manasındadır. “Lâ havle velâ kuvvete illâ billâh” cümlesiyle, güç ve kuvvet gerektiren her işimizde, her halimizde, ibadet ve taatımızda, isyandan-günahtan kaçınabilmemizde, her hayrımızda muhtaç olduğumuz güç, kudret ve kuvvetin yalnız Allah’tan geldiğini, Allah’a ait olduğunu ifade etmiş oluyoruz.
Bu hususta gelen diğer bazı hadis-i şerifler de şöyledir:
Rasûlullah Efendimiz (s.a.v.) buyuruyor ki: “Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh. (Güç ve kuvvet ancak Allah’tandır) sözünü çok tekrar edin.” [Tirmizî, Sünen, Daavât, 141, Hadis no: 3596]
Ebu Zerr (r.a.) anlatıyor: “Rasûlullah (s.a.v.) bana:
- “Sana Cennet hazinelerinden bir hazineyi haber vereyim mi?” buyurdular.
- “Evet! Ey Allah’ın Rasûlü!” dedim.
- ‘Lâ havle velâ kuvvete illâ billâh’ de!” buyurdular.” [Kütüb-i Sitte Muhtası, 17, 498-99]
Hâzimi’bni Harmele (r.a.) anlatıyor: “Rasûlullah’a (s.a.v.) uğramıştım. Bana;
- Ey Hâzim! ‘Lâ havle velâ kuvvete illâ billâh’ de. Çünkü bu cümle, Cennet hazinelerinden biridir” buyurdular. [A.g.e., 17, 499]
- Ebu Hureyre (r.a.) anlatıyor: “Rasûlullah (s.a.v.) buyurdular ki:
“Kişi evinin kapısından çıkınca, adama müekkel (nezaretçi olan, bakan gözetleyen) iki meleği vardır. Adam:
- “Bismillah” deyince, onlar:
- “Doğruya irşad edildin (hak yolu gördün, doğru yola girdin)” derler. Adam:
- “Lâ havle velâ kuvvete illâ billâh” deyince, melekler:
- “Korundun!” derler. Adam:
- “Tevekkeltü alâllah” deyince, onlar:
- “İşin (Allah tarafından) görüldü” derler. (Rasûlullah s.a.v. devamla) buyurdu ki:
“Sonra adam cinnî ve insî şeytanla karşılaşınca, Melekler (o şeytanlara):
- “Hidayete erdirilen, işi görülen ve hıfz altına alınan bir kimseden ne istiyorsunuz?” derler.” [A.g.e., 17, 511]
Evinden dışarıya çıkan, sıkıntı-üzüntü ve kederi olan bir insan için bunlardan daha büyük müjde, daha güzel mükâfat, daha güvenilir bir teminat olabilir mi? Gelin öyle ise, bu mübarek cümleyi okumaktan geri kalmayalım; dilimiz-gönlümüz bundan boş bulunmasın
HAYIRLI RAMAZANLAR
Silsile-i Sâdât-ı Nakşibendiye’nin 4’üncü halkasını teşkil eden İmam Cafer-i Sadık radıyallahu anh (H. 83/M. 702–H. 148/M. 765), kendisinden nasihat isteyen Süfyan-ı Sevrî (k.s.) hazretlerine demiştir ki:
“Yâ Süfyân! Sultan’dan ve başkasının yaptığı bir şeyden üzüntüye düşersen, ‘Lâ havle velâ kuvvete illâ billâh’ duasını çok oku. Zira o, sıkıntıyı açan bir anahtar ve Cennet hazinelerinden bir hazinedir”.
Büyük muhaddis İmam Hâkim ve İbn Asâkir’in (rahımehumallah) naklettikleri hadis-i şeriflerde de buyrulmuştur ki:
“Lâ ilâhe illallah’ demek 99 belâyı defeder, en aşağısı sıkıntıdır. ‘Lâ havle velâ kuvvete illâ billâh’ okumak, 99 derde devadır. Bunların en hafifi sıkıntıdır.”
“Lâ havle velâ kuvvete illâ billâh” mübarek cümlesinin kısaca manası; “(Dünya ve ukba işlerinin tamamına, ibâdet ve tâte, günahlardan kaçınmaya) güç-kuvvet ve kuvvet sadece Allah’tandır” demektir.
Havl; hareket, hile, çare, güç mânâlarına gelir. Kelime “hile” ve “muhavele” ile aynı köktendir. Muhavele, tahavvül, bir şeyi değiştirmek, bir şeyi değişime uğratmak, değiştirme çabası göstermek demektir. Havl ise değişim gücü manasındadır. “Lâ havle velâ kuvvete illâ billâh” cümlesiyle, güç ve kuvvet gerektiren her işimizde, her halimizde, ibadet ve taatımızda, isyandan-günahtan kaçınabilmemizde, her hayrımızda muhtaç olduğumuz güç, kudret ve kuvvetin yalnız Allah’tan geldiğini, Allah’a ait olduğunu ifade etmiş oluyoruz.
Bu hususta gelen diğer bazı hadis-i şerifler de şöyledir:
Rasûlullah Efendimiz (s.a.v.) buyuruyor ki: “Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh. (Güç ve kuvvet ancak Allah’tandır) sözünü çok tekrar edin.” [Tirmizî, Sünen, Daavât, 141, Hadis no: 3596]
Ebu Zerr (r.a.) anlatıyor: “Rasûlullah (s.a.v.) bana:
- “Sana Cennet hazinelerinden bir hazineyi haber vereyim mi?” buyurdular.
- “Evet! Ey Allah’ın Rasûlü!” dedim.
- ‘Lâ havle velâ kuvvete illâ billâh’ de!” buyurdular.” [Kütüb-i Sitte Muhtası, 17, 498-99]
Hâzimi’bni Harmele (r.a.) anlatıyor: “Rasûlullah’a (s.a.v.) uğramıştım. Bana;
- Ey Hâzim! ‘Lâ havle velâ kuvvete illâ billâh’ de. Çünkü bu cümle, Cennet hazinelerinden biridir” buyurdular. [A.g.e., 17, 499]
- Ebu Hureyre (r.a.) anlatıyor: “Rasûlullah (s.a.v.) buyurdular ki:
“Kişi evinin kapısından çıkınca, adama müekkel (nezaretçi olan, bakan gözetleyen) iki meleği vardır. Adam:
- “Bismillah” deyince, onlar:
- “Doğruya irşad edildin (hak yolu gördün, doğru yola girdin)” derler. Adam:
- “Lâ havle velâ kuvvete illâ billâh” deyince, melekler:
- “Korundun!” derler. Adam:
- “Tevekkeltü alâllah” deyince, onlar:
- “İşin (Allah tarafından) görüldü” derler. (Rasûlullah s.a.v. devamla) buyurdu ki:
“Sonra adam cinnî ve insî şeytanla karşılaşınca, Melekler (o şeytanlara):
- “Hidayete erdirilen, işi görülen ve hıfz altına alınan bir kimseden ne istiyorsunuz?” derler.” [A.g.e., 17, 511]
Evinden dışarıya çıkan, sıkıntı-üzüntü ve kederi olan bir insan için bunlardan daha büyük müjde, daha güzel mükâfat, daha güvenilir bir teminat olabilir mi? Gelin öyle ise, bu mübarek cümleyi okumaktan geri kalmayalım; dilimiz-gönlümüz bundan boş bulunmasın
HAYIRLI RAMAZANLAR
119
[3:35:42 PM]KIBRIT-İ AHMER:
:warning:İnfâk¸ zenginliğin değil¸ mü'minliğin temel özelliklerinden sayılır.
:point_right:Nifâk ile infâk aynı kökten gelir. Bunun en temel mesajı¸ nifaktan kurtulmak için¸ infâk etmek kaçınılmazdır..
:point_right:Nifâk ile infâk aynı kökten gelir. Bunun en temel mesajı¸ nifaktan kurtulmak için¸ infâk etmek kaçınılmazdır..
119
[9:43:37 PM]KIBRIT-İ AHMER:
Müslüman olan bir kimseye, ilk önce La ilahe illallah, Muhammedün resulullah kelimesinin manasını bilmek ve inanmak farz mıdır?
CEVAP
Evet farzdır. Bu kelimeye Kelime-i tevhid denir. Kısaca manası, (Allah’tan başka ilah yoktur. Muhammed aleyhisselam da Onun Resulüdür) demektir.
Müslümanın her fırsatta söylediği Kelime-i tevhidin fazileti çoktur. Hadis-i şeriflerde buyuruluyor ki:
(Zikrin [Allah’ı anmanın] en faziletlisi La ilahe illallah demektir.) [Nesai]
(La ilahe illallah demek 99 belayı önler. Bunun en aşağısı sıkıntıdır.) [Deylemi]
(Benim ve diğer Peygamberlerin dediği en üstün şey, La ilahe illallah sözüdür.) [Tirmizi]
(La ilahe illallah diyenin günahları silinir, yerine o kadar sevap yazılır.) [E.Ya’la]
(La ilahe illallah Cennetin anahtarıdır.) [İ.Ahmed]
(La ilahe illallah diyen, sözünde sadık ise, bütün günahları affedilir.) [İ.Gazali]
(Ölüm halindekilere La ilahe illallah söylemesini telkin edin, onları Cennetle de müjdeleyin. Şeytanın insana en yakın olduğu an bu vakittir.) [Ebu Nuaym]
(Ağır hastayı, La ilahe illallah demeye zorlamayın, sadece telkinde bulunun.) [Dare Kutni]
(Son sözü La ilahe illallah olanın, ruhu kolay çıkar ve o söz kıyamette ona nur olur.) [Hakim]
(Ahiret, dünyaya tercih edilince, La ilahe illallah sözü, Allah’ın gazabından korur. Dünya kârını, ahirete tercih eden, La ilahe illallah dediği zaman, Allahü teâlâ, "Yalan söylüyorsun, sözünde sadık değilsin" buyurur.) [Beyheki]
(La ilahe illallah diyene, işlediği günahlardan dolayı kâfir demeyiniz! Buna kâfir diyenin kendisi kâfir olur.) [Buhari]
(Günde yüz defa La ilahe illallah diyenin yüzü kıyamette dolunay gibi parlar.) [Taberani]
[Yüzüncüyü söylerken "Muhammedün resulullah" ilave etmek iyi olur. Tecvide göre okununca "Muhammedür-resulullah" denir.]
(İhlasla La ilahe illallah diyen Cennete girer. İhlasla söylemek, söyleyeni haramlardan alıkoymasıdır.) [Taberani]
İhlas, kalbde Allah sevgisinden başka şeye yer bırakmamak, başka şeyleri temizlemek demektir.
Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(Allahü teâlânın birliğine iman edip, şirk koşmadan ve ihlasla namazını kılıp, zekatını verenden Allah razı olur.) [İbni Mace]
(İhlasla amel edin! Allahü teâlâ ancak ihlasla yapılan ameli kabul eder.) [Dare Kutni]
(İbadetleri ihlas ile yap! İhlas ile yapılan az amel, kıyamette sana yetişir.) [Ebu Nuaym]
(İbadetlerini ihlas ile yapanlara müjdeler olsun! Bunlar hidayet yıldızlarıdır. Fitnelerin karanlıklarını yok ederler.) [Ebu Nuaym]
(Kırk gün ihlasla ibadet edenin, kalbinden diline hikmet pınarı akar.) [Ebuşşeyh
CEVAP
Evet farzdır. Bu kelimeye Kelime-i tevhid denir. Kısaca manası, (Allah’tan başka ilah yoktur. Muhammed aleyhisselam da Onun Resulüdür) demektir.
