3 Temmuz 2020 Cuma

Haccın hikmeti: Allâhü Teâlâ, Hz. Âdem’e (a.s.): “Ey Âdem! Benim için yeryüzünde, gökteki Beytimin hizâsında bir Beyt yap ki melekler Beyt-i Mâmûr’un etrafında tavaf ettikleri gibi, sen ve evlatların da onun etrafında tavaf ederek bana ibâdet ediniz.” buyurdu. Âdem Aleyhisselâm Mekke’ye gidip Beytullâh’ı inşa etti. Sonra Cenâb-ı Hakk’a şöyle yalvardı: “Yâ Rabbi! Şüphesiz her çalışanın bir ücreti vardır, benim de bir ücretim vardır.” Allâhü Teâlâ da: “Evet, vardır. Dile benden ne dilersen.” buyurdu. Hz. Âdem: “Yâ Rabbi! Beni tekrar cennete gönder.” dedi. Allâhü Teâlâ: “Bu, senin için (âhirette) gerçekleşecektir.” buyurdu. Hz. Âdem: “Yâ Rabbi! Ben hatalarımı îtiraf ettiğim gibi, zürriyetimden günahlarını îtiraf edip sana yalvararak bu Beyt’i (Ka’be’yi) tavaf edenleri de affetmeni istiyorum.” dedi. Cenâb-ı Allah: “Ey Âdem! Ben seni affettim. Senin zürriyetinden, bu Beyt’i ziyâret edip günahlarından tevbe edenleri de affettim.” buyurdu. Nûh Tufanı’ndan İbrâhim (a.s.) zamanına kadar Ka’be-i Muazzama’nın yeri belirsiz kaldı. Allâhü Teâlâ, Hz. İbrâhim’e, Ka’be’yi inşâ ve insanları hacca davet etmesini emir buyurdu. İbrâhim (a.s.) “Yâ Rabbi! Buna sesim yetmez.” dedi. Hz. Allah: “Sen davet et, duyurmak bize âittir.” buyurdu. Bunun üzerine Hz. İbrâhim, Makâm-ı İbrâhim’in üzerine çıkıp baktı ve bütün yeryüzünü, dağları, taşları, ovaları, kara ve denizleri, insan ve cinleri hepsini gözü önünde toplanmış gördü. İki parmağını kulaklarına koyarak doğuya, batıya, şimal ve cenûba (kuzey ve güneye) doğru dönerek şöyle seslendi: “Ey insanlar! Beytü’l-Atîk’i (Ka’be’yi) ziyâret etmek sizlere farz kılındı, Rabbinizin dâvetine icâbet edin, gelin.” İbrâhim (a.s.) zamanından günümüze kadar haccetmeye muvaffak olanlar, onun bu dâvetine “Lebbeyk Lebbeyk!” diyenlerdir. Bir kimse o vakit İbrâhim Aleyhisselâm’ın davetine kaç kere “Lebbeyk” diyerek cevap vermişse ona o kadar haccetmek nasib olur. (Lebbeyk: ‘Emrine âmâdeyim’ demektir.)


Bu dürüstlük ve ahlaka ne kadarda muhtacız!
Yabancı bir kumaş tacirinin Osmanlı ülkesine gelerek bir kumaş imalathanesinin mallarını beğenip hepsini almak istedikten sonra, mal sahibinin kumaş toplarını denklerken bir top kumaşı ayırdığını görüp bu hareketinin sebebini sorması üzerine, Osmanlı esnafının "Onu sana veremem, kusurludur" cevabını vermişti.
Yabancı tacirin "Ziyanı yok, önemli değil" demesine rağmen Osmanlı esnafının o kumaş topunu vermemekte direterek: Benim malımın kusurlu olduğunu söyledim biliyorsunuz. Fakat Siz onu kendi memleketinizde satarken, alıcılarınız orada benim bunları bize söylemiş olduğumu bilmeyeceklerdir. Böylece de müşterilerinize kusurlu mal satmış olacağım.
Neticede Osmanlı'nın gururu şeref ve haysiyeti rencide olacak, bizi de hilekar sanacaklardır. Onun için bu sakat topu asla size veremem... diyerek kumaşı vermeyişinin sebebini izah etti.
Ecdadımız milletine ve devletine hatta helal lokmaya bu kadar riayetkar iken o ecdadın torunları ne haldedir. Şimdi nasıl ayağa kalkmamız lazım olduğunu bir kere daha düşünmeli.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder