29 Aralık 2021 Çarşamba

İmam-ı Bûsirî bir gün evine giderken yolda rastladığı güzel yüzlü yaşlı bir zat ona: -Yâ Bûsirî, Bu gece rüyanda Resûlüllah'ı gördün mü? Diye sorar. İmam-ı Bûsirî:


-Hâyır görmedim! Diye cevap verir. Bu konuşmadan sonra O yaşlı zat başka bir şey söylemeden ayrılır. Ne var ki İmam-ı Bûsirî'nin gönlüne, o anda Hazret-i Peygamberin aşk ve muhabbeti düşer. O gece, rüyasında Hazret-i Peygamberi görür ve içinin neşe ve huzurla dolduğunu fark ederek uyanır. Bunun üzerine Peygamber Efendimizi öven ve nice Peygamber âşıklarını sevgi deryasında yıkayan Mudariyye, Hemziyye gibi birçok övgüler yazar. Kasîde-i Bürde'nin 149. Beytinde bunu şöylece dile getirir:
Düşüncemi övgüsüne, yönlendirdiğimden beri,
Başı darda her insana, O Resulü buldum hâmi.
Daha sonraki yıllarda vücudunun yarısı felç olur. Yürüyemez ve hareket edemez duruma düşer. İşte o zaman bu Kasîde-i Bürde'yi yazıp bununla Cenâb-ı Hakk'tan şifâ dilemeye yönelir. Kasîdeyi tamamladığı gece rüyasında Hazret-i Peygamber'i görür. Hz. Peygamber Bûsîrî'den kendisi için yazdığı kasideyi okumasını ister; O
"Yâ Resûlallah! Ben sizin için çok kasideler yazdım, hangisini emredersiniz?" deyince, Hz. Peygamber kasidenin matla' beytini okuyarak bu kasideyi işaret eder. Bûsîrî kasidesini okurken Hz. Peygamber iki yana doğru sallanarak zevkle dinler. Tamamı 161 beyitten ibaret bulunan Kasîdenin 51. Beytinin birinci mısraını
Hakkında ilmin son hükmü; "O da bir insandır ancak,
olarak okuduktan sonra ikinci mısrasını hatırlayamayarak takılır kalır. Bunun üzerine Resûl-ü Ekrem Hazretleri: Oku yâ İmam! Diye buyurur. İmâm-ı Bûsirî: -İkinci mısrayı hatırlayamadım yâ Resûlüllah! der. Bunun üzerine mucize içinde mucize üzere Peygamber Efendimiz:
"Yaratmıştır O'nu Allah, en hayırlı kul olarak"
şeklinde ikinci mısrasını ikmal buyurarak beyti tamamlar. Kasîdenin tamamının okunmasından sonra Resûlüllah mübârek avuçları ile İmâm-ı Bûsirî'nin felçli uzuvlarını ovuşturur. Ne derin muhabbetin eseridir ki, İmâm-ı Bûsirî uyandığı zaman hastalığının zâil olduğunu görüp Allah'a şükreder. O gecenin sabahında sıhhatine kavuşmuş ve sürûr içinde camiye giderken yolda Şeyh Ebu'r- Recâ Hazretlerine rastlar. Ebu'r- Recâ ona:
- Yâ Bûsirî!. Fahr-i Âlem'i övdüğün kasîdeyi getir! der.
İmâm-ı Bûsirî; Resûlüllah Efendimizi övdüğüm kasîdelerim pek çok. Hangisini istiyorsunuz? Diye sorunca, Şeyh Ebu'r- Recâ:
Gönül yakan o hasret mi? Selemdeki komşuları,
Gözünden akan yaşlara, karıştırıyor kanları.
Diye başlayan kasîdeyi istiyorum. Çünkü sen onu Peygamber efendimizin huzurunda okurken işittim ve O'nun çok memnun olduğunu gördüm der. Bu kasideyi daha hiç kimsenin duymadığını zanneden İmâm-ı Bûsirî hayretler içinde kalır.
161 kıt'a dan meydana gelen Kasîde-i Bürde on bölüm üzere dizelenmiştir:
1 -- 12 Hz. Peygamber'e duyulan aşk ve özlem.
13 -- 28 Nefsin kötülüğü ve terbiye edilmesinin gereği.
29 -- 58 Hz. Peygamber'e övgü.
59 -- 71 Hz. Peygamber'in doğumu.
72 -- 87 Hz. Peygamber'in mucizeleri.
88 -- 104 Kur'ân-ı Kerîm'in yücelik ve erdemleri.
105 -- 117 Hz. Peygamber'in Mi'racı.
118 --139 Hz. Peygamber'in Cihadları.
140 --151 Hz. Peygamber'den şefâat dileme.
152 --161 Allah'a yakarış ve dua
Coşkun bir peygamber aşığı olan Bûsîrî'yi şöhretin zirvesine taşıyan bu kasideye kendisi "el-Kevâkibü'd-dürriyye fî medhi hayri'l-beriyye" adını verdiği halde, "Kaside-i Bürde" ismiyle tanınması gördüğü rüyâdan kaynaklanmaktadır. Dünyada en meşhur ve en çok okunan kasideler arasında yer alan bu eser, belli başlı bütün kültür dillerine tercüme edildiği gibi, Afrika, Güneydoğu Asya ve Balkanlardaki mahalli dillere de çevrilmiştir. Çeşitli bölge ve ülkelerde genellikle sünnet, nişan ve düğün merasimlerinde, mübarek gün ve gecelerde, ayrıca haftalık evrad olarak okunmakta, son münacât kısmı ise felçli hastalar üzerine yedi gün süreyle okunup Cenâb-ı Hakk'tan şifa niyaz edilmektedir.
KASÎDE-İ BÜRDE
Sonsuz salât ve selâmlar, eyleriz Mevlâm dâimâ
En hayırlı yarattığın, O mübarek Habîbine


