29 Aralık 2021 Çarşamba

"Cuma günü bana çok salevât getirin! Zira o gün, meleklerin hazır ve şâhid olduğu bir gündür.O gün bir kişi bana salât ettiğinde onun salâtı mutlakâ bana arz edilir. Salevât getirmeyi bırakıncaya kadar bu durum böyle devam eder." Hayırlı cumalar

Peygamber (s.a.v)'in halalarının, Safiyye binti Abdul Muttalib'in ve kız kardeşi Atike (رضي الله عنهم) istirahatgahlari Medine'de Cennetül Baki mezarlığının girişinin sol tarafına defne edilmişlerdir.

 








ASHÂB (R.A.E.)’İN FAZÎLETİ
Allâhü Te‘âlâ buyuruyor ki; “Îmân edip de Allâh yolunda hicret ve cihâd edenler, (muhacirleri) arındıran ve yardım edenler var ya, işte gerçek müminler onlardır. Onlar için mağfiret ve bol rızık vardır. Sonradan imân eden ve hicret edip de sizinle beraber cihâd edenler de sizdendir. Allâh’ın kitabına göre yakın akrabalar birbirlerine vâris olmaya daha uygundur. Şüphesiz ki Allâh her şeyi bilendir.” (Enfal s. 74-75) Bu âyetler, bütün sahabeleri kapsamakta ve onların îmân ve cihâd için birbirlerine dost olduklarını beyân etmektedir. Nitekim muhacirler, ensâr ve fetihten sonra Müslüman olup cihâd edenler bir arada sayılmıştır. İbn Kesir (r.âleyh) bu ayetlerin tefsirinde der ki; “Allâhü Te‘âlâ, mü’minlerin dünyadaki hükmünü zikrettikten sonra, âhirette onlar için neler olacağını da zikretmiş ve daha önce sûrenin başında geçtiği gibi onlarda gerçek imân bulunduğunu haber vermiştir.
Allâhü Te‘âlâ onları bağışlama ile ve şayet olmuşsa günâhlarından vazgeçme ile mükâfatlandıracağını, onlara güzel, bol, temiz, şerefli, devamlı, ebediyen kesilmeyecek, sona ermeyecek, güzelliği ve çeşitli olmasından usanılmayacak rızıklar bahşedeceğini haber vermektedir. Sonra Allâhü Te‘âlâ, dünyada iken onların üzerinde bulundukları imân ve sâlih amellerde kendilerine tâbi olanların, âhirette de onlarla birlikte olacağını haber vermektedir.”
İmran Bin Husayn (r.a.)’in rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte Resûlullâh (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: “Ümmetimin en hayırlıları asrımdakilerdir. Sonra onların ardından gelenler, sonra onların ardından gelenlerdir...” (Buhârî)
(İbnu Hacer el-Askalânî, el-İsabe (Seçkin Sahabeler)

Allah Rasulü (s.a.v.)’in Selam Gönderdiği Paşa Kimdi? Allah Rasulü’nü (s.a.v.) en iyi tanıyan sahabinin ve onların arkasından gelen ilim ve irfan sahiplerinin O’na çok engin bir saygı ve sevgi gösterdiklerini ve Efendimize salâvat getirmeyi bir vazife olarak kabul ettiklerini görüyoruz.


Peygamber Efendimiz bizim baş tacımız. O’na çok şey borçluyuz. Bu borçluluğun bir ifadesi olarak Efendimizi her zaman hayırla yâd etmek ve “Allâhümme salli alâ seyyidinâ Muhammed’in ve alâ âli seyyidinâ Muhammed” diyerek O’na salât-ü selam getirmek her Müslüman için ihmal edilmemesi gerekli olan mühim bir vazife.
Salât-ü selâm’ın Peygamberimize ve bize olmak üzere iki yönü var: Salavat, Allah’ın, peygamberinin kendi katındaki değerini artırması için bir dua mahiyetinde. Bu vesileyle bizim dualarımızla Efendimizin mertebesi devamlı olarak yükseliyor. Burada hemen şunu ifade edelim ki, Allah Rasûlü’ne (s.a.s.) yapılan salât-ü selam, onun aslında salâta olan ihtiyacından dolayı değildir. Bu, ancak O’na duyulan saygı, sevgi ve hürmeti ifade etmek içindir.
Salâvatın mü’minlere bakan yönü de kulu Allah’a yakınlaştıran vesilelerden birisi olması. Nebiler Serveri’ne (s.a.s) bol bol salâvat getiren bir kul, Efendimize, dolayısıyla da Allah’a yaklaşmış olur. Sözün burasında şanlı tarihimizde yaşanmış bir örneği sizinle paylaşmak istiyorum:
ALİ PAŞA’YA SELAMIMI SÖYLE!
III. Osman’ın vezirlerinden Hekimoğlu Ali Paşa oldukça başarılı, zeki ve dindar bir kimseydi. Ali Paşa’nın vezirliği sırasında şehrin bir tüccarı iflas etmiş, üstelik çevresine de oldukça borçlanmıştı. Çaresiz adam hangi kapıya gitse kapı yüzüne kapanmıştı.
Bir gece ibadet için yatağından kalktı. Teheccüd namazına müteakip Peygamber Efendimizi (s.a.s.) anmaya, O’na salâvatlar getirmeye başladı ve Efendimizden yardım istedi. Neden sonra uykuya daldı. Rüyasında Fahri Kâinat Efendimizi gördü. Efendimiz ile arasında şu diyalog yaşandı:
- Ali Paşa’ya git selamımı söyle, sana yüz altın versin.
- Ya Rasulallah, söylerim ama bana ya inanmazsa!
- O, her gün yüz salâvat getirirdi. Ancak bu perşembe getirmeyi unuttu. Bu onun karşılığı dersin.
NİÇİN YEDİ YÜZ ALTIN VERDİ?
Adam sabah uyandığında rüyasında Rasulullah’ı görmenin sevinci ve Efendimizin söylediklerinin şaşkınlığını yaşıyordu. Hemen hazırlanıp saraya giderek Ali Paşa’yı buldu ve rüyasını anlattı. Ali Paşa gelen kişiye ihtiyatla yaklaştı:
- Ben bunun böyle olduğuna nasıl inanayım, niçin Efendimiz benim rüyama girip altın vermemi bana emretmiyor da senin rüyana giriyor? Adam hemen söze atıldı:
- Paşam, ben sizin bana itimat etmeme ihtimalinizi Efendimize bildirdim. Efendimiz de sizin O’na her gün yüz salâvat getirdiğinizi ancak geçen perşembe unuttuğunuzu bunun ona karşılık olduğunu söylememi bildirdi.
Ali Paşa biraz duraksadı ve perşembe günü gerçekten de salâvat virdini ihmal ettiğini hatırlayınca, “Efendimiz sana ne söylediyse aynen söyler misin” dedi. Adam, “Ali Paşa’ya selamımı söyle sana yüz altın versin” dedi.
Ali Paşa tekrar sordu ve adam tekrar söyledi. Bu hal tam yedi kez gerçekleşince adam, vezirin kendisiyle eğlendiğini düşünüp geri dönmüş gidiyordu ki Ali Paşa kesesini çıkarıp adama yedi kez söylemesine karşılık yedi yüz altın verdi ve şöyle dedi:
- İstedim ki Efendimizin selamını bir kez daha duyayım, sen söyledikçe doyamadım ve bir kez daha duymak istedim...
SÖZÜN ÖZÜ
1) Salâvat, Peygamber Efendimizle irtibata geçmenin adıdır.
2) Adı anıldığında Efendimize salâvat getirmek bir müminlik borcudur.
3) Salâvat bizi Rabbimize yakınlaştıran bir vesiledir.

Hz.Fâtıma’nın nikâhının kıyıldığı günle ilgili… Gözyaşları Yanaklarından Süzülüyordu. Nikâh merasimi tamamlanmıştı. Bir tabak taze hurma ve Bilâl’in dağıttığı şerbet ikramından sonra davetli ashabın şahitlik ederek dualarda bulunduğu cemiyet sona erdiğinde, Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.) Hz. Ali ile nikâhlarının kıyıldığını, ciğerpâresi Hz.Fâtıma’ya haber verdi. Bu esnada gözyaşları yanaklarından süzülerek sakalını ıslatıyordu. Hz. Fatıma dayanamadı, sordu: -Babacığım! Niçin ağlıyorsun, neden böyle hüzünlüsün?