Müslümanın her fırsatta söylediği Kelime-i tevhidin fazileti çoktur. Hadis-i şeriflerde buyuruluyor ki:
(Zikrin [Allah’ı anmanın] en faziletlisi La ilahe illallah demektir.) [Nesai]
(La ilahe illallah demek 99 belayı önler. Bunun en aşağısı sıkıntıdır.) [Deylemi]
(Benim ve diğer Peygamberlerin dediği en üstün şey, La ilahe illallah sözüdür.) [Tirmizi]
(La ilahe illallah diyenin günahları silinir, yerine o kadar sevap yazılır.) [E.Ya’la]
(La ilahe illallah Cennetin anahtarıdır.) [İ.Ahmed]
(La ilahe illallah diyen, sözünde sadık ise, bütün günahları affedilir.) [İ.Gazali]
(Ölüm halindekilere La ilahe illallah söylemesini telkin edin, onları Cennetle de müjdeleyin. Şeytanın insana en yakın olduğu an bu vakittir.) [Ebu Nuaym]
(Ağır hastayı, La ilahe illallah demeye zorlamayın, sadece telkinde bulunun.) [Dare Kutni]
(Son sözü La ilahe illallah olanın, ruhu kolay çıkar ve o söz kıyamette ona nur olur.) [Hakim]
(Ahiret, dünyaya tercih edilince, La ilahe illallah sözü, Allah’ın gazabından korur. Dünya kârını, ahirete tercih eden, La ilahe illallah dediği zaman, Allahü teâlâ, "Yalan söylüyorsun, sözünde sadık değilsin" buyurur.) [Beyheki]
(La ilahe illallah diyene, işlediği günahlardan dolayı kâfir demeyiniz! Buna kâfir diyenin kendisi kâfir olur.) [Buhari]
(Günde yüz defa La ilahe illallah diyenin yüzü kıyamette dolunay gibi parlar.) [Taberani]
[Yüzüncüyü söylerken "Muhammedün resulullah" ilave etmek iyi olur. Tecvide göre okununca "Muhammedür-resulullah" denir.]
(İhlasla La ilahe illallah diyen Cennete girer. İhlasla söylemek, söyleyeni haramlardan alıkoymasıdır.) [Taberani]
İhlas, kalbde Allah sevgisinden başka şeye yer bırakmamak, başka şeyleri temizlemek demektir.
Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(Allahü teâlânın birliğine iman edip, şirk koşmadan ve ihlasla namazını kılıp, zekatını verenden Allah razı olur.) [İbni Mace]
(İhlasla amel edin! Allahü teâlâ ancak ihlasla yapılan ameli kabul eder.) [Dare Kutni]
(İbadetleri ihlas ile yap! İhlas ile yapılan az amel, kıyamette sana yetişir.) [Ebu Nuaym]
(İbadetlerini ihlas ile yapanlara müjdeler olsun! Bunlar hidayet yıldızlarıdır. Fitnelerin karanlıklarını yok ederler.) [Ebu Nuaym]
(Kırk gün ihlasla ibadet edenin, kalbinden diline hikmet pınarı akar.) [Ebuşşeyh
118
[11:15:36 PM]KIBRIT-İ AHMER:
"İnsanoğlu, kıyamet gününde; gençliğini nerede ve ne suretle harcadığından, yaptığı işleri ne maksatla yaptığından, malını nerede ve nasıl kazandığından, nerelere sarf ettiğinden, vücudunu ve sıhhatini nerede ve ne surette yıprattığından sorguya çekilmedikçe yerinden ayrılmaz” (Tirmizî, "Kıyamet",1)
Allahım, Sana hakkıyla kul olmayı nasip et!
Allahım, Sana hakkıyla kul olmayı nasip et!
--- Friday, May 15, 2020 ---
114
[6:44:24 PM]KIBRIT-İ AHMER:
*CENNETİN BÜTÜN KAPILARINDAN ÇAĞRILAN BAHTİYAR KİŞİ*
:large_blue_circle: *Resûlullâh Efendimiz* (s.a.v.) *buyurdular:*
:black_small_square::arrow_forward: “_*Kim Allah rızası için*_ (malından iki sığır, iki koyun, iki dirhem gibi) _*çift sadaka verirse* cennet kapılarından_ “
:black_small_square::arrow_forward: “_*Çok namaz kılan* da cennetin ‘namaz’ kapısından çağrılır._”
:black_small_square::arrow_forward: “_*Mücâhitler* ‘Cihâd’ kapısından, *oruçlular* ‘Reyyan’ kapısından, *sadaka verenler* ‘Sadaka’ kapısından davet edilirler_.”
:black_small_square:Ebu Bekir (r.a.):
“_Anam babam sana fedâ olsun yâ Resûlallâh ! *Bir mü’min bu kapıların hepsinden çağrılabilir mi ?*_” diye sordu.
Resûllullâh Efendimiz (s.a.v) cevaben:
:black_small_square::arrow_forward: “_*Evet, hepsinden davet olunur*. Ey Ebu Bekir, umarım ki sen o bahtiyarlardan olursun_” buyurdular.EY GÜZEL RABBİM BİZLERİ CENNETİN BÜTÜN KAPILARINDAN ÇAĞRILAN BAHTİYARLARDAN EYLE HAYIRLI BEREKETLİ günleriniz olsun
:large_blue_circle: *Resûlullâh Efendimiz* (s.a.v.) *buyurdular:*
:black_small_square::arrow_forward: “_*Kim Allah rızası için*_ (malından iki sığır, iki koyun, iki dirhem gibi) _*çift sadaka verirse* cennet kapılarından_ “
Ey Allah’ın (sevgili) kulu (buraya gel)! bu kapıda büyük hayır ve bereket vardır
.” _diye çağırılır.”_:black_small_square::arrow_forward: “_*Çok namaz kılan* da cennetin ‘namaz’ kapısından çağrılır._”
:black_small_square::arrow_forward: “_*Mücâhitler* ‘Cihâd’ kapısından, *oruçlular* ‘Reyyan’ kapısından, *sadaka verenler* ‘Sadaka’ kapısından davet edilirler_.”
:black_small_square:Ebu Bekir (r.a.):
“_Anam babam sana fedâ olsun yâ Resûlallâh ! *Bir mü’min bu kapıların hepsinden çağrılabilir mi ?*_” diye sordu.
Resûllullâh Efendimiz (s.a.v) cevaben:
:black_small_square::arrow_forward: “_*Evet, hepsinden davet olunur*. Ey Ebu Bekir, umarım ki sen o bahtiyarlardan olursun_” buyurdular.EY GÜZEL RABBİM BİZLERİ CENNETİN BÜTÜN KAPILARINDAN ÇAĞRILAN BAHTİYARLARDAN EYLE HAYIRLI BEREKETLİ günleriniz olsun
116
[8:36:10 PM]KIBRIT-İ AHMER:
İlham ve Rüya Dinde Delil Olabilir mi?
(Günümüzde bu yolla insanlar yönlendirilmektedir.) Anlatılan rüyanın gerçek mi yalan mı olduğu nasıl tesbit edilebilir?
Gerek zâhir, gerekse bâtın âlimlere göre ilham; kendisiyle şer’î hükümlerin sabit olduğu, kitap ve sünnetten bağımsız bir delîl değildir. Bâtın ulemâsı nazarında -amelî hayat kitap ve sünnetten elde edilen ilim doğrultusunda düzenlendikten sonra- ilham, kitap ve sünnetin anlamlarını kavramada sahîh bir yol olarak görülür. Aksi hâlde ilham, kendisiyle amel etmek câiz olmayan şeytanî bir vesvese olur…
Keşiflerin ve ilhâmların doğru olup olmadığı, şerîata (İslâmîyet’e) uygun olup olmamaları ile anlaşılır. Tasavvufun, velâyetin yüksek tabakalarında bulunan evliyâ da, ilmi olmayan, diğer Müslümanlar gibi, bir müctehide tâbi olmak mecbûriyetindedir. Bayezîd-i Bistamî, Cüneyd-i Bağdâdî, Celâleddîn-i Rûmî ve Muhyiddîn ibn-i Arabî hazeratı gibi velîler, herkes gibi, bir mezhebe tâbi olarak yükselmişlerdir. İslâmî hükümlere yapışmak, bir ağaç dikmek gibidir. Tasavvufta ilerlemenin neticesinde ortaya çıkan ilimler olan ilimler, mârifetler, keşifler, tecellîler, aşk-ı ilâhî ve muhabbet-i zâtiyye, bu ağacın meyveleri gibidir. Yâni meyve elde etmek için ağaç dikmek şarttır. Yâni, îmân olmazsa ve şerîate göre yaşanmazsa, tasavvuf ve evliyâlık hâsıl olamaz.
(Hak Dinin Batıl Yorumlarına Cevaplar, MİSVAK NEŞRİYAT, İstanbul, 2014)
(Günümüzde bu yolla insanlar yönlendirilmektedir.) Anlatılan rüyanın gerçek mi yalan mı olduğu nasıl tesbit edilebilir?
Gerek zâhir, gerekse bâtın âlimlere göre ilham; kendisiyle şer’î hükümlerin sabit olduğu, kitap ve sünnetten bağımsız bir delîl değildir. Bâtın ulemâsı nazarında -amelî hayat kitap ve sünnetten elde edilen ilim doğrultusunda düzenlendikten sonra- ilham, kitap ve sünnetin anlamlarını kavramada sahîh bir yol olarak görülür. Aksi hâlde ilham, kendisiyle amel etmek câiz olmayan şeytanî bir vesvese olur…
Keşiflerin ve ilhâmların doğru olup olmadığı, şerîata (İslâmîyet’e) uygun olup olmamaları ile anlaşılır. Tasavvufun, velâyetin yüksek tabakalarında bulunan evliyâ da, ilmi olmayan, diğer Müslümanlar gibi, bir müctehide tâbi olmak mecbûriyetindedir. Bayezîd-i Bistamî, Cüneyd-i Bağdâdî, Celâleddîn-i Rûmî ve Muhyiddîn ibn-i Arabî hazeratı gibi velîler, herkes gibi, bir mezhebe tâbi olarak yükselmişlerdir. İslâmî hükümlere yapışmak, bir ağaç dikmek gibidir. Tasavvufta ilerlemenin neticesinde ortaya çıkan ilimler olan ilimler, mârifetler, keşifler, tecellîler, aşk-ı ilâhî ve muhabbet-i zâtiyye, bu ağacın meyveleri gibidir. Yâni meyve elde etmek için ağaç dikmek şarttır. Yâni, îmân olmazsa ve şerîate göre yaşanmazsa, tasavvuf ve evliyâlık hâsıl olamaz.
(Hak Dinin Batıl Yorumlarına Cevaplar, MİSVAK NEŞRİYAT, İstanbul, 2014)
--- Saturday, May 16, 2020 ---
120
[3:30:58 AM]KIBRIT-İ AHMER:
*ALTINDAN DEĞERLİ TAVSİYELER*
(kiymetini bilenler için )
● Hazreti Üstazımız : ‘‘Evlâdım! Duânın kabûlü için ramazanı beklersen bir sene var. Eğer cumayı beklersen bir hafta var. Fakat seher vakti her gece geliyor. *Evlâdım! Seher vaktini kaçırmayın.* Seher vaktini değerlendirin.’’ buyuruyor.
● *Hayatın gayesi;* Allah’a ibâdet, emirlerine itaat ve nimetlerine şükürle iki âlemde saadet bulmaktır.
● *Dînî hükümler üç kısımdır:* İlim, amel ve ihlâs. İmandan sonra kurtuluşa sebeb olan amel, halis niyetle kılınan ve her gün bin şehidin sevabı verilen beş vakit namazdır.
● *Abdest’te başa kaplama meshi* yapanın vücudunu Hakk Teâlâ cehenneme haram kılar ve yüz şehidin ecri verilir.
● *Musîbet zamanında* Sabah Namazı sünnetinin ikinci rekatında zammı suçûreden sonra kunut yapıp, “Ahzab duası” okunur.
● Sabah namazının sünneti ile farzı arasında okunacak duayı *(ya hayyu ya kayyum ya zel celali wel ikram. eseluke en tuhyiye kalbi bi nuri marifetike ebeden. Ya allahu ya allahu ya allah ya bediassemahati wel arz)* en az üç def’a okuyan, gafletten kurtulur ve bu dua onun imanla gitmesine sebeb olur.
● Yüz defa şu tesbihi okuyan da sonsuz mükâfata erer.
*“Sübhanallâhi ve bihamdihi, sübhânallâhil azim, estağfirullâh-elazim ve etûbü ileyh.”*
● *Sabah namazını* cemaatle kılmak bir sene nâfile namaz kılmaktan kat kat üstündür. Sabah namazını cemaatsız kılan kimsenin nefsi aslâ kemâl bulmaz...
● *Rızıkların taksim ve berekâtın nüzûl zamanı olan sabah namazı vaktini uykuda geçirenlerin rızkı noksanlaşır.* Günün eşref vakti o zamandır. Vücudun en ölgün zamanı olduğundan verem illetinin faaliyeti de o vakitte başlar.
● Sabah namazının farzından selam verince diz üstü 11 defa :
*“Lâ ilâhe illallâhü vahdehû lâşerike leh. Lehül'mülkü velehülhamdü yuhyî ve yümîtü vehüve hayyün lâ yemûtü bi yedihil-hayr. Vehüve alâ külli şey’in kadir.* ” tesbihini okuyanın, maddi mânevi derecesi yükselir ve o gün günah işlemekten korunur.
● Sabah namazından sonra *Hüvallâhüllezi*.... okuyana yetmişbin melek istiğfar ve dua eder. O gün vefat etse şehid olarak ölür. Akşam namazından sonra okuyanlar da aynı mükâfata mazhar olurlar.
● İkindi namazından sonra 70 defa istiğfar okuyanın 70 yıllık günahı affolunur.
● Yatsı namazından sonra *Âmenerresûlü* ... okuyanın malı, cân-ı ve her şeyi gelecek yatsıya kadar himâye altına alınır ve ona bütün gece ibâdet etmiş sevabı verilir.
● *Vitir namazında* kunut dualarınından sonra salâtı münciye okuyanların namazları Mevlâya tereddütsüz arz edilir ve kabûle sebeb olur.
● Farzlardan sonra *70 istiğfar okumak* gelen musibeti kaldırır, geleceğe mani olur ve rızık genişliğine sebebdir.
● Yine farzlardan sonra 7, 11 veya 41 defa *salâtı nâriye* okumak, Dünyevi işleri rast gider, maddi ve mânevi sıkıntı çekmez, rızkı bol olur ve huzurlu olur.
● Tesbihlerden önce *Ayetülkürsi, ihlâs, felak ve nâs sûrelerini* okuyanları Cenabı Hakk iç ve dış hastalıklardan ve belalardan muhafaza eder.
● *Duha namazı* kılanın günahları deniz köpüğü kadar olsa da affolunur. Dünya sıkıntısı çekmez. Bu namazın 100 sevabından 75’i dünyada verilir.
● *Evvâbin namazı* kılanın 50 yıllık günahı silinir ve ona bir sene nâfile namaz sevabı verilir.
● *Teheccüt namazı* kılanların duası makbul, derecesi yüksek olur, yüzleri nurlu olur.
● Evden çıkarken 11 defa “ *Bismillahi tevekkeltü alallâhi lâ havle velâ kuvvete illâ billâhil aliyyil azîm”* der, *7 âyetülkürsi* okur 6 tarafına ( Hû ) deyip, yedinciyi yutarsa, belâlardan emin olur. *Bir fatiha üç ihlâs* okuyup hediye ederek girerse mânevi sahibinden izin alınarak girmiş olur ...?
● Eve girerken *besmele* çeken şeytanı eve sokmaz. Selam veren de bereketlere sebeb olur.
● Gemiye ve vâsıtaya binerken “ *Bismillâhi mecreha ve mürsâha inne rabbî leğafûrur rahim* ” ayetini okumak selâmet ve hasenâta vesiledir.
● Elbise giyerken *besmele* çekene, o elbise üzerinde olduğu müddetçe sevab yazılır.
● Elbiseyi çıkarırken *besmele* çeken ile süfliyat arasında perde hâsıl olur.
● Mevlâ, Kur’an-ı kerimi hatm eden için altmış bin melek halk eder, onlar kıyamete kadar o kişiye dua ederler.
● Akıllı kişi halının delik yerinde
(kiymetini bilenler için )
● Hazreti Üstazımız : ‘‘Evlâdım! Duânın kabûlü için ramazanı beklersen bir sene var. Eğer cumayı beklersen bir hafta var. Fakat seher vakti her gece geliyor. *Evlâdım! Seher vaktini kaçırmayın.* Seher vaktini değerlendirin.’’ buyuruyor.
● *Hayatın gayesi;* Allah’a ibâdet, emirlerine itaat ve nimetlerine şükürle iki âlemde saadet bulmaktır.
● *Dînî hükümler üç kısımdır:* İlim, amel ve ihlâs. İmandan sonra kurtuluşa sebeb olan amel, halis niyetle kılınan ve her gün bin şehidin sevabı verilen beş vakit namazdır.
● *Abdest’te başa kaplama meshi* yapanın vücudunu Hakk Teâlâ cehenneme haram kılar ve yüz şehidin ecri verilir.
● *Musîbet zamanında* Sabah Namazı sünnetinin ikinci rekatında zammı suçûreden sonra kunut yapıp, “Ahzab duası” okunur.
● Sabah namazının sünneti ile farzı arasında okunacak duayı *(ya hayyu ya kayyum ya zel celali wel ikram. eseluke en tuhyiye kalbi bi nuri marifetike ebeden. Ya allahu ya allahu ya allah ya bediassemahati wel arz)* en az üç def’a okuyan, gafletten kurtulur ve bu dua onun imanla gitmesine sebeb olur.
● Yüz defa şu tesbihi okuyan da sonsuz mükâfata erer.
*“Sübhanallâhi ve bihamdihi, sübhânallâhil azim, estağfirullâh-elazim ve etûbü ileyh.”*
● *Sabah namazını* cemaatle kılmak bir sene nâfile namaz kılmaktan kat kat üstündür. Sabah namazını cemaatsız kılan kimsenin nefsi aslâ kemâl bulmaz...
● *Rızıkların taksim ve berekâtın nüzûl zamanı olan sabah namazı vaktini uykuda geçirenlerin rızkı noksanlaşır.* Günün eşref vakti o zamandır. Vücudun en ölgün zamanı olduğundan verem illetinin faaliyeti de o vakitte başlar.
● Sabah namazının farzından selam verince diz üstü 11 defa :
*“Lâ ilâhe illallâhü vahdehû lâşerike leh. Lehül'mülkü velehülhamdü yuhyî ve yümîtü vehüve hayyün lâ yemûtü bi yedihil-hayr. Vehüve alâ külli şey’in kadir.* ” tesbihini okuyanın, maddi mânevi derecesi yükselir ve o gün günah işlemekten korunur.
● Sabah namazından sonra *Hüvallâhüllezi*.... okuyana yetmişbin melek istiğfar ve dua eder. O gün vefat etse şehid olarak ölür. Akşam namazından sonra okuyanlar da aynı mükâfata mazhar olurlar.
● İkindi namazından sonra 70 defa istiğfar okuyanın 70 yıllık günahı affolunur.
● Yatsı namazından sonra *Âmenerresûlü* ... okuyanın malı, cân-ı ve her şeyi gelecek yatsıya kadar himâye altına alınır ve ona bütün gece ibâdet etmiş sevabı verilir.
● *Vitir namazında* kunut dualarınından sonra salâtı münciye okuyanların namazları Mevlâya tereddütsüz arz edilir ve kabûle sebeb olur.
● Farzlardan sonra *70 istiğfar okumak* gelen musibeti kaldırır, geleceğe mani olur ve rızık genişliğine sebebdir.
● Yine farzlardan sonra 7, 11 veya 41 defa *salâtı nâriye* okumak, Dünyevi işleri rast gider, maddi ve mânevi sıkıntı çekmez, rızkı bol olur ve huzurlu olur.
● Tesbihlerden önce *Ayetülkürsi, ihlâs, felak ve nâs sûrelerini* okuyanları Cenabı Hakk iç ve dış hastalıklardan ve belalardan muhafaza eder.
● *Duha namazı* kılanın günahları deniz köpüğü kadar olsa da affolunur. Dünya sıkıntısı çekmez. Bu namazın 100 sevabından 75’i dünyada verilir.
● *Evvâbin namazı* kılanın 50 yıllık günahı silinir ve ona bir sene nâfile namaz sevabı verilir.
● *Teheccüt namazı* kılanların duası makbul, derecesi yüksek olur, yüzleri nurlu olur.
● Evden çıkarken 11 defa “ *Bismillahi tevekkeltü alallâhi lâ havle velâ kuvvete illâ billâhil aliyyil azîm”* der, *7 âyetülkürsi* okur 6 tarafına ( Hû ) deyip, yedinciyi yutarsa, belâlardan emin olur. *Bir fatiha üç ihlâs* okuyup hediye ederek girerse mânevi sahibinden izin alınarak girmiş olur ...?
● Eve girerken *besmele* çeken şeytanı eve sokmaz. Selam veren de bereketlere sebeb olur.
● Gemiye ve vâsıtaya binerken “ *Bismillâhi mecreha ve mürsâha inne rabbî leğafûrur rahim* ” ayetini okumak selâmet ve hasenâta vesiledir.
● Elbise giyerken *besmele* çekene, o elbise üzerinde olduğu müddetçe sevab yazılır.
● Elbiseyi çıkarırken *besmele* çeken ile süfliyat arasında perde hâsıl olur.
● Mevlâ, Kur’an-ı kerimi hatm eden için altmış bin melek halk eder, onlar kıyamete kadar o kişiye dua ederler.
● Akıllı kişi halının delik yerinde
119
[4:01:00 AM]KIBRIT-İ AHMER:
:rose:Şakîki Belhî hz leri::rose:
5 şeyi 5 ibadette buldum;
1-Rızkın bereketini, Duha namazında buldum
2-Kabrin ışığını, teheccüt namazında buldum
3-Münker ve Nekire kolay cevap vermeyi, Kur’an-ı okumada buldum
4-Sıratı kolay geçmeyi
oruç ve sadakada buldum
5-Arşın gölgesinde gölgelenmeyi, Allah’ı zikirde buldum..
🥀 Ramazan’ı şerifin nuru Feyzi bereketi sizin ve sevdiklerinizin üzerine olsun. Rabbim cehennemden azad olunan kullarından eylesin. Sağlık sıhhat ve afiyette daim eylesin inşaallah...
5 şeyi 5 ibadette buldum;
1-Rızkın bereketini, Duha namazında buldum
2-Kabrin ışığını, teheccüt namazında buldum
3-Münker ve Nekire kolay cevap vermeyi, Kur’an-ı okumada buldum
4-Sıratı kolay geçmeyi
oruç ve sadakada buldum
5-Arşın gölgesinde gölgelenmeyi, Allah’ı zikirde buldum..
🥀 Ramazan’ı şerifin nuru Feyzi bereketi sizin ve sevdiklerinizin üzerine olsun. Rabbim cehennemden azad olunan kullarından eylesin. Sağlık sıhhat ve afiyette daim eylesin inşaallah...
110
[9:50:26 AM]KIBRIT-İ AHMER:
...........Miftahulkuluub kitabının müellifi bu kitabı Rasülüllah s.a.v.’in emri üzere yazdığını ve şu şekilde söylediğini “1259 senesinde Rebiussani ayında hücremizde müteveccih iken Efendimiz (s.a.v) zuhur ederek bu aciz kölelerini talfit ile; “Evladım Nuri vakitler bir acaip oldu. Aşık ve sadık ve hakikati arayan ümmetim kolaylıkla yollarını bulsunlar istiyorum. Çünkü bir çok kimseler kendilerini Evliyaullahtan olmadığı halde evliyalık taslayıp ehlullah kisvesine bürünüyor, şeriatıma da itibar etmeyip, geçmiş evliyanın hallerini de kendi hal ve tecellileriymiş gibi göstererek halkı aldatıyorlar, şeriatımı ihmal ediyorlar, ümmetimin hakiki tarikatlara yan bakmasına ve yollarını şaşırmalarına sebep oluyorlar. Onlara şeriat, tarikat, hakikat marifet ve vuslatın ne olduğunu anlatan bir risale hazırla” buyurdu. Bende emre uyarak bu eseri kaleme aldım.” dediğini biliyor muydunuz?