ŞEFÂ'AT YÂ RESÛLALLAH Bâb-ı lutfun uşşâkına küşâde Vuslatın se'âdet yâ Resûlallah Merhamet kıl lutfet dil-i nâşâde Rahmetin selâmet yâ Resûlallah Bir nigehin câna minnet bilirim Kovsan bile hiç utanmam gelirim Ben uğruna cânımı da veririm Aşkıma alâmet yâ Resûlallah Ol ravza-i pâke sürsem yüzümü Hâk-i ıtırnâke sersem özümü Sırr-ı "levlâk"e erdirsem sözümü Sıdkıma delâlet yâ Resûlallah "Rahmeten-lil-âlemîn"sin lâ-cerem Hem "şefîu'l müznibîn"sin kıl kerem Erişmezse himmetin ben neylerem Fakîre inâyet yâ Resûlallah AŞKÎ âzâd kabul etmez kulundur Kulu Hakk'a ileten yol yolundur Mahrûm etme civârında bulundur Umarım şefâat yâ Resûlallah

 


Teheccüd kapısı hücrei saadetin dört girişinden biri olan teheccüd kapısı efendimizin teheccüd namazlarını kılmak için cıktıkları ve teheccüd mihrabına yakın olma hasebi ile teheccüd kapısı denmiştir,hucrei saadetin kuzey kısmına bakan kapının ,üzerinde zümer suresinin 73 ayetini okumaktayız, وَسِيقَ الَّذِينَ اتَّقَوْا رَبَّهُمْ إِلَى الْجَنَّةِ زُمَرًا حَتَّى إِذَا جَاؤُوهَا وَفُتِحَتْ أَبْوَابُهَا وَقَالَ لَهُمْ خَزَنَتُهَا سَلَامٌ عَلَيْكُمْ طِبْتُمْ فَادْخُلُوهَا خَالِدِينَ Vesîkallezînettekav rabbehum ilel cenneti zumerâ(zumeran), hattâ izâ câuhâ ve futihat ebvâbuhâ ve kâle lehum hazenetuhâ selâmun aleykum tıbtum fedhulûhâ hâlidîn(hâlidîne). Rab’lerine karşı takva sahibi olanlar (cehennemi gördükten sonra) zümre zümre cennete sevkedilirler. Oraya (cennete) geldikleri zaman onun (cennetin) kapıları açılır. Ve onun (cennetin) bekçileri, onlara: “Selâmun aleykum, siz temize çıktınız (aklandınız) ve öyleyse ebedi olarak ona (cennete) girin” derler

 


Salavat getirmenin fazileti hakkında İmam-ı Şarani Hazretleri şöyle buyuruyorlar: “-Büyük veli Aliyyül Havass’ın şöyle konuştuğunu duymuştum”: “Allah’tan bir şey isteyeceğiniz zaman,Allah Resulü(s.a.v.)’in adıyla o şeyi isteyiniz ve şöyle dua ediniz”: “Ey Allah’ım! Sevgili Peygamber’in Muhammed Mustafa(s.a.v.) hürmetine senden şunu isterim.” Şeklinde dileğinizi arz ediniz. Çünkü Allah’ın bir meleği vardır ki, bu isteğinizi anında Efendimiz (s.a.v.)’e bildirir ve O’na: “Filanca kişi, şu haceti için senin Allah katında aracı olmanı istemektedir.” der. Hazreti Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in dua ve istekleri Allah Teala tarafından geri çevrilmez

 NEBÎ (S.A.V.) İLE TEVESSÜL

Resûl-i Ekrem (s.a.v.) ile tevessül, ya’nî Resûlullah Efendimiz (s.a.v.)’i Allahü Teâlâ katında vesîle etmek, O’nun yardımını ve şefâatini istemek câizdir. Tevessül, ihtiyâç sâhibinin Allahü Teâlâ’dan, Resûlullah (s.a.v.)’in hürmetine, O’nun Allahü Teâlâ katındaki hürmetine veya O’nun bereketiyle Allahü Teâlâ’dan istemesidir. Bu üç hâlde de tevessül câizdir. Resûlullah (s.a.v.) yaratıldıktan sonra hayatta iken (s.a.v.) ile tevessül yapılabilir. Osman bin Huneyf (r.a.) şöyle rivâyet etti: “Bir a’mâ Resûlullah (s.a.v.)’e gelerek; “Yâ Nebîyyallah! Gözümü kaybettim. Bana duâ et” dedi. O zaman Resûlullah (s.a.v.) o şahsa; “Abdest al, iki rek’at
namaz kıl, sonra; Allahümme innî es’elüke ve eteveccehû
ileyke binebiyyike Muhammedin nebiyyirrahmeti yâ Muhammed! İnnî eteşeffeu bike fî reddi basarî Allahümme” de!” buyurdu. O şahıs buyurulanı yaptı. Allahü Teâlâ, ona gözünün görmesini tekrar ihsân etti. (Tirmizî) Tevessülün ikinci nev’i: Tevessülün, duâ isteme
ma’nâsında olmasıdır. Bu da birkaç hâldedir. Bunlardan birisi, Resûlullah (s.a.v.’in hayâtında olmuştur. Müslümanlar, başlarına herhangi bir sıkıntı geldiği zaman, durumu Resûlullah (s.a.v.)’e arz ederler, ondan yardım isterlerdi. Böyle haberler Buhârî ve Müslim’de mevcuttur. Şöyle anlatılır: “Cum’a günü birisi Mescid-i Nebevî’ ye
girdi. Resûlullah Efendimiz (s.a.v.), ayakta hutbe okuyorlar idi. O zât ayakta olarak Resûlullah (s.a.v.)’e döndü; “Ey Allah (c.c.)’nun Resûlü! Mallarımız, ekinlerimiz helâk oldu. Hiçbir çâremiz de yok. Bize yardım etmesi için Allahü Teâlâya duâ et” dedi. Resûlullah (s.a.v.), mübârek ellerini kaldırdı ve; “Allahım! Bize yardım et.Allahım! Bize yardım et” diye duâ etti. O sırada Resûlullah (s.a.v.)’in arka tarafında, semâda bir bulut ortaya çıktı. Semânın ortasına gelince, dağıldı ve yağmur yağmaya başladı. O sırada
güneş dahî görülmedi”
(İmâm-ı Sübkî, Şifâüs-sikâm fî ziyâreti hayr-il-enâm)


PEYGAMBER (S.A.V.) EFENDİMİZ’İN ŞEFAATLERİ “Benim kabrimi ziyaret eden kişiye şefaatim müstehâk olur.” (Hadîs-i Şerîf) Peygamberimiz (s.a.v)’in ve Allâh (c.c.)’un yanında üstün dereceye ulaşmış kişilerin, kıyamet gününde, mahşerde günahkâr müminlerin affedilmesi ve derecelerinin yükseltilmesi konusunda yüce Allâh’a duâ ve niyazda bulunacaklardır.


Allâh (c.c.) da bu duaları kabul buyuracaktır, işte buna şefaat denir. Ahirette de en büyük şefaati Peygamberimiz (s.a.v.) yapacaktır.
Resûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuşlardır:
“Kıyamet gününde ilk şefaat eden ve şefaati ilk kabul olan benim. Bununla beraber övünmem.”
Resûlullah (s.a.v.)’in şefaatleri beş kısımdır:
1. Makam-ı Mahmud ile bilinen büyük şefaat. Bu şefaat, kıyamet gününün dehşetinin hafifetilmesi ve mahşer halkının kısa zamanda hesap sıkıntısından kurtarılması hakkındaki şefaattir.
2. Günahkâr mü’minleri cehennemden çıkarmak için yapılan
şefaattir. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
“Allâh (c.c.) bana “Ya Muhammed, başını secdeden kaldır ve
ne istersen söyle, sözün dinlenecek, istediğin verilecektir.
Şefaat et, şefaatin kabul olunacaktır” buyuracaktır.
Ben de hemen:
Ya Rab, ümmetim, ümmetim, diye niyazda bulunacağım. Bunun üzerine “haydi git, gönlünde zerre ve hardal tanesi kadar imanı olan müslümânları cehennemden çıkar” denilecek.
Ben de gidip onları çıkaracağım.”
3. Günahkar oldukları için cehenneme müstahak olan
mü’minlere şefaat. Resûlullah (s.a.v.) Efendimiz’in şefaati ile
günahkârlar cehenneme girmekten kurtulacaklardır.
4. Hesaptan kurtulmak için şefaat. Resûlullah (s.a.v.)’in şefaati bereketiyle, bir kısım mü’minler hesaba çekilmek azabından
kurtulacaklardır.
Ebû Üsame (r.a.) rivayetine göre; Resûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuşlardır: “Rabbim bana ümmetimden yetmiş bin insanı ve bunlardan her bin kişiye mukabil yetmiş bin kişiyi de hesap görmeden ve azap çekmeden cennete dahil edeceğini vaad etmiştir.”
5. Derecelerin yükselmesi için şefaat. Yani cennette bulu-
nanlardan bazılarının derecelerinin daha da yükseltilmesi için,
Resûlullah (s.a.v.) şefaat edeceklerdir.
(Mehmed Çağlayan, Ehl-i Sünnet ve Akaidi, 260.s.)

MEDİNELİLERİN İSLAMİYETLE İLK TANIŞMASI

Mekke’de Hacc zamanı gelmiş; pazarlar, tezgâhlar kurulmuştu. Komşu şehirlerden Arab kabîleleri Mekke’ye gelmekteydi. Hz. Peygamber (s.a.v), gelen çeşitli Arab kabîle mensuplarıyla temas kurmaya çalışırken bir ara Medîneli Hazrec kabîlesinden bir grup ile Akabe mevkîinde karşılaştı.

Onlara: “Kimlerdensiniz?” diye sorunca: “Bizler Hazrec kabîlesinden bir grubuz” diye cevap verdiler. Hz. Peygamber (s.a.v.): “Oturmaz mısınız? Size bazı şeyler anlatacağım” dedi. Onlar da “Elbette” diyerek oturdular. Hz. Peygamber (s.a.v) onları Allâh (c.c.)’a imân etmeye ve müslüman olmaya dâvet edip Kur’ân-ı Kerîm’den ayetler okudu.
Medîneliler öteden beri, yahûdîlerle bir anlaşmazlık içine girdiler mi onların; şöyle dediğini duyarlardı: “Yakında bir Peygamber çıkacak ve nerdeyse de çıkmak üzeredir. O’na tabi olup O’nun izinden yürüyeceğiz ve Ad ile İrem kavimleri nasıl öldürüldü ise biz de O’nunla birlikte size karşı savaşıp sizi yok edeceğiz.” Bu sözü hatırlayan ve yahûdîlerden önce hak peygambere biât etmek isteyerek Hz. Peygamber (s.a.v.)’in davetine uydular, O’nu tasdîk ettiler ve kendilerine aktardığı İslam’ın prensiplerini kabul ederek şöyle dediler:
“Biz öyle bir topluluğun içinden geliyoruz ki aralarındaki
düşmanlık ve fitne, hiçbir milletin arasında yoktur. Umarız ki Allâhü Teâlâ senin vâsıtanla onların arasını bulur. Biz gidince onlara teklifte bulunacağız. Senin emrine uymaları çağrısında bulunacağız. Sana, uyacağımıza dair söz verdiğimiz bu dînin icâblarını onlara da aktaracağız. Eğer Allâh (c.c) onları bu dinin etrafında toplayacak olursa senden daha üstün bir kimse bulunmayacaktır.” Sonrada seneye de akabeye geleceklerine dair Hz. Peygamber (s.a.v)’e söz verdiler.
Bunlar altı kişi idiler. Medîne’ye varınca bu olayı halka anlattılar. Hz. Peygamber (s.a.v) hakkında bilgi verdiler ve onları imâna davet ettiler. İslâm dini, bir anda yayılmaya başladı. Öyle ki Medîne’de Hz. Peygamber (s.a.v.)’in adının anılmadığı bir ev kalmadı.
(El-Bidaye, 3.c., 231.s.)

Hurma Çekirdeği Çantamda, cüzdanımda, ceketimin ceplerinde hep hurma çekirdekleri… Bir gece yastık altından da bu kuru, odunsu, sert cisim çıkınca artık dayanamadım ve gecenin geç saati demeden annemin odasına daldım.