Şefkat dolu yüreğiyle ve ipekten yumuşak sesiyle, hüznün eşlik ettiği sözlerle şöyle cevap verdi Nebiyy-i Ekrem:
-Kızım! Doğrusu ağlayışım senin için… Çünkü sen de benim gibi annenden mahrum kaldın. Keşke Hatice de sağ olsaydı. Sevincimizi paylaşsa, çeyizlerini kendi elleriyle yapsaydı… İşte bunun için ağlıyorum.
Bu tablo sıradan bir düğün tablosu değildi...
Bu tablo, bir babanın yetiştirdiği evladını gelin ederken ağlamasının da “erkekliğe yakışacağını” ortaya koyan bir tabloydu.
Yine bu tablo şefkatin, vefânın ve hüznün kendisine en çok yakıştığı Kâinatın Efendisi’nin, kız evladına sahip tüm babalara sunduğu en güzel örnek tabloydu…


EHL-İ SÜNNET'TEN OLMANIN ÖNEMLİ BİR ŞARTI Bazı kimseler Ehl-i Sünnet’ten oldukları halde, okudukları asılsız ve gerçek dışı hikayelerle dolu, bazı tutucu yazarların tarih ve hikaye kitaplarını okuyarak, Ashab-ı Kiram ve Ehl-i Sünnet’in seçkin şahsiyetleri hakkındaki maksatlı yalan ve iftiraları gerçek sanarak, Allah (c.c.)’nun ve Resûlü (s.a.v.)’in sevgisine ve övgüsüne mazhar olmuş Hz. Osman (r.a.)’a, Hz. Muaviye (r.a.)’a ve Hz. Amr Bin As (r.a.)’a dil uzatmakta ve bunu da ehli beyt sevgisine dair bir ibadet sanmaktadırlar.


Sınırlı bilgi ve bozuk zihniyetlerine göre hareket eden bu kimseler zannediyorlar ki başta İmam Ebu Hanife (r.a.), İmam Malik (r.a.), İmam Şafii (r.a.), İmam Ahmed bin Hanbel (r.a.) gibi, onlara muasır ve onlardan sonra gelen bütün müctehidler, fakihler, muhaddisler, müfessirler, mutasavvuflar, tarihçiler ve bu ümmetin diğer alim ve salihleri gerçeği görmemişlerde, raşid halifeler ve ashabı kiram arasındaki fazilet sıralamasında taassuba kapılarak, veya şahsi düşüncelerine dayanarak Ehl-i Sünnetçe bilinen sıralamayı yapmışlar. (Ashâbın en fazîletlisi Hz. Ebûbekir (r.a.), sonra Hz. Ömer (r.a.) sonra Hz. Osman (r.a.) ve sonra Hz. Ali (r.a.)’dır.) Her biri İslam dininin temel taşları sayılan mukaddes bildiğimiz bütün mefhumları bize öğreten bu zâtlara karşı kötü zanna sahip olan kimse, zaten Ehl-i Sünnet değildir.
Çünkü Ehl-i Sünnet olmanın başlıca şartlarından biri de, Ashabı Kiram’a (r.a.e.), müctehid imamlara ve onların yolundan giden alimlere hüsnü zanna ve engin bir sevgiye sahip olmaktır. “Ey Rabbimiz, bizi ve iman ile bizden evvel geçmiş olan kardeşlerimizi bağışla, îman etmiş olanlar için kalplerimizde bir kin bırakma. Ey Rabbimiz muhakkak ki sen raufsun -çok şefkatlisin, rahimsin- çok merhametlisin.” (Haşr, 10)
(Mehmed Çağlayan, Ehl-i Sünnet ve Akâidi, 11-297)


RESÛLULLÂH (S.A.V.)’İN ÜMMETİ O (s.a.v.)’in Ümmeti, bütün ümmetlerin en fazîletlisidir. “Siz insanlar için (insanlığın fâidesi için gaybdan yâhut Levh-i Mahfuz’dan seçilip) çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz.” (Âl-i İmrân s. 110) buyurulmuştur. Ümmet-i Muhammed (s.a.v.) iftihâr hil‘atı ile teşrîflendirildi ve Peygamberlerin varisleri kılındı ve şerîat hükümlerini çıkarmada onlara ictihâd rütbesi verildi ki, bu reylerinin gerekli kıldığı kararlarla hükmederler. Bu ümmet zamanına kalan Peygamberlerden Hz. Îsâ ve Hızır (a.s.)’lar, bir şeye hükmetseler Hz. Muhammed (s.a.v.)’in şerîatıyla hükmederler.