94
[1:05:30 PM]KIBRIT-İ AHMER:
Zekâtın önemi nedir?
CEVAP
Kur’an-ı kerimde, çok yerde namazla zekât beraber bildiriliyor. (Namazı kılın, zekâtı verin) buyuruluyor. Zekât vermeyene, Allah lanet eder. Kıtlıklara maruz kalır, temiz malını kirletmiş olur, o mal telef olur. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(En faziletli ibadet namaz, sonra zekâttır.) [Taberani]
(Hastayı sadakayla, malı zekâtla koruyun!) [Deylemi]
(Allahü teâlâ, malınızın temizlenip güzelleşmesi için zekâtı farz kıldı.) [Hakim]
(Zekât vermeyenin namazı kabul olmaz.) [Taberani] (Zekât vermemek haram olduğu için, böyle günahkârın kıldığı namaz, sahih olup borcu ödenirse de, namazdan hâsıl olacak sevaba kavuşamaz.)
(Zekât vermeyen, temiz malını kirletmiş olur.) [Taberani]
(Zekât vermeyen kimse, kıyamette ateştedir.) [Taberani]
(Zenginlerin zekâtı fakirlere kâfi gelmeseydi, Allahü teâlâ fakirlerin rızkını başka yollardan verirdi. Aç kalan fakir varsa, zenginlerin zulmü yüzündendir.) [El-Askeri] (Eli ayağı tutup da çalışabilenlerin zekât istemesi haramdır. İstemediği halde kendisine zekât verilirse, alması günah olmaz. Zekât, nisaba malik olmayıp çalışamayacak kadar hasta, sakat olanlara ve çalışıp da güç geçinenlere verilir. Allahü teâlâ böyle fakirleri milletin içinde kırkta bir oranında yaratmıştır.)
(Zekât vermeyen bir toplum, rahmetten, iyilikten mahrum kalır. Hayvanlar da olmasa, hiç rahmet görmezlerdi.) [Taberani]
(Zekâtı verilmeyen mallar, karada, denizde telef olur.) [Taberani]
(Zekâtını veren o malın şerrinden korunmuş olur.) [Beyheki]
Resulullah efendimiz, (Zekâtı verilmeyen mallar, ejderha olup sahibinin boynuna sarılır) buyurup şu mealdeki âyet-i kerimeyi okudu:
(Hak teâlânın ihsan ettiği malın zekâtını vermeyenler, iyi ettiklerini, zengin kalacaklarını zannediyorlar. Hâlbuki kendilerine kötülük etmiş oluyorlar. O mallar Cehennemde azap aleti olacak, yılan şeklinde boyunlarına sarılıp baştan ayağa kadar onları sokacaktır.) [Âl-i İmran 180]
Bu acı azaplardan kurtulmak için, malların zekâtını, tarla mahsullerinin, sebze ve meyvenin uşrunu vermek şarttır. Zekât kırkta bir, uşur onda bir verilir. Kur’an-ı kerimde, (Malı, parayı biriktirip zekâtını vermeyene çok acı azabı müjdele! Zekâtı verilmeyen mal, para, Cehennem ateşinde kızdırılıp, sahibinin alnına, böğrüne, sırtına mühür gibi basılacaktır) buyuruldu. (Tevbe 34, 35)
Namaz kılmayan, oruç tutmayan bir Müslümanın da zekât vermesi gerekir.
Zekât vermemek ve borcunu ödememek haramdır. Din kitaplarında, (Haram işleyenin, haram yiyenin duası kabul olmaz) ve (Farz borcu olanın nafileleri kabul olmaz) buyuruluyor. Zekât vermeyen zengin, binlerce fakirin hakkını gasbetmiş olduğu için ve Allahü teâlânın emrini yapmadığı için, bunun hiçbir hayratı, hasenatı kabul olmuyor. İmkânı varken borcunu ödemeyen de, böyle haklar altında kalmaktadır.
Fakire verilen altın, onu zengin edecek kadar fazla olmamalıdır. Borçsuz fakire nisap miktarı veya daha çok zekât vermek, mekruh olarak caizdir. 10 gr altın kadar borcu varsa, 100 gr altını alması mekruh olmaz. Altınla gümüş, ne niyetle saklanırsa saklansın ticaret eşyasıdır. Nisap miktarıysa zekâtı verilir.
Bir günlük yiyeceği olanın, zekât veya sadaka istemesi haramdır; fakat istemeden verilen sadakayı, zekâtı alması caizdir. Zekâtı muhtaçlara vermelidir.
CEVAP
Kur’an-ı kerimde, çok yerde namazla zekât beraber bildiriliyor. (Namazı kılın, zekâtı verin) buyuruluyor. Zekât vermeyene, Allah lanet eder. Kıtlıklara maruz kalır, temiz malını kirletmiş olur, o mal telef olur. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(En faziletli ibadet namaz, sonra zekâttır.) [Taberani]
(Hastayı sadakayla, malı zekâtla koruyun!) [Deylemi]
(Allahü teâlâ, malınızın temizlenip güzelleşmesi için zekâtı farz kıldı.) [Hakim]
(Zekât vermeyenin namazı kabul olmaz.) [Taberani] (Zekât vermemek haram olduğu için, böyle günahkârın kıldığı namaz, sahih olup borcu ödenirse de, namazdan hâsıl olacak sevaba kavuşamaz.)
(Zekât vermeyen, temiz malını kirletmiş olur.) [Taberani]
(Zekât vermeyen kimse, kıyamette ateştedir.) [Taberani]
(Zenginlerin zekâtı fakirlere kâfi gelmeseydi, Allahü teâlâ fakirlerin rızkını başka yollardan verirdi. Aç kalan fakir varsa, zenginlerin zulmü yüzündendir.) [El-Askeri] (Eli ayağı tutup da çalışabilenlerin zekât istemesi haramdır. İstemediği halde kendisine zekât verilirse, alması günah olmaz. Zekât, nisaba malik olmayıp çalışamayacak kadar hasta, sakat olanlara ve çalışıp da güç geçinenlere verilir. Allahü teâlâ böyle fakirleri milletin içinde kırkta bir oranında yaratmıştır.)
(Zekât vermeyen bir toplum, rahmetten, iyilikten mahrum kalır. Hayvanlar da olmasa, hiç rahmet görmezlerdi.) [Taberani]
(Zekâtı verilmeyen mallar, karada, denizde telef olur.) [Taberani]
(Zekâtını veren o malın şerrinden korunmuş olur.) [Beyheki]
Resulullah efendimiz, (Zekâtı verilmeyen mallar, ejderha olup sahibinin boynuna sarılır) buyurup şu mealdeki âyet-i kerimeyi okudu:
(Hak teâlânın ihsan ettiği malın zekâtını vermeyenler, iyi ettiklerini, zengin kalacaklarını zannediyorlar. Hâlbuki kendilerine kötülük etmiş oluyorlar. O mallar Cehennemde azap aleti olacak, yılan şeklinde boyunlarına sarılıp baştan ayağa kadar onları sokacaktır.) [Âl-i İmran 180]
Bu acı azaplardan kurtulmak için, malların zekâtını, tarla mahsullerinin, sebze ve meyvenin uşrunu vermek şarttır. Zekât kırkta bir, uşur onda bir verilir. Kur’an-ı kerimde, (Malı, parayı biriktirip zekâtını vermeyene çok acı azabı müjdele! Zekâtı verilmeyen mal, para, Cehennem ateşinde kızdırılıp, sahibinin alnına, böğrüne, sırtına mühür gibi basılacaktır) buyuruldu. (Tevbe 34, 35)
Namaz kılmayan, oruç tutmayan bir Müslümanın da zekât vermesi gerekir.
Zekât vermemek ve borcunu ödememek haramdır. Din kitaplarında, (Haram işleyenin, haram yiyenin duası kabul olmaz) ve (Farz borcu olanın nafileleri kabul olmaz) buyuruluyor. Zekât vermeyen zengin, binlerce fakirin hakkını gasbetmiş olduğu için ve Allahü teâlânın emrini yapmadığı için, bunun hiçbir hayratı, hasenatı kabul olmuyor. İmkânı varken borcunu ödemeyen de, böyle haklar altında kalmaktadır.
Fakire verilen altın, onu zengin edecek kadar fazla olmamalıdır. Borçsuz fakire nisap miktarı veya daha çok zekât vermek, mekruh olarak caizdir. 10 gr altın kadar borcu varsa, 100 gr altını alması mekruh olmaz. Altınla gümüş, ne niyetle saklanırsa saklansın ticaret eşyasıdır. Nisap miktarıysa zekâtı verilir.
Bir günlük yiyeceği olanın, zekât veya sadaka istemesi haramdır; fakat istemeden verilen sadakayı, zekâtı alması caizdir. Zekâtı muhtaçlara vermelidir.
94
[1:07:29 PM]KIBRIT-İ AHMER:
HZ. EBÛ BEKR'İN VEFATI (R.A.)
Peygamber Efendimiz'in (s.a.v.) irtihâlinden sonra Hz. Ebû Bekir (r.a.) çok üzülmüş, her geçen gün vücudu erimişti. Resûlullâh'ın (s.a.v.) irtihâli onun da vefat sebebi olmuştu.
Cemâziyelâhir'in bitmesine sekiz gün kala salı gecesi, Hicret'in 13. (M. 634) senesinde altmış üç yaşında vefat etmiştir. Hilâfeti, iki yıl, üç ay, on gündür.
Hz. Ömer, Mescid-i Nebevî'de cenâze namazını kıldırdı. Hz. Ebû Bekir geceleyin defnedildi. Kabrine oğlu Abdurrahmân, Ömer, Osmân ve Talha (r.anhüm) indirdiler. Mübârek başı Peygamber Efendimiz'in omuzları hizâsına gelecek şekilde kondu.
Kendisinden sonra Hz. Ömer'i halîfe tayin etti. İrşad vazifesine de Selmân-ı Fârisî (r.a.) Hazretleri devam ettiler. Hz. Ebû Bekir'in son sözü,
"Teveffenî müslimen ve elhıknî bi's-sâlihîn." duâsı oldu ki "Beni Müslüman olarak vefât ettir ve beni sâlihler arasına kat." demektir. Hz. Ali anlattı: "Hz. Ebû Bekir vefat etmeden önce beni yanına oturttu ve;
"Yâ Ali! Ben öldüğüm zaman Resûlullâh'ı (s.a.v.) yıkadığın gibi beni de sen yıka. Güzel kokular sürdükten sonra Resûlullâh'ın (s.a.v.) bulunduğu Hücre-i Saâdet'e götürün ve izin isteyin. Kapının açıldığını görürseniz beni oraya defnedin. Yok, kapı açılmazsa beni -Allah kulları arasında hüküm verinceye kadar- Müslümanların kabristanına defnedin." dedi.
Vefat edince, Hz. Ebû Bekir'i yıkadım, kefenledim. Resûlullâh'ın (s.a.v.) kapısına izin için ilk gelen ben idim. Yâ Resûlallah! Bu gelen, Ebû Bekir'dir, yanınıza defnolunmak için müsaade istiyor, dedim. Kapı açılıverdi. Ve;
'Habîbi (dostu, sevgiliyi), habîbine (dostuna) getirin. Zira habîb, habîbini özlemiştir.' diye bir ses işittim."
Hicrî: 27 Şevval 1435 •Fazilet Takvim
Peygamber Efendimiz'in (s.a.v.) irtihâlinden sonra Hz. Ebû Bekir (r.a.) çok üzülmüş, her geçen gün vücudu erimişti. Resûlullâh'ın (s.a.v.) irtihâli onun da vefat sebebi olmuştu.
Cemâziyelâhir'in bitmesine sekiz gün kala salı gecesi, Hicret'in 13. (M. 634) senesinde altmış üç yaşında vefat etmiştir. Hilâfeti, iki yıl, üç ay, on gündür.
Hz. Ömer, Mescid-i Nebevî'de cenâze namazını kıldırdı. Hz. Ebû Bekir geceleyin defnedildi. Kabrine oğlu Abdurrahmân, Ömer, Osmân ve Talha (r.anhüm) indirdiler. Mübârek başı Peygamber Efendimiz'in omuzları hizâsına gelecek şekilde kondu.
Kendisinden sonra Hz. Ömer'i halîfe tayin etti. İrşad vazifesine de Selmân-ı Fârisî (r.a.) Hazretleri devam ettiler. Hz. Ebû Bekir'in son sözü,
"Teveffenî müslimen ve elhıknî bi's-sâlihîn." duâsı oldu ki "Beni Müslüman olarak vefât ettir ve beni sâlihler arasına kat." demektir. Hz. Ali anlattı: "Hz. Ebû Bekir vefat etmeden önce beni yanına oturttu ve;
"Yâ Ali! Ben öldüğüm zaman Resûlullâh'ı (s.a.v.) yıkadığın gibi beni de sen yıka. Güzel kokular sürdükten sonra Resûlullâh'ın (s.a.v.) bulunduğu Hücre-i Saâdet'e götürün ve izin isteyin. Kapının açıldığını görürseniz beni oraya defnedin. Yok, kapı açılmazsa beni -Allah kulları arasında hüküm verinceye kadar- Müslümanların kabristanına defnedin." dedi.
Vefat edince, Hz. Ebû Bekir'i yıkadım, kefenledim. Resûlullâh'ın (s.a.v.) kapısına izin için ilk gelen ben idim. Yâ Resûlallah! Bu gelen, Ebû Bekir'dir, yanınıza defnolunmak için müsaade istiyor, dedim. Kapı açılıverdi. Ve;
'Habîbi (dostu, sevgiliyi), habîbine (dostuna) getirin. Zira habîb, habîbini özlemiştir.' diye bir ses işittim."
Hicrî: 27 Şevval 1435 •Fazilet Takvim
105
[9:10:21 PM]KIBRIT-İ AHMER:
Ramazan-ı Şerif ayının son on günü içerisinde Hz. Ömer (r.a.) Resûlullah (s.a.v.)’in kabrini ziyaret eder. Kabri önünde bir bedevinin dua ettiğini görür ve arkasında durup duasını dinlemeye başlar. Şöyle dua etmektedir bedevi:
*“Yâ Rabbi! Bu senin Habibin, ben de kulunum. Şeytan da düşmanın. Eğer beni bağışlarsan habibin sevinir, kulun kazanır, düşmanın üzülür. Beni bağışlamazsan habibin üzülür, düşmanın sevinir, kulun helak olur.
Yarabbi! Sen habibini üzmekten, düşmanını sevindirmekten, kulunu helak etmekten daha cömertsin.
Yâ Rabbi! Araplar arasında Asîl insanlar vefat ettiklerinde kabri başında kölesini azat etme geleneği vardır. İşte Alemlerin Efendisi vefat etti. Kabri başında Beni cehennemden âzât et”*. Ya rabbi!
Bunun üzerine Hz. Ömer avazı çıktığı kadar: “ *Ya Rabbi! Bu Bedevi’nin Senden istediğini ben de istiyorum”* diye bağırır. Sakalı ıslanıncaya kadar hıçkıra hıçkıra ağlar.
Ya rabbi! Bedevi’nin istediklerini bizde istiyor Ve bu duasına bütün gücümüzle AMİN diyoruz.
Bizi de, Ailemizi de,Ana-Babamızı da, Sevdiklerimizi de, üzerimizde hakları olanları da,kelamın olan kuranı kerimin okunduğu,öğretildiği müesseselere sahip çıkıp orada okuyanlara destek olan müslümanları da cehennemden âzât et Ya Rabbi !diye Yalvariyoruz...
Dualarımız makbul olsun,
Ramazan’ı şerif ayının nurundan feyzinden en güzel şekilde istifade etmeyi sen bizlere nasip eyle ya rabbiiim..
*“Yâ Rabbi! Bu senin Habibin, ben de kulunum. Şeytan da düşmanın. Eğer beni bağışlarsan habibin sevinir, kulun kazanır, düşmanın üzülür. Beni bağışlamazsan habibin üzülür, düşmanın sevinir, kulun helak olur.
Yarabbi! Sen habibini üzmekten, düşmanını sevindirmekten, kulunu helak etmekten daha cömertsin.
Yâ Rabbi! Araplar arasında Asîl insanlar vefat ettiklerinde kabri başında kölesini azat etme geleneği vardır. İşte Alemlerin Efendisi vefat etti. Kabri başında Beni cehennemden âzât et”*. Ya rabbi!
Bunun üzerine Hz. Ömer avazı çıktığı kadar: “ *Ya Rabbi! Bu Bedevi’nin Senden istediğini ben de istiyorum”* diye bağırır. Sakalı ıslanıncaya kadar hıçkıra hıçkıra ağlar.
Ya rabbi! Bedevi’nin istediklerini bizde istiyor Ve bu duasına bütün gücümüzle AMİN diyoruz.
Bizi de, Ailemizi de,Ana-Babamızı da, Sevdiklerimizi de, üzerimizde hakları olanları da,kelamın olan kuranı kerimin okunduğu,öğretildiği müesseselere sahip çıkıp orada okuyanlara destek olan müslümanları da cehennemden âzât et Ya Rabbi !diye Yalvariyoruz...
Dualarımız makbul olsun,
Ramazan’ı şerif ayının nurundan feyzinden en güzel şekilde istifade etmeyi sen bizlere nasip eyle ya rabbiiim..
108
[9:45:34 PM]KIBRIT-İ AHMER:
İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki:
Ölmek felaket değildir. Öldükten sonra başına gelecekleri bilmemek, tedbirini almamak felakettir.
Ölmek felaket değildir. Öldükten sonra başına gelecekleri bilmemek, tedbirini almamak felakettir.
--- Sunday, May 17, 2020 ---
100
[2:44:22 AM]KIBRIT-İ AHMER:
*İbrelik bir infak hikâyesi*
Herkes, zekât ve infâkının ehline ulaşmasını arzu eder. Malı ehil kimselere ulaştırabilmek, onu helâl yoldan kazanmaya bağlıdır. Şu hâdise ne kadar ibretlidir:
Ticaretle meşgul, zengin bir adam Ebû Abbas Nihâvendî hazretlerinin sohbetlerine müdavimdi. Onu çok sever zaman zaman ziyaret etmekten geri kalmazdı. Bir gün yine geldi ve sordu:
- Efendim, zekâtımı kime vermem daha uygun olur? Ebû Abbas kuddise sirruhun cevabı kısa ve açıktır:
- Gönlün kimde karar kılıyorsa ona ver! Tüccar, hocasının talimatını uygulamak üzere dolaşmaya çıktı. Çok geçmemişti ki dilenen bir âmâ gördü. Gönlü ona ısındı. Zekâtı olan bir kese altını çıkarıp eline tutuşturdu. Keseyi eliyle şöyle bir yoklayan âmâ, sevinçle oradan ayrıldı. Ertesi gün aynı yerden geçerken o âmâyı başka bir âmâ ile konuşurken gördü. Adamın işittiği sözler onu kahretti:
–“Dün bana bir Beyzâde tam bir kese altın verdi. Ben de meyhaneye gidip bir güzel demlendim…”
Tüccarın gönlü daraldı. Doğruca Ebû Abbas Hazretleri’nin yanına koştu. Tam olan-biteni arz edecekti ki; Ebû Abbas onun konuşmasına fırsat vermeden, sattığı külâhının karşılığı olan bir akçeyi kendisine uzatıp;
- Önüne çıkan ilk kişiye bu akçeyi veriver! Diye ricada bulundu.
Adam, içini dökemeden verilen vazifeyi yerine getirmek için oradan ayrıldı. Karşısına ilk çıkan şahıs delikanlı biriydi. Hiç de muhtaca benzemiyordu. Fakat hocasının sözünden çıkamazdı. Akçeyi bu gence verdi. Ancak içini kemiren bir merakla o şahsı takip etti. Delikanlı, şehrin kenar semtlerinden geçerken bir harabeye girdi ve elbisesinin altında sakladığı bir şeyi çıkarıp attı. Tam oradan ayrılacaktı ki, adam önüne geçip sordu:
- Ey yiğit! Allah için gizleme de hakikati anlat! Şuraya attığın şey nedir? Adamcağız kendisine akçeyi veren şahsı tanımıştı. Mahcup bir şekilde gözleri yerde anlatmaya başladı:
- Yedi gündür, bir şey bulup da çoluk çocuğuma yediremedim. Ben ve hanımım sabrediyorduk, ama çocuklarımın artık açlığa tahammülleri kalmamıştı! Buna rağmen dilenip insanlardan bir şey isteyemedim. Istırap içinde kıvranırken, çürümeye yüz tutmuş ölü bir keklik buldum. Zaruret sebebiyle onu yemeleri için çocuklarıma götürecektim. İçimden de Allâh’a yalvarıyor, "Yâ Rab, hâlime inâyet eyle!" diye niyâz ediyordum ki, sen gelip o akçeyi verdin. Ben de Rabbime şükrederek o yenemeyecek durumda olan kuşu mezbeleye bıraktım. Şimdi verdiğin akçeyle yiyecek bir şeyler alıp çocuklarıma götüreceğim…
Bu hâle şaşırıp kalan adam, derhâl Ebû Abbas Hazretleri’nin yanına döndü. Hazret-i Pîr, tüccar adamın bir şey anlatmasını beklemeden şöyle buyurdu:
- Evlâdım! Demek ki, sen kazancına şüpheli veya haram bir şeyin karışıp karışmadığına dikkat etmemişsin. Bu yüzden de ehil birine vereyim diye dikkat ettiğin hâlde zekâtın, şaraba gitti. *Zira kazanılan şeyler, nereden ve nasıl elde edilmişse, aynı şekilde elden çıkar. *
Nitekim senin bir kese altınına mukābil benim bir tek akçemin sâlih bir insanın eline geçmesinin hikmeti de; *onun sırf el emeği ile kazanılmış olmasından yani helalliğindendir.* dedi.
Rabbim hepimize helalinden kazanıp helal yollarda harcayacak rızk nasip eylesin. Rahmet günlerinden doyasıya istifade ettiriversin.
:blue_heart:*HAYIRLI SAHURLAR *:blue_heart:
Herkes, zekât ve infâkının ehline ulaşmasını arzu eder. Malı ehil kimselere ulaştırabilmek, onu helâl yoldan kazanmaya bağlıdır. Şu hâdise ne kadar ibretlidir:
Ticaretle meşgul, zengin bir adam Ebû Abbas Nihâvendî hazretlerinin sohbetlerine müdavimdi. Onu çok sever zaman zaman ziyaret etmekten geri kalmazdı. Bir gün yine geldi ve sordu:
- Efendim, zekâtımı kime vermem daha uygun olur? Ebû Abbas kuddise sirruhun cevabı kısa ve açıktır:
- Gönlün kimde karar kılıyorsa ona ver! Tüccar, hocasının talimatını uygulamak üzere dolaşmaya çıktı. Çok geçmemişti ki dilenen bir âmâ gördü. Gönlü ona ısındı. Zekâtı olan bir kese altını çıkarıp eline tutuşturdu. Keseyi eliyle şöyle bir yoklayan âmâ, sevinçle oradan ayrıldı. Ertesi gün aynı yerden geçerken o âmâyı başka bir âmâ ile konuşurken gördü. Adamın işittiği sözler onu kahretti:
–“Dün bana bir Beyzâde tam bir kese altın verdi. Ben de meyhaneye gidip bir güzel demlendim…”
Tüccarın gönlü daraldı. Doğruca Ebû Abbas Hazretleri’nin yanına koştu. Tam olan-biteni arz edecekti ki; Ebû Abbas onun konuşmasına fırsat vermeden, sattığı külâhının karşılığı olan bir akçeyi kendisine uzatıp;
- Önüne çıkan ilk kişiye bu akçeyi veriver! Diye ricada bulundu.
Adam, içini dökemeden verilen vazifeyi yerine getirmek için oradan ayrıldı. Karşısına ilk çıkan şahıs delikanlı biriydi. Hiç de muhtaca benzemiyordu. Fakat hocasının sözünden çıkamazdı. Akçeyi bu gence verdi. Ancak içini kemiren bir merakla o şahsı takip etti. Delikanlı, şehrin kenar semtlerinden geçerken bir harabeye girdi ve elbisesinin altında sakladığı bir şeyi çıkarıp attı. Tam oradan ayrılacaktı ki, adam önüne geçip sordu:
- Ey yiğit! Allah için gizleme de hakikati anlat! Şuraya attığın şey nedir? Adamcağız kendisine akçeyi veren şahsı tanımıştı. Mahcup bir şekilde gözleri yerde anlatmaya başladı:
- Yedi gündür, bir şey bulup da çoluk çocuğuma yediremedim. Ben ve hanımım sabrediyorduk, ama çocuklarımın artık açlığa tahammülleri kalmamıştı! Buna rağmen dilenip insanlardan bir şey isteyemedim. Istırap içinde kıvranırken, çürümeye yüz tutmuş ölü bir keklik buldum. Zaruret sebebiyle onu yemeleri için çocuklarıma götürecektim. İçimden de Allâh’a yalvarıyor, "Yâ Rab, hâlime inâyet eyle!" diye niyâz ediyordum ki, sen gelip o akçeyi verdin. Ben de Rabbime şükrederek o yenemeyecek durumda olan kuşu mezbeleye bıraktım. Şimdi verdiğin akçeyle yiyecek bir şeyler alıp çocuklarıma götüreceğim…
Bu hâle şaşırıp kalan adam, derhâl Ebû Abbas Hazretleri’nin yanına döndü. Hazret-i Pîr, tüccar adamın bir şey anlatmasını beklemeden şöyle buyurdu:
- Evlâdım! Demek ki, sen kazancına şüpheli veya haram bir şeyin karışıp karışmadığına dikkat etmemişsin. Bu yüzden de ehil birine vereyim diye dikkat ettiğin hâlde zekâtın, şaraba gitti. *Zira kazanılan şeyler, nereden ve nasıl elde edilmişse, aynı şekilde elden çıkar. *
Nitekim senin bir kese altınına mukābil benim bir tek akçemin sâlih bir insanın eline geçmesinin hikmeti de; *onun sırf el emeği ile kazanılmış olmasından yani helalliğindendir.* dedi.
Rabbim hepimize helalinden kazanıp helal yollarda harcayacak rızk nasip eylesin. Rahmet günlerinden doyasıya istifade ettiriversin.
:blue_heart:*HAYIRLI SAHURLAR *:blue_heart:
88
[6:02:12 PM]KIBRIT-İ AHMER:
*HZ. OSMANIN GÖRDÜĞÜ RÜYA.*
*Kuran okuyordu. Bir ara susuzluğun verdiği, yorgunluğun verdiği tesirle uzaklara daldı Kuran okurken...*
*Diz üstü oturmuş Kuran okurken, başı öne eğildi, uykuya dalmıştı birden bire.*
*Uykudayken rüyasında önünde bir koridor, koridorlar açılıyordu. Onu tutanlar götürüyorlardı, "buradan buradan" diyorlardı...*
*Sonra o koridorlardan geçti, orada bir ışık kümesi gördü orada birileri oturuyordu yaklaşınca bir de ne görsün! Allah'ın Resulü oradaydı.*
*Bir yanında Hz. Ebu Bekir öteki yanında Hz. Ömer vardı.*
*Allah'ın Resulüyle karşı karşıya kalmıştı, Allah Resulü bakıyor gülümsüyordu:*
*- Osman geldin mi?*
*- Geldim ya Resulallah..*
*- Seni susuz mu bıraktılar?*
*- Beni susuz bıraktılar Ya Resulallah..*
*- Seni hapis mi ettiler?*
*- Beni hapis ettiler..*
*- Seni mescide indirmiyorlar mı?*
*- Beni mescide indirmiyorlar..*
*- Sen aç mı kaldın?*
*- Ben aç kaldım Ya Resulallah..*
*- Ya Osman dilersen iftarı bizim yanımızda yapabilirsin, istersen yardımına gelip seni kurtarsınlar..*
*- Sizinle birlikte iftar etmek isterim ya Resulallah..*
*- Hadi Osman acele et, gel bu akşam seni bekliyoruz, beraber iftar yapacağız..*
*Birden sıçradı, uyanmıştı. Cuma günü akşam üstüydü...*
*Hanımı geldi:*
*Ne oldu Osman? dedi.*
*-Demin Resulallah'ı gördüm, beni çağırıyordu. Ben gitmek üzereyim demek ki..*
*Birden entarisini çıkardı, "bana şalvar getirin" dedi. Hayatı boyunca şalvar giymemişti...*
*O an şalvar giydi, sadece o an..*
*Ve o kadar edepliydi ki biraz sonra şehit edileceğinden edep yeri açılmasın diye şalvar giyecekti.*
*Biliyordu ki o zalimler onu yerde sürükleyeceklerdi.*
*Kapı zorlanıyordu, ve hanımına dedi ki terk edin burayı beni yalnız bırakın, beni Kuranla baş başa bırakın..*
*Kuran önündeydi başını önüne eğmişti, sadece Kuran'a bakıyordu kapıyı kıranlara bakmıyordu bile..*
*Sonra birisi içeri girdi, sakalından tuttu onu ve o an başını kaldırdı baktı bir de ne görsün! sevdiği bir insanın oğluydu, sevdiği bir dostunun oğluydu ve şunu dedi:*
*"Baban görseydi bunu, sana ne diyecekti"*
*O an gözlerinden yaşlar geldi, ağlıyordu halife. Delikanlı bırakıp kaçtı. Sonra üst üste başına gelen demir darbeleri meleklerin haya ettiği o büyük insanın başını yarmıştı.*
*Mübarek kanı Kuranı Kerimin üzerine "Onlara karşı sana Allah yeter" ayetinin üzerine damlıyordu..*
*Ve Hazreti Osman Şehit Edilmişti...*
*Rabbim Bizleri.. Şefaaatlerine Nail eylesin İNŞALLAH...🤲*
*Kuran okuyordu. Bir ara susuzluğun verdiği, yorgunluğun verdiği tesirle uzaklara daldı Kuran okurken...*
*Diz üstü oturmuş Kuran okurken, başı öne eğildi, uykuya dalmıştı birden bire.*
*Uykudayken rüyasında önünde bir koridor, koridorlar açılıyordu. Onu tutanlar götürüyorlardı, "buradan buradan" diyorlardı...*
*Sonra o koridorlardan geçti, orada bir ışık kümesi gördü orada birileri oturuyordu yaklaşınca bir de ne görsün! Allah'ın Resulü oradaydı.*
*Bir yanında Hz. Ebu Bekir öteki yanında Hz. Ömer vardı.*
*Allah'ın Resulüyle karşı karşıya kalmıştı, Allah Resulü bakıyor gülümsüyordu:*
*- Osman geldin mi?*
*- Geldim ya Resulallah..*
*- Seni susuz mu bıraktılar?*
*- Beni susuz bıraktılar Ya Resulallah..*
*- Seni hapis mi ettiler?*
*- Beni hapis ettiler..*
*- Seni mescide indirmiyorlar mı?*
*- Beni mescide indirmiyorlar..*
*- Sen aç mı kaldın?*
*- Ben aç kaldım Ya Resulallah..*
*- Ya Osman dilersen iftarı bizim yanımızda yapabilirsin, istersen yardımına gelip seni kurtarsınlar..*
*- Sizinle birlikte iftar etmek isterim ya Resulallah..*
*- Hadi Osman acele et, gel bu akşam seni bekliyoruz, beraber iftar yapacağız..*
*Birden sıçradı, uyanmıştı. Cuma günü akşam üstüydü...*
*Hanımı geldi:*
*Ne oldu Osman? dedi.*
*-Demin Resulallah'ı gördüm, beni çağırıyordu. Ben gitmek üzereyim demek ki..*
*Birden entarisini çıkardı, "bana şalvar getirin" dedi. Hayatı boyunca şalvar giymemişti...*
*O an şalvar giydi, sadece o an..*
*Ve o kadar edepliydi ki biraz sonra şehit edileceğinden edep yeri açılmasın diye şalvar giyecekti.*
*Biliyordu ki o zalimler onu yerde sürükleyeceklerdi.*
*Kapı zorlanıyordu, ve hanımına dedi ki terk edin burayı beni yalnız bırakın, beni Kuranla baş başa bırakın..*
*Kuran önündeydi başını önüne eğmişti, sadece Kuran'a bakıyordu kapıyı kıranlara bakmıyordu bile..*
*Sonra birisi içeri girdi, sakalından tuttu onu ve o an başını kaldırdı baktı bir de ne görsün! sevdiği bir insanın oğluydu, sevdiği bir dostunun oğluydu ve şunu dedi:*
*"Baban görseydi bunu, sana ne diyecekti"*
*O an gözlerinden yaşlar geldi, ağlıyordu halife. Delikanlı bırakıp kaçtı. Sonra üst üste başına gelen demir darbeleri meleklerin haya ettiği o büyük insanın başını yarmıştı.*
*Mübarek kanı Kuranı Kerimin üzerine "Onlara karşı sana Allah yeter" ayetinin üzerine damlıyordu..*
*Ve Hazreti Osman Şehit Edilmişti...*
*Rabbim Bizleri.. Şefaaatlerine Nail eylesin İNŞALLAH...🤲*
80
[9:12:19 PM]KIBRIT-İ AHMER:
RİYADAN ALLAH'A cc SIĞINIRIZ:point_up:🏼
Şu sıralar malûm birinin orda burda hatimler indirdiği, Kur'an-ı Kerimler okunduğu videoları yayılıp duruyor..
Bende de mevcut olduğu halde buraya koymayı istemedim ama bu konuda pek çok rivayetler vardır..
Rivayet o ki Büyüklerden birisi gece Kuran'ı Kerim den "Taha" suresini okuyordu.
Bu sırada yoldan geçenler olduğunu farketti ve sesini biraz yükseltti.
Uyuduğu zaman rüyasında, kendisine bir defter gösterildi. Defterde okuduğu her ayet için sevaplar vardı.
Dedi ki, "burada noksan yazılmış.
Bu surenin şu ayetlerine sevap yazılmamış." Kendisine şöyle denildi:
"Sen o ayetleri okurken dışarıdakiler duysun diye sesli okumuştun. Sevaplarını onlardan alırsın."
Cenâb-ı Hakk Ayet-i Kerimede şöyle buyuruyor:
وَلَا تَكُونُوا كَالَّذ۪ينَ خَرَجُوا مِنْ دِيَارِهِمْ بَطَراً وَرِئَٓاءَ النَّاسِ وَيَصُدُّونَ عَنْ سَب۪يلِ اللّٰهِۜ وَاللّٰهُ بِمَا يَعْمَلُونَ مُح۪يطٌ ﴿٤٧﴾
"İnsanları Allah yolundan engellemek üzere taşkınlık ve gösteriş yaparak yurtlarından (savaşa) çıkıp gelenler gibi olmayın; Allah onların yaptıklarını kuşatmıştır."
(Enfâl Sûresi, Âyet 47)
Şu sıralar malûm birinin orda burda hatimler indirdiği, Kur'an-ı Kerimler okunduğu videoları yayılıp duruyor..
Bende de mevcut olduğu halde buraya koymayı istemedim ama bu konuda pek çok rivayetler vardır..
Rivayet o ki Büyüklerden birisi gece Kuran'ı Kerim den "Taha" suresini okuyordu.
Bu sırada yoldan geçenler olduğunu farketti ve sesini biraz yükseltti.
Uyuduğu zaman rüyasında, kendisine bir defter gösterildi. Defterde okuduğu her ayet için sevaplar vardı.
Dedi ki, "burada noksan yazılmış.
Bu surenin şu ayetlerine sevap yazılmamış." Kendisine şöyle denildi:
"Sen o ayetleri okurken dışarıdakiler duysun diye sesli okumuştun. Sevaplarını onlardan alırsın."
Cenâb-ı Hakk Ayet-i Kerimede şöyle buyuruyor:
وَلَا تَكُونُوا كَالَّذ۪ينَ خَرَجُوا مِنْ دِيَارِهِمْ بَطَراً وَرِئَٓاءَ النَّاسِ وَيَصُدُّونَ عَنْ سَب۪يلِ اللّٰهِۜ وَاللّٰهُ بِمَا يَعْمَلُونَ مُح۪يطٌ ﴿٤٧﴾
"İnsanları Allah yolundan engellemek üzere taşkınlık ve gösteriş yaparak yurtlarından (savaşa) çıkıp gelenler gibi olmayın; Allah onların yaptıklarını kuşatmıştır."
(Enfâl Sûresi, Âyet 47)
78
[9:37:40 PM]KIBRIT-İ AHMER:
DUALARIN KABUL OLUNACAGI 9 ZAMAN NERESIDIR?
1- Gecenin son üçte birinde
Resulullah (SAV)
6- Yağmur yağarken
Resulullah (SAV) şöyle buyurdu; “Müslüman kişi için üç vakit vardır, onlarda dua ederse, sıla-i rahmi kıran ve günah olan bir şey talep etmedikçe, kendisine mutlaka icabet edilir: Namaz için müezzin ezan okurken susuncaya kadar, savaşta iki saf karşılaşınca Allah aralarında hükmedinceye kadar, yağmur yağarken kesilinceye kadar.
7- Yolculukta iken
Resulullah (SAV) şöyle buyurdu; “Makbul olduğunda şüphe bulunmayan üç dua vardır; Mazlumun duası, misafirin duası, babanın çocuğuna duası.” (Ebû Dâvûd)
8- Ramazan ayında
Resulullah (SAV) şöyle buyurdu; “Ramazan
1- Gecenin son üçte birinde
Resulullah (SAV)
a “Hangi dua daha çok kabul edilir? Diye sordular. 1-“Gecenin son saatlerinde ve farz namazlardan sonra yapılan dua” buyurdu. (Tirmizî)
2- Ezan okunurken
Resulullah (SAV) şöyle buyurdu; “İki şey vardır, asla reddedilmezler. Ezan esnasında yapılan dua ile insanlar birbirine girdikleri savaş sırasında yapılan dua.(Muvatta)
3- Ezan ile kamet arasında
Resulullah (SAV) şöyle buyurdu; “Ezan ile kamet arasında yapılan dua reddedilmez.” (Ebû Dâvûd)
4- Secdede
Resulullah (SAV) şöyle buyurdu; “Kulun Rabbine en yakın olduğu hal secde halidir. İşte bu sebeple secdede çok dua etmeye bakın!” (Müslim)
5- Farz namazlardan sonra
Resulullah (SAV)
a; “Hangi dua daha çok kabul edilir?” diye sordular. “Gecenin son saatlerinde ve farz namazlardan sonra yapılan dua” buyurdu. (Tirmizî)6- Yağmur yağarken
Resulullah (SAV) şöyle buyurdu; “Müslüman kişi için üç vakit vardır, onlarda dua ederse, sıla-i rahmi kıran ve günah olan bir şey talep etmedikçe, kendisine mutlaka icabet edilir: Namaz için müezzin ezan okurken susuncaya kadar, savaşta iki saf karşılaşınca Allah aralarında hükmedinceye kadar, yağmur yağarken kesilinceye kadar.
7- Yolculukta iken
Resulullah (SAV) şöyle buyurdu; “Makbul olduğunda şüphe bulunmayan üç dua vardır; Mazlumun duası, misafirin duası, babanın çocuğuna duası.” (Ebû Dâvûd)
8- Ramazan ayında
Resulullah (SAV) şöyle buyurdu; “Ramazan
ın ilk gecesinde cennet kapıları açılır. Her gece sabaha kadar bir münadi seslenir; Günahlarının affedilmesi için istiğfar eden yok mu? Tövbe eden yok mu? Allah tövbesini kabul buyursun. Dua eden yok mu? Cevap verilsin. Kendisi için bir şey isteyen yok mu? İsteği hemen karşılansın.” (Müsned)
9- İftar ederken
Resulullah (SAV) şöyle buyurdu; “Oruçlunun iftar vaktindeki duası reddedilmez.” (Tirmizi)
Resulullah (SAV) şöyle buyurdu; “Allah
a dua eden herkese Allah icabet eder. Bu icabet, ya dünyada peşin olur ya da ahirete saklanır yahut da dua ettiği miktarca günahından hafifletilmek suretiyle olur, yeter ki günah talep etmemiş veya sıla-ı rahmin kopmasını istememiş olsun ya da acele etmemiş olsun.” (Buhârî)--- Monday, May 18, 2020 ---
68
[3:03:04 AM]KIBRIT-İ AHMER:
*İbrelik bir infak hikâyesi*
Herkes, zekât ve infâkının ehline ulaşmasını arzu eder. Malı ehil kimselere ulaştırabilmek, onu helâl yoldan kazanmaya bağlıdır. Şu hâdise ne kadar ibretlidir:
Ticaretle meşgul, zengin bir adam Ebû Abbas Nihâvendî hazretlerinin sohbetlerine müdavimdi. Onu çok sever zaman zaman ziyaret etmekten geri kalmazdı. Bir gün yine geldi ve sordu:
- Efendim, zekâtımı kime vermem daha uygun olur? Ebû Abbas kuddise sirruhun cevabı kısa ve açıktır:
- Gönlün kimde karar kılıyorsa ona ver! Tüccar, hocasının talimatını uygulamak üzere dolaşmaya çıktı. Çok geçmemişti ki dilenen bir âmâ gördü. Gönlü ona ısındı. Zekâtı olan bir kese altını çıkarıp eline tutuşturdu. Keseyi eliyle şöyle bir yoklayan âmâ, sevinçle oradan ayrıldı. Ertesi gün aynı yerden geçerken o âmâyı başka bir âmâ ile konuşurken gördü. Adamın işittiği sözler onu kahretti:
–“Dün bana bir Beyzâde tam bir kese altın verdi. Ben de meyhaneye gidip bir güzel demlendim…”
Tüccarın gönlü daraldı. Doğruca Ebû Abbas Hazretleri’nin yanına koştu. Tam olan-biteni arz edecekti ki; Ebû Abbas onun konuşmasına fırsat vermeden, sattığı külâhının karşılığı olan bir akçeyi kendisine uzatıp;
- Önüne çıkan ilk kişiye bu akçeyi veriver! Diye ricada bulundu.
Adam, içini dökemeden verilen vazifeyi yerine getirmek için oradan ayrıldı. Karşısına ilk çıkan şahıs delikanlı biriydi. Hiç de muhtaca benzemiyordu. Fakat hocasının sözünden çıkamazdı. Akçeyi bu gence verdi. Ancak içini kemiren bir merakla o şahsı takip etti. Delikanlı, şehrin kenar semtlerinden geçerken bir harabeye girdi ve elbisesinin altında sakladığı bir şeyi çıkarıp attı. Tam oradan ayrılacaktı ki, adam önüne geçip sordu:
- Ey yiğit! Allah için gizleme de hakikati anlat! Şuraya attığın şey nedir? Adamcağız kendisine akçeyi veren şahsı tanımıştı. Mahcup bir şekilde gözleri yerde anlatmaya başladı:
- Yedi gündür, bir şey bulup da çoluk çocuğuma yediremedim. Ben ve hanımım sabrediyorduk, ama çocuklarımın artık açlığa tahammülleri kalmamıştı! Buna rağmen dilenip insanlardan bir şey isteyemedim. Istırap içinde kıvranırken, çürümeye yüz tutmuş ölü bir keklik buldum. Zaruret sebebiyle onu yemeleri için çocuklarıma götürecektim. İçimden de Allâh’a yalvarıyor, "Yâ Rab, hâlime inâyet eyle!" diye niyâz ediyordum ki, sen gelip o akçeyi verdin. Ben de Rabbime şükrederek o yenemeyecek durumda olan kuşu mezbeleye bıraktım. Şimdi verdiğin akçeyle yiyecek bir şeyler alıp çocuklarıma götüreceğim…
Bu hâle şaşırıp kalan adam, derhâl Ebû Abbas Hazretleri’nin yanına döndü. Hazret-i Pîr, tüccar adamın bir şey anlatmasını beklemeden şöyle buyurdu:
- Evlâdım! Demek ki, sen kazancına şüpheli veya haram bir şeyin karışıp karışmadığına dikkat etmemişsin. Bu yüzden de ehil birine vereyim diye dikkat ettiğin hâlde zekâtın, şaraba gitti. *Zira kazanılan şeyler, nereden ve nasıl elde edilmişse, aynı şekilde elden çıkar. *
Nitekim senin bir kese altınına mukābil benim bir tek akçemin sâlih bir insanın eline geçmesinin hikmeti de; *onun sırf el emeği ile kazanılmış olmasından yani helalliğindendir.* dedi.
Rabbim hepimize helalinden kazanıp helal yollarda harcayacak rızk nasip eylesin inşallah.
Herkes, zekât ve infâkının ehline ulaşmasını arzu eder. Malı ehil kimselere ulaştırabilmek, onu helâl yoldan kazanmaya bağlıdır. Şu hâdise ne kadar ibretlidir:
Ticaretle meşgul, zengin bir adam Ebû Abbas Nihâvendî hazretlerinin sohbetlerine müdavimdi. Onu çok sever zaman zaman ziyaret etmekten geri kalmazdı. Bir gün yine geldi ve sordu:
- Efendim, zekâtımı kime vermem daha uygun olur? Ebû Abbas kuddise sirruhun cevabı kısa ve açıktır:
- Gönlün kimde karar kılıyorsa ona ver! Tüccar, hocasının talimatını uygulamak üzere dolaşmaya çıktı. Çok geçmemişti ki dilenen bir âmâ gördü. Gönlü ona ısındı. Zekâtı olan bir kese altını çıkarıp eline tutuşturdu. Keseyi eliyle şöyle bir yoklayan âmâ, sevinçle oradan ayrıldı. Ertesi gün aynı yerden geçerken o âmâyı başka bir âmâ ile konuşurken gördü. Adamın işittiği sözler onu kahretti:
–“Dün bana bir Beyzâde tam bir kese altın verdi. Ben de meyhaneye gidip bir güzel demlendim…”
Tüccarın gönlü daraldı. Doğruca Ebû Abbas Hazretleri’nin yanına koştu. Tam olan-biteni arz edecekti ki; Ebû Abbas onun konuşmasına fırsat vermeden, sattığı külâhının karşılığı olan bir akçeyi kendisine uzatıp;
- Önüne çıkan ilk kişiye bu akçeyi veriver! Diye ricada bulundu.
Adam, içini dökemeden verilen vazifeyi yerine getirmek için oradan ayrıldı. Karşısına ilk çıkan şahıs delikanlı biriydi. Hiç de muhtaca benzemiyordu. Fakat hocasının sözünden çıkamazdı. Akçeyi bu gence verdi. Ancak içini kemiren bir merakla o şahsı takip etti. Delikanlı, şehrin kenar semtlerinden geçerken bir harabeye girdi ve elbisesinin altında sakladığı bir şeyi çıkarıp attı. Tam oradan ayrılacaktı ki, adam önüne geçip sordu:
- Ey yiğit! Allah için gizleme de hakikati anlat! Şuraya attığın şey nedir? Adamcağız kendisine akçeyi veren şahsı tanımıştı. Mahcup bir şekilde gözleri yerde anlatmaya başladı:
- Yedi gündür, bir şey bulup da çoluk çocuğuma yediremedim. Ben ve hanımım sabrediyorduk, ama çocuklarımın artık açlığa tahammülleri kalmamıştı! Buna rağmen dilenip insanlardan bir şey isteyemedim. Istırap içinde kıvranırken, çürümeye yüz tutmuş ölü bir keklik buldum. Zaruret sebebiyle onu yemeleri için çocuklarıma götürecektim. İçimden de Allâh’a yalvarıyor, "Yâ Rab, hâlime inâyet eyle!" diye niyâz ediyordum ki, sen gelip o akçeyi verdin. Ben de Rabbime şükrederek o yenemeyecek durumda olan kuşu mezbeleye bıraktım. Şimdi verdiğin akçeyle yiyecek bir şeyler alıp çocuklarıma götüreceğim…
Bu hâle şaşırıp kalan adam, derhâl Ebû Abbas Hazretleri’nin yanına döndü. Hazret-i Pîr, tüccar adamın bir şey anlatmasını beklemeden şöyle buyurdu:
- Evlâdım! Demek ki, sen kazancına şüpheli veya haram bir şeyin karışıp karışmadığına dikkat etmemişsin. Bu yüzden de ehil birine vereyim diye dikkat ettiğin hâlde zekâtın, şaraba gitti. *Zira kazanılan şeyler, nereden ve nasıl elde edilmişse, aynı şekilde elden çıkar. *
Nitekim senin bir kese altınına mukābil benim bir tek akçemin sâlih bir insanın eline geçmesinin hikmeti de; *onun sırf el emeği ile kazanılmış olmasından yani helalliğindendir.* dedi.
Rabbim hepimize helalinden kazanıp helal yollarda harcayacak rızk nasip eylesin inşallah.
47
[4:52:06 AM]KIBRIT-İ AHMER:
İSTİKÂMET
Denilmiştir ki, istikâmet bin kerâmetten daha hayırlıdır.
Bu istikâmet, Ehl-i Sünnet ve Cemâat akîdesi üzere sebat ve şu beş şeye devam etmektir:
– Menfaat veren ilimleri öğrenmek.
– Sâlih amel işlemek.
– Hakîkî ihlâsa sahip olmak.
– Dâimâ Cenâb-ı Hak ile beraber olmak.
– Allâhü Teâlâ’nın gayrısını terk etmeye, onlardan uzak olmaya devam etmek.
(Mirkâtü’l-Mefâtîh Şerh-i Mişkâtü’l-Mesâbîh)
Allâhü Teâlâ, Ahkâf Sûresi’nin 13. âyet-i kerîmesinde (meâlen):
“Muhakkak Rabbimiz Allah’tır, deyip, sonra da istikâmet üzere olanlara gelince, onlar için hiçbir korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.”
Ve Fussılet Sûresi’nin 30. âyet-i kerîmesinde (meâlen):
“Rabbimiz Allah’tır, deyip, sonra da istikâmet üzere devam edenlere gelince, onların üzerine melekler iner (ve derler ki): “Korkmayın, üzülmeyin, size vaadedilen cennetle sevinin.” buyurmuştur..
Hakk Celle ve Âlâ hazretleri istikâmet üzere yaşayıp, istikâmette kâim iken üzerimizdeki emanetini alıversin..🤲🏼
Denilmiştir ki, istikâmet bin kerâmetten daha hayırlıdır.
Bu istikâmet, Ehl-i Sünnet ve Cemâat akîdesi üzere sebat ve şu beş şeye devam etmektir:
– Menfaat veren ilimleri öğrenmek.
– Sâlih amel işlemek.
– Hakîkî ihlâsa sahip olmak.
– Dâimâ Cenâb-ı Hak ile beraber olmak.
– Allâhü Teâlâ’nın gayrısını terk etmeye, onlardan uzak olmaya devam etmek.
(Mirkâtü’l-Mefâtîh Şerh-i Mişkâtü’l-Mesâbîh)
Allâhü Teâlâ, Ahkâf Sûresi’nin 13. âyet-i kerîmesinde (meâlen):
“Muhakkak Rabbimiz Allah’tır, deyip, sonra da istikâmet üzere olanlara gelince, onlar için hiçbir korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.”
Ve Fussılet Sûresi’nin 30. âyet-i kerîmesinde (meâlen):
“Rabbimiz Allah’tır, deyip, sonra da istikâmet üzere devam edenlere gelince, onların üzerine melekler iner (ve derler ki): “Korkmayın, üzülmeyin, size vaadedilen cennetle sevinin.” buyurmuştur..
Hakk Celle ve Âlâ hazretleri istikâmet üzere yaşayıp, istikâmette kâim iken üzerimizdeki emanetini alıversin..🤲🏼
43
[5:05:17 AM]KIBRIT-İ AHMER:
Emir Edepten üstündür
Padişah, bir gün divana gitti. Bütün memleket büyüklerini divanda toplanmış buldu. O nurlu padişah, bir mücevher çıkarıp vezirin eline vererek, dedi ki: Bu, nasıl bir mücevher, değeri nedir? Vezir, yüz eşek yükü altın değerinde bir mücevher dedi. Padişah, kır bu mücevheri deyince dedi ki: Nasıl kırabilirim? Senin hazinenin malını iyiliğini dileyen biriyim ben. Değer biçilmez böyle bir mücevherin zayi olmasını nasıl reva görebilirim? Padişah vezirin sözünü taktir etti, ona bir elbise ihsan etti. O cömert ve er padişah inciyi ondan aldı. O cömert padişah, vezire giydiği elbiselerden başka daha nice ağır elbiseler verdi. Onları bir müddet söze tuttu. Yeni şeylere, eski vakalara ait bahislerde bulundu.
Sonra mücevheri perdecinin eline verdi, bir isteklisi olsa dedi neye değer acaba? Perdeci, bu mücevher dedi, ülkenin yarısı değerinde. Allah ülkeyi tehlikelerden korusun. Padişah kır bu mücevheri dedi. Perdeci, ey kılıcı güneş gibi parlayan padişahım, bunu kırıp ufalamak pek yazıktır, pek yazık. Değeri şöyle dursun şu parlaklığa bak. Gündüzün nuru bile ona uymada. Bunu kırmaya nasıl elim varır? Nasıl olur da padişahın hazinesine düşman olurum dedi.
Padişah ona elbise verdi, gelirini arttırdı. Onun aklını övmeye başladı. Bir müddet sonra mücevheri bir beyin eline verdi. Onu da bir sınadı. O da öyle söyledi, bütün beyler de. Her birine ağır elbiseler ihsan etti. Elbiselerini arttırdı o aşağılık kişileri yoldan çıkardı kuyuya attı. Elli, altmış bey, hepsi de veziri taklit ederek böyle söylediler.
Gerçi dünyanın değeri taklittir ama her mukallit de sınanmada rüsvay olur.
Padişah Eyaz’a döndü:
-Ey Eyaz, söylemiyorsun, bu parlaklıkta, bu güzellikte olan bir mücevherin değeri nedir? Eyaz söyleyebileceğimden de fazla deyince Padişah, peki dedi, hadi öyleyse hemen onu kır, hurdahaş et. Eyaz’ın yenlerinde taş vardı. Derhal onları çıkarıp mücevheri kırdı, un ufak etti. Belki o delikanlı bu işi rüyada görmüştü de yenine, koltuğuna iki taş gizlemişti. Yusuf gibi hani. O da işinin sonunun nereye varacağını kuyu dibinde görmüştü. Eyaz da o değerli mücevheri kırınca beylerden yüzlerce feryat ve figan koptu. Bu ne korkusuzluk Allah hakkı için bu nurlu mücevheri kıran kafirdir dediler. O topluluğun hepsi de körlüklerinden padişahın inci gibi olan buyruğunu kırmıştı. Mücevherin değeri ile sevginin sonucu gönüllerinde gizli kalmıştı.
Eyaz dedi ki: Ey ünlü ulular, Padişahın buyruğumu daha ileri mücevher mi? Sizce Allah hakkı için söyleyin, Padişahın emri mi daha üstün, yoksa bu güzelim mücevher mi? Ey mücevhere bakan, Padişaha aldırış etmeyen beyler. Mesnevi. V.4035-4077.
Padişah, bir gün divana gitti. Bütün memleket büyüklerini divanda toplanmış buldu. O nurlu padişah, bir mücevher çıkarıp vezirin eline vererek, dedi ki: Bu, nasıl bir mücevher, değeri nedir? Vezir, yüz eşek yükü altın değerinde bir mücevher dedi. Padişah, kır bu mücevheri deyince dedi ki: Nasıl kırabilirim? Senin hazinenin malını iyiliğini dileyen biriyim ben. Değer biçilmez böyle bir mücevherin zayi olmasını nasıl reva görebilirim? Padişah vezirin sözünü taktir etti, ona bir elbise ihsan etti. O cömert ve er padişah inciyi ondan aldı. O cömert padişah, vezire giydiği elbiselerden başka daha nice ağır elbiseler verdi. Onları bir müddet söze tuttu. Yeni şeylere, eski vakalara ait bahislerde bulundu.
Sonra mücevheri perdecinin eline verdi, bir isteklisi olsa dedi neye değer acaba? Perdeci, bu mücevher dedi, ülkenin yarısı değerinde. Allah ülkeyi tehlikelerden korusun. Padişah kır bu mücevheri dedi. Perdeci, ey kılıcı güneş gibi parlayan padişahım, bunu kırıp ufalamak pek yazıktır, pek yazık. Değeri şöyle dursun şu parlaklığa bak. Gündüzün nuru bile ona uymada. Bunu kırmaya nasıl elim varır? Nasıl olur da padişahın hazinesine düşman olurum dedi.
Padişah ona elbise verdi, gelirini arttırdı. Onun aklını övmeye başladı. Bir müddet sonra mücevheri bir beyin eline verdi. Onu da bir sınadı. O da öyle söyledi, bütün beyler de. Her birine ağır elbiseler ihsan etti. Elbiselerini arttırdı o aşağılık kişileri yoldan çıkardı kuyuya attı. Elli, altmış bey, hepsi de veziri taklit ederek böyle söylediler.
Gerçi dünyanın değeri taklittir ama her mukallit de sınanmada rüsvay olur.
Padişah Eyaz’a döndü:
-Ey Eyaz, söylemiyorsun, bu parlaklıkta, bu güzellikte olan bir mücevherin değeri nedir? Eyaz söyleyebileceğimden de fazla deyince Padişah, peki dedi, hadi öyleyse hemen onu kır, hurdahaş et. Eyaz’ın yenlerinde taş vardı. Derhal onları çıkarıp mücevheri kırdı, un ufak etti. Belki o delikanlı bu işi rüyada görmüştü de yenine, koltuğuna iki taş gizlemişti. Yusuf gibi hani. O da işinin sonunun nereye varacağını kuyu dibinde görmüştü. Eyaz da o değerli mücevheri kırınca beylerden yüzlerce feryat ve figan koptu. Bu ne korkusuzluk Allah hakkı için bu nurlu mücevheri kıran kafirdir dediler. O topluluğun hepsi de körlüklerinden padişahın inci gibi olan buyruğunu kırmıştı. Mücevherin değeri ile sevginin sonucu gönüllerinde gizli kalmıştı.
Eyaz dedi ki: Ey ünlü ulular, Padişahın buyruğumu daha ileri mücevher mi? Sizce Allah hakkı için söyleyin, Padişahın emri mi daha üstün, yoksa bu güzelim mücevher mi? Ey mücevhere bakan, Padişaha aldırış etmeyen beyler. Mesnevi. V.4035-4077.