Hâkim Tirmizî, Hâtemü’l-Enbiyâ adlı kitabında ve Ankâ-i Mağrib sâhibi ile Mevlânâ Sâdeddîn ve Taftazâni bazı eserlerinde şöyle bildirmişlerdir. Eğer sorulsa ki, Hz. Peygamber (s.a.v.)’in, “Gerçekten, size adâletle hükmedecek Meryem oğlu Îsâ (a.s.)’ın inişi yaklaştı. İner inmez haçları kıracak, domuzları öldürecektir. Kitab ehli olan kâfirlerden cizye (vergi) kabul etmez. Ya İslâm’a gelirler yoksa kılıçtan geçirilirler” diye buyurduğu yazılıdır. Bunda şerîatın hükümlerine aykırılık vardır. Çünkü kitabı olan kâfirler, cizye verirlerse kabul etmek vâcibtir ve öldürülmeleri câiz değildir. Böyle olduğuna göre Îsâ (a.s.)’ın Hz. Muhammed (s.a.v.)’in şerîatıyla hüküm edeceği nasıl söylenebilir. Bunun cevâbı şudur:
Resûlullâh (s.a.v.)’in şerîatıyla hükmedeceği kesindir. Kitâbı olan kâfirlerden cizye alınması hükmü kıyâmete kadar devam eden hükümlerden değildir. Belki Îsâ (a.s.)’ın inişine kadar devam eder ve o geldikten sonra bu hükmün kalkacağını Hz. Peygamber (s.a.v.) bildirecektir. Kaldıran Hz. Îsâ (a.s.) değildir. Kalkışını bildiren Hz. Peygamber (s.a.v.)’dir. Buna göre Îsâ (a.s.)’ın cizye kabul etmediği yine Peygamberimiz (s.a.v.)’in şerîatının gereğidir. İmâm Nevevî, Şerh-u Müslim’de buna işaret etmiştir.
İbn Battal diyor ki, zamanımızda cizyenin kabul olunması ve o zaman cizyenin kabul olunmamasının sebebi, şimdi mala ihtiyaç vardır. Fakat Îsâ (a.s.) indiği zaman mal o kadar çok ve değersiz olacaktır ki onu kimse almayacak. Onun için ya İslâm olacaklar ya da öldürüleceklerdir.
(İmâm-ı Kastalânî, İlâhî Rahmet Hz. Muhammed (s.a.v.), 521.s.)

RESÛLULLÂH (S.A.V.) BÜTÜN PEYGAMBERLERİN PEYGAMBERİDİR Ammad bin Kesîr (r.âleyh), tefsirinde der ki: “İmâm-ı Ali ve İbn-i Abbâs (r.a.e.)’den rivâyet olunmuştur ki: “Hâkk Te‘âlâ, gönderdiği peygamberlerin hepsinden ahd (söz) almıştır ki: “Onlar hayatta iken Resûlullâh (s.a.v) gönderilecek olursa ona imân getirsin ve yardım etsinler. Ümmetlerinden de Resûlullâh (s.a.v.)’e îmân getirip yardım eylemek üzere söz alsınlar.” Bâzı âlimlerden rivâyet edilmiştir ki, Hâkk Te‘âlâ, Resûlullâh (s.a.v.)’in şerefli nurunu yarattığı zaman emreyledi ki, diğer peygamberlerin nurlarına nazar etsin. Bakınca onların hepsini kapladı. Peygamber (s.a.v.)’in nûru bütün nebilerin nurlarını kaplayınca onlar: “Ey Rabbim! Bu kimdir ki, onun nûru bizi kapladı?” dediler. Allâhü Te‘âlâ cevâb verip: “Bu nur, sevgilimin nurudur. Eğer siz ona îman getirirseniz sizi peygamber ederim” diye buyurdu. Onlar da: “Amenna bihi ve bi-nübüvvetihî (O’na ve O’nun peygamberliğine inandık)” diye Resûlullâh (s.a.v.) Efendimiz’e imân getirdiler. Allâhü Te‘âlâ: “Ben şâhid olayım mı?” diye buyurdu. Onlar da: “Evet” dediler. İşte Allâhü Te‘âlâ şu âyet-i kerîmede bu kıssaya işâret buyurmuştur: “Allâh, peygamberlerden o zaman şöyle söz almıştı: “Bakın, size kitap ve hikmet verdim. Daha sonra, size verilmiş bulunan kitap ve hikmeti tasdik edici bir peygamber geldiğinde, ona mutlaka inanacak ve yardım edeceksiniz!” (Al-i İmran s. 81) Bu âyet-i kerîmede Resûlullâh (s.a.v.) Efendimiz’in şerefli şânı en üstün derecede yüceltildikten başka şuna da işaret var ki, eğer diğer nebilerin zamanlarında gönderilmesi takdir olunsaydı onlara da resûl olurdu. Bu takdirde: “Ben, insan nev’inin bütün ferdlerine peygamber gönderildim” hadîs-i şerîfinden murad, kendisinden önce olsun, sonra olsun, dünyaya ne kadar beşer nüfusu geldi ise hepsine peygamber olmaktır. (İmâm Kastalânî, Mevâhib-i Ledünniyye, c.1, s.27-28)