Ne zaman bu küçük odaya girsem ruhen rahatladığımı hissederim. Babamın vefatından sonra annem bu küçük odaya taşınmış, inzivaya çekilen dervişler gibi kendini buraya hapsetmişti. Vaktinin büyük kısmını ibadet ederek, namaz kılarak, kuran okuyarak geçirirdi. Odanın duvarları Kâbe ve Mescid-i Nebevi’nin fotoğraflarıyla süslüydü.
Annem kalorifer dibine serdiği yer yatağında bir cenin gibi kıvrılmış uyuyordu. Aslında uyanmıştı çünkü evin içindeki en ufak seslere dahi kulak kabartan annem, gecenin bu geç vakti kapısına dayanan birine duyarsız kalamazdı. Düşündüğüm gibi yatağında doğrulup oturdu.
“anne bu da neyin nesi, eşyalarıma bu odun parçalarını koymak zorunda mısın?” dedim sinirli bir şekilde.
Avucumdaki çekirdeğe mahmurlu gözlerle bakan annem o kadife gibi yumuşak sesiyle:
“peygamber efendimiz yermiş evladım, mübarek meyvenin çekirdeğidir, görünmez kazadan beladan korur seni hem evin betini bereketini artırır” dedi.
Onun bu sâfiyâne sözleri yüreğimi yumuşattı. Ona göre peygamberin yaptığı her şey kutsaldı. Mübarek ayaklarıyla bastığı kızgın kumlar kutsaldı. Bindiği kızıl tüylü deve kutsaldı, yediği hurmanın çekirdekleri kutsaldı, ama eğer peygamber bugün yaşasa deveye değil uçağa bineceğini, yolculuklarını deveyle değil arabayla yapacağını ve hurma çekirdeklerini oraya buraya tıkıştırmayacağını söylemedim, çünkü onun kalbinin peygamber sevgisiyle dopdolu olduğunu biliyordum. Hem söylesem ne değişecekti ki? O tüm bunları tevekkülle dinleyecek ama yine bildiğini okumaktan vazgeçmeyecek ve ceplerimde, cüzdanımda perşembe pazarından alınan İran, Tunus mahsulü hurma çekirdekleri ya da hac dönüşü hediye babından bırakılan Medine, Mekke hurma çekirdekleri dolaşmaya devam edecekti.
Bugün içimi közler gibi yakan duygu onu mübarek topraklara gönderememiş olmamdır. O zamanlar biraz birikmiş paramız vardı, ama annem bu para benim değil senindir, senin düğün parandır ve ben ölünce bu paraya çok ihtiyacın olacak demiş ve paraya dokunmamıştı.
Annemin ölümü de yaşadığı hayat gibi sessiz bir şekilde oldu. Bir sabah onu yer yatağında son nefesini vermiş olarak buldum. Odasının kapısını açtığımda ilk defa kapı sesine kulak verip yatağında doğrulmamış, o güzelim gözleriyle bana bakmamış ve o yüreğimi incelten kadife gibi yumuşak, ince sesiyle bana evladım dememişti.
Vasiyeti üzerine köy mezarlığında babamın yanına defnettik. Cenaze merasimi tıpkı yaşadığı hayat gibi tıpkı ölümü gibi sessiz, sade ve gösterişsiz oldu.
İnsanlar dağılınca mezarı başında bir tek ben kaldım. İşte yine başbaşa idik. Mezarın başına oturdum. Ellerimle ıslak, nemli toprağa dokundum. Avuçlarımdaki bir tutam toprağın kokusunu doyasıya içime çektim ve yanaklarımdan süzülen gözyaşlarıma hâkim olamayıp doyasıya ağladım. Tâ ki cebimde sert bir cisim hissedinceye kadar; hurma çekirdeği… Cebimdeki hurma çekirdeğini elime aldım ve gözyaşlarımı silerek zoraki gülümsedim; “İlahi anne, en hüzünlü anımda güldürdün ya beni, Allah da seni ebedi hayatta güldürsün” diyerek hurma çekirdeğini toprağa gömdüm.
İnsanlar atalarından kalan eşyalara sahip çıkmak isterler, bense bunun tam tersini düşünüyordum. Elimde ne varsa geçmişten kalan, biran önce elden çıkarmak istiyordum. Bu düşünceyle ata yadigârı evi satılığa çıkardım. Benim için çok büyüktü hem kendime küçük bir ev satın almak istiyordum. Aslında bu evi satmakla geçmişten; yani hatıra ve anılardan kurtulmak, bir bebek gibi yepyeni bir hayata doğmak istiyordum. Bu yeni hayatta dogmalar, batıl inançlar olmayacaktı. Başlayacağım yeni hayatta insan beynine ket vuran sakat düşünceler olmayacaktı. Çocukluğumun geçtiği bu evi satıp, bu mahalleyi terk ettikten yıllar sonra bile geçmişten hiçbir zaman kurtulamadığımı anladım. Hafızama kazınan, yüreğime işleyen geçmişin bu değerleri bir gölge gibi beni takip ediyordu, ben o gölgeyi göremiyor ama varlığını içten içe hissediyordum.
Mutat olarak yaptığım müşteri ziyaretleri yolumu yıllar sonra köyüme düşürdü. Uğradığım ilk yer ise mezarlıktı. Annemin mezarı başındaki ağacı görünce şok olmadım değil hani. Bir hurma ağacıydı ve ağaç itaatkâr bir hizmetkâr gibi mezarın üzerine eğilmişti.
“topraklarımız mümbit ve bereketlidir. Kuru dal parçasını diksen, yeşerip meyveye durduğunu görürsün” derdi annem.
Mevsim olarak tipik Akdeniz ikliminin hüküm sürdüğü bölgeydi burası; yazlar sıcak ve kurak, kışlar ılık ve yağışlı. Hurma ağacının bir zamanlar bu coğrafyada yetiştirildiğini hatta ticaretin yapıldığını duymuştum ama ağacına hiç rastlamamıştım. İşte benim diktiğim çekirdek bir ağaca dönüşmüş ve dallarında hurmalar salkım salkımdı. Dalından bir hurma kopardım ne kadar da iriydi. Tadına baktım ne kadar da lezizdi. O güne kadar tattığım hurmaların en lezizi diyebilirim. Parmaklarımla tuttuğum çekirdeğin üzerindeki gözeneklere, noktacıklara, kıvrımlara bakarken annemin sözleri aklıma geldi.
“bak evladım demişti annem bu hurma çekirdeğinin ortasında bir nokta, bu noktadan aşağıya doğru uzanan kuyruğu vardır. İşte bu Arapçada mim harfidir ve mim harfi Efendiler efendisini temsil eder.”
Gerçekten çekirdeğin ortasında bir nokta ve aşağı doğru uzanan bir kuyruğu vardı ama ben bu şekilleri bir şeye benzetemedim. Daha doğrusu herkes çekirdekte görmek istediği görüyordu. Her nedense çekirdeği atmayarak cüzdanımın bir köşesine yerleştirdim.
Bugün kız arkadaşımla buluşacağım. İki senedir çıkıyoruz ve artık evlenmeye karar verdik. Sabah erkenden kalktım. Banyo ve tıraştan sonra kendime nefis bir kahvaltı hazırladım. Dvd playere koyduğum klip eşliğinde kahvaltımı yaptım. Dışarıda ılık bir bahar günü bana tebessüm ediyordu. Çiçekçiden bir buket yaptırdım.
Buluşacağımız kafeterya yürüyerek on beş dakikalık mesafedeydi. Caddede yürürken kalabalığın arttığını gördüm. Önce bir polis arabası sonra iki, üç derken panzerler ve robocoplar… İleride yol kapalıydı. Yol girişine emniyet şeridi çelikmiş, motorlu Yunus ekipleri insanları olay mahallinden uzaklaştırmaya çalışıyordu. ”Bir kaza mı?” diye sordum yanımdaki adama. ”Terör hücre evi bulmuşlar” dedi adam benimle göz teması kurmadan. İçinde yaşadığım şehrin bir hesaplaşma, kamplaşma alanına dönüşmesi ne kötü…
Az sonra megafondan anons yükseldi: “Etrafınız sarıldı, teslim olun.” Saatime baktım, kahretsin böyle güzel günümü hiç kimse mahvedemez diyerek yan yola sapmıştım ki silahlar patladı, silah sesleri cadde boyunca yankılandı ve ben bana isabet eden kurşunla yere yığıldım. Elimdeki çiçekler asfalt üzerine saçılırken başım kaldırıma çarptı.
Asfalt üzerinde bilincim ve gözlerim açık bir vaziyette yatıyorum. Güneş gökyüzünde pırıl pırıl parlıyor ve gökyüzü tüm berraklığıyla bana tebessüm ediyor. İki serçe su birikintisinde yıkanıyor, parktaki akasya ağaçlarının dalları arasında sığırcık sürüsü, ağacın koyu gölgesi altında iki ihtiyar sohbet ediyor, bir polis bağırıyor, bir çocuk ağlıyor, bir ambulans, beyaz önlüklü insanlar.. bense tüm bunları tıpkı sessiz sinemalardaki gibi seyrediyorum ve gözlerim kapanıyor.
Bir dakika ya da daha az süre öyle kalıyor, öldüğümü düşünürken dış dünyanın sesleri tekrar kulaklarımda uğuldadı. Siren sesleriyle gözlerimi tekrar açıyorum. Çabuk çabuk olun dedi sağlık görevlisi elinde sağlık seti olduğu halde. Peşinden de iki görevli sedyeyi süratle ambulanstan indirdiler. Açılın, açılın dedi bir polis başıma toplanan kalabalığı dağıtarak. Yerde ilk müdahale yapılırken ellerimle kalbimin üzerindeki kurşun deliğinı sıkıca bastırıyorum. Mermi, ceketimi, gömleğimi delip geçmiş cüzdanım, kimliğim, kredi kartlarım ve ehliyetim paramparça olmuş ama kurşun çekirdeği tam da hurma çekirdeğinin ortasındaki o noktacık üzerinde takılıp kalmıştı.
Ölüm ile hayat arasına giren o kuru, odunsu, sert cisim...
Geçmiş peşimi hiçbir zaman bırakmadı demiştim ya, hatıralar ve anılardan hiçbir zaman soyutlanamadığımı geçte olsa anladım. O mucizevî olayı bir işaret kabul ederek ata yadigârı evi değerinin iki mislini ödeyerek geri satın aldım. İçini de bir güzel tamirattan geçirdim. Küçük Odayı tıpkı annemin döşediği gibi döşedim ne eksiz ne de fazla. Yatağımı kalorifer yanına serdim. İhtiyaçlarım hariç odadan pek nadir çıkıyorum. Kızımın deyimiyle tam bir keşiş hayatı yaşıyormuşum. Kızım bana eşimin tek yadigârı. Şimdi bu evde onunla birlikte yaşıyor ve haberi olmadan çantasına, ceplerine hurma çekirdekleri koyuyorum. Ve onun bir gece yarısı ansızın kapıma dayanmasını bekliyorum. Gecenin bir yarısı sinirlenerek elinde kuru, odunsu cisim olduğu halde kapıma dayansın ve bütün bunlar da neyin nesi oluyor baba diye sorsun. İşte o zaman ben de yatağımda doğrularak onu yanıma çağırayım ipek saçlarından okşayarak tüm hikâyeyi baştan sona anlatayım ve yastığımın altında sakladığım ortasında mermi çekirdeği olan o kuru hurma çekirdeğini ona hediye edeyim......
Alıntıdır

"Cuma günü bana çok salevât getirin! Zira o gün, meleklerin hazır ve şâhid olduğu bir gündür.O gün bir kişi bana salât ettiğinde onun salâtı mutlakâ bana arz edilir. Salevât getirmeyi bırakıncaya kadar bu durum böyle devam eder." Hayırlı cumalar

Peygamber (s.a.v)'in halalarının, Safiyye binti Abdul Muttalib'in ve kız kardeşi Atike (رضي الله عنهم) istirahatgahlari Medine'de Cennetül Baki mezarlığının girişinin sol tarafına defne edilmişlerdir.

 








ASHÂB (R.A.E.)’İN FAZÎLETİ
Allâhü Te‘âlâ buyuruyor ki; “Îmân edip de Allâh yolunda hicret ve cihâd edenler, (muhacirleri) arındıran ve yardım edenler var ya, işte gerçek müminler onlardır. Onlar için mağfiret ve bol rızık vardır. Sonradan imân eden ve hicret edip de sizinle beraber cihâd edenler de sizdendir. Allâh’ın kitabına göre yakın akrabalar birbirlerine vâris olmaya daha uygundur. Şüphesiz ki Allâh her şeyi bilendir.” (Enfal s. 74-75) Bu âyetler, bütün sahabeleri kapsamakta ve onların îmân ve cihâd için birbirlerine dost olduklarını beyân etmektedir. Nitekim muhacirler, ensâr ve fetihten sonra Müslüman olup cihâd edenler bir arada sayılmıştır. İbn Kesir (r.âleyh) bu ayetlerin tefsirinde der ki; “Allâhü Te‘âlâ, mü’minlerin dünyadaki hükmünü zikrettikten sonra, âhirette onlar için neler olacağını da zikretmiş ve daha önce sûrenin başında geçtiği gibi onlarda gerçek imân bulunduğunu haber vermiştir.
Allâhü Te‘âlâ onları bağışlama ile ve şayet olmuşsa günâhlarından vazgeçme ile mükâfatlandıracağını, onlara güzel, bol, temiz, şerefli, devamlı, ebediyen kesilmeyecek, sona ermeyecek, güzelliği ve çeşitli olmasından usanılmayacak rızıklar bahşedeceğini haber vermektedir. Sonra Allâhü Te‘âlâ, dünyada iken onların üzerinde bulundukları imân ve sâlih amellerde kendilerine tâbi olanların, âhirette de onlarla birlikte olacağını haber vermektedir.”
İmran Bin Husayn (r.a.)’in rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte Resûlullâh (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: “Ümmetimin en hayırlıları asrımdakilerdir. Sonra onların ardından gelenler, sonra onların ardından gelenlerdir...” (Buhârî)
(İbnu Hacer el-Askalânî, el-İsabe (Seçkin Sahabeler)

Allah Rasulü (s.a.v.)’in Selam Gönderdiği Paşa Kimdi? Allah Rasulü’nü (s.a.v.) en iyi tanıyan sahabinin ve onların arkasından gelen ilim ve irfan sahiplerinin O’na çok engin bir saygı ve sevgi gösterdiklerini ve Efendimize salâvat getirmeyi bir vazife olarak kabul ettiklerini görüyoruz.


Peygamber Efendimiz bizim baş tacımız. O’na çok şey borçluyuz. Bu borçluluğun bir ifadesi olarak Efendimizi her zaman hayırla yâd etmek ve “Allâhümme salli alâ seyyidinâ Muhammed’in ve alâ âli seyyidinâ Muhammed” diyerek O’na salât-ü selam getirmek her Müslüman için ihmal edilmemesi gerekli olan mühim bir vazife.
Salât-ü selâm’ın Peygamberimize ve bize olmak üzere iki yönü var: Salavat, Allah’ın, peygamberinin kendi katındaki değerini artırması için bir dua mahiyetinde. Bu vesileyle bizim dualarımızla Efendimizin mertebesi devamlı olarak yükseliyor. Burada hemen şunu ifade edelim ki, Allah Rasûlü’ne (s.a.s.) yapılan salât-ü selam, onun aslında salâta olan ihtiyacından dolayı değildir. Bu, ancak O’na duyulan saygı, sevgi ve hürmeti ifade etmek içindir.
Salâvatın mü’minlere bakan yönü de kulu Allah’a yakınlaştıran vesilelerden birisi olması. Nebiler Serveri’ne (s.a.s) bol bol salâvat getiren bir kul, Efendimize, dolayısıyla da Allah’a yaklaşmış olur. Sözün burasında şanlı tarihimizde yaşanmış bir örneği sizinle paylaşmak istiyorum:
ALİ PAŞA’YA SELAMIMI SÖYLE!
III. Osman’ın vezirlerinden Hekimoğlu Ali Paşa oldukça başarılı, zeki ve dindar bir kimseydi. Ali Paşa’nın vezirliği sırasında şehrin bir tüccarı iflas etmiş, üstelik çevresine de oldukça borçlanmıştı. Çaresiz adam hangi kapıya gitse kapı yüzüne kapanmıştı.
Bir gece ibadet için yatağından kalktı. Teheccüd namazına müteakip Peygamber Efendimizi (s.a.s.) anmaya, O’na salâvatlar getirmeye başladı ve Efendimizden yardım istedi. Neden sonra uykuya daldı. Rüyasında Fahri Kâinat Efendimizi gördü. Efendimiz ile arasında şu diyalog yaşandı:
- Ali Paşa’ya git selamımı söyle, sana yüz altın versin.
- Ya Rasulallah, söylerim ama bana ya inanmazsa!
- O, her gün yüz salâvat getirirdi. Ancak bu perşembe getirmeyi unuttu. Bu onun karşılığı dersin.
NİÇİN YEDİ YÜZ ALTIN VERDİ?
Adam sabah uyandığında rüyasında Rasulullah’ı görmenin sevinci ve Efendimizin söylediklerinin şaşkınlığını yaşıyordu. Hemen hazırlanıp saraya giderek Ali Paşa’yı buldu ve rüyasını anlattı. Ali Paşa gelen kişiye ihtiyatla yaklaştı:
- Ben bunun böyle olduğuna nasıl inanayım, niçin Efendimiz benim rüyama girip altın vermemi bana emretmiyor da senin rüyana giriyor? Adam hemen söze atıldı:
- Paşam, ben sizin bana itimat etmeme ihtimalinizi Efendimize bildirdim. Efendimiz de sizin O’na her gün yüz salâvat getirdiğinizi ancak geçen perşembe unuttuğunuzu bunun ona karşılık olduğunu söylememi bildirdi.
Ali Paşa biraz duraksadı ve perşembe günü gerçekten de salâvat virdini ihmal ettiğini hatırlayınca, “Efendimiz sana ne söylediyse aynen söyler misin” dedi. Adam, “Ali Paşa’ya selamımı söyle sana yüz altın versin” dedi.
Ali Paşa tekrar sordu ve adam tekrar söyledi. Bu hal tam yedi kez gerçekleşince adam, vezirin kendisiyle eğlendiğini düşünüp geri dönmüş gidiyordu ki Ali Paşa kesesini çıkarıp adama yedi kez söylemesine karşılık yedi yüz altın verdi ve şöyle dedi:
- İstedim ki Efendimizin selamını bir kez daha duyayım, sen söyledikçe doyamadım ve bir kez daha duymak istedim...
SÖZÜN ÖZÜ
1) Salâvat, Peygamber Efendimizle irtibata geçmenin adıdır.
2) Adı anıldığında Efendimize salâvat getirmek bir müminlik borcudur.
3) Salâvat bizi Rabbimize yakınlaştıran bir vesiledir.

Hz.Fâtıma’nın nikâhının kıyıldığı günle ilgili… Gözyaşları Yanaklarından Süzülüyordu. Nikâh merasimi tamamlanmıştı. Bir tabak taze hurma ve Bilâl’in dağıttığı şerbet ikramından sonra davetli ashabın şahitlik ederek dualarda bulunduğu cemiyet sona erdiğinde, Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.) Hz. Ali ile nikâhlarının kıyıldığını, ciğerpâresi Hz.Fâtıma’ya haber verdi. Bu esnada gözyaşları yanaklarından süzülerek sakalını ıslatıyordu. Hz. Fatıma dayanamadı, sordu: -Babacığım! Niçin ağlıyorsun, neden böyle hüzünlüsün?


Şefkat dolu yüreğiyle ve ipekten yumuşak sesiyle, hüznün eşlik ettiği sözlerle şöyle cevap verdi Nebiyy-i Ekrem:
-Kızım! Doğrusu ağlayışım senin için… Çünkü sen de benim gibi annenden mahrum kaldın. Keşke Hatice de sağ olsaydı. Sevincimizi paylaşsa, çeyizlerini kendi elleriyle yapsaydı… İşte bunun için ağlıyorum.
Bu tablo sıradan bir düğün tablosu değildi...
Bu tablo, bir babanın yetiştirdiği evladını gelin ederken ağlamasının da “erkekliğe yakışacağını” ortaya koyan bir tabloydu.
Yine bu tablo şefkatin, vefânın ve hüznün kendisine en çok yakıştığı Kâinatın Efendisi’nin, kız evladına sahip tüm babalara sunduğu en güzel örnek tabloydu…


EHL-İ SÜNNET'TEN OLMANIN ÖNEMLİ BİR ŞARTI Bazı kimseler Ehl-i Sünnet’ten oldukları halde, okudukları asılsız ve gerçek dışı hikayelerle dolu, bazı tutucu yazarların tarih ve hikaye kitaplarını okuyarak, Ashab-ı Kiram ve Ehl-i Sünnet’in seçkin şahsiyetleri hakkındaki maksatlı yalan ve iftiraları gerçek sanarak, Allah (c.c.)’nun ve Resûlü (s.a.v.)’in sevgisine ve övgüsüne mazhar olmuş Hz. Osman (r.a.)’a, Hz. Muaviye (r.a.)’a ve Hz. Amr Bin As (r.a.)’a dil uzatmakta ve bunu da ehli beyt sevgisine dair bir ibadet sanmaktadırlar.


Sınırlı bilgi ve bozuk zihniyetlerine göre hareket eden bu kimseler zannediyorlar ki başta İmam Ebu Hanife (r.a.), İmam Malik (r.a.), İmam Şafii (r.a.), İmam Ahmed bin Hanbel (r.a.) gibi, onlara muasır ve onlardan sonra gelen bütün müctehidler, fakihler, muhaddisler, müfessirler, mutasavvuflar, tarihçiler ve bu ümmetin diğer alim ve salihleri gerçeği görmemişlerde, raşid halifeler ve ashabı kiram arasındaki fazilet sıralamasında taassuba kapılarak, veya şahsi düşüncelerine dayanarak Ehl-i Sünnetçe bilinen sıralamayı yapmışlar. (Ashâbın en fazîletlisi Hz. Ebûbekir (r.a.), sonra Hz. Ömer (r.a.) sonra Hz. Osman (r.a.) ve sonra Hz. Ali (r.a.)’dır.) Her biri İslam dininin temel taşları sayılan mukaddes bildiğimiz bütün mefhumları bize öğreten bu zâtlara karşı kötü zanna sahip olan kimse, zaten Ehl-i Sünnet değildir.
Çünkü Ehl-i Sünnet olmanın başlıca şartlarından biri de, Ashabı Kiram’a (r.a.e.), müctehid imamlara ve onların yolundan giden alimlere hüsnü zanna ve engin bir sevgiye sahip olmaktır. “Ey Rabbimiz, bizi ve iman ile bizden evvel geçmiş olan kardeşlerimizi bağışla, îman etmiş olanlar için kalplerimizde bir kin bırakma. Ey Rabbimiz muhakkak ki sen raufsun -çok şefkatlisin, rahimsin- çok merhametlisin.” (Haşr, 10)
(Mehmed Çağlayan, Ehl-i Sünnet ve Akâidi, 11-297)


RESÛLULLÂH (S.A.V.)’İN ÜMMETİ O (s.a.v.)’in Ümmeti, bütün ümmetlerin en fazîletlisidir. “Siz insanlar için (insanlığın fâidesi için gaybdan yâhut Levh-i Mahfuz’dan seçilip) çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz.” (Âl-i İmrân s. 110) buyurulmuştur. Ümmet-i Muhammed (s.a.v.) iftihâr hil‘atı ile teşrîflendirildi ve Peygamberlerin varisleri kılındı ve şerîat hükümlerini çıkarmada onlara ictihâd rütbesi verildi ki, bu reylerinin gerekli kıldığı kararlarla hükmederler. Bu ümmet zamanına kalan Peygamberlerden Hz. Îsâ ve Hızır (a.s.)’lar, bir şeye hükmetseler Hz. Muhammed (s.a.v.)’in şerîatıyla hükmederler.


Hâkim Tirmizî, Hâtemü’l-Enbiyâ adlı kitabında ve Ankâ-i Mağrib sâhibi ile Mevlânâ Sâdeddîn ve Taftazâni bazı eserlerinde şöyle bildirmişlerdir. Eğer sorulsa ki, Hz. Peygamber (s.a.v.)’in, “Gerçekten, size adâletle hükmedecek Meryem oğlu Îsâ (a.s.)’ın inişi yaklaştı. İner inmez haçları kıracak, domuzları öldürecektir. Kitab ehli olan kâfirlerden cizye (vergi) kabul etmez. Ya İslâm’a gelirler yoksa kılıçtan geçirilirler” diye buyurduğu yazılıdır. Bunda şerîatın hükümlerine aykırılık vardır. Çünkü kitabı olan kâfirler, cizye verirlerse kabul etmek vâcibtir ve öldürülmeleri câiz değildir. Böyle olduğuna göre Îsâ (a.s.)’ın Hz. Muhammed (s.a.v.)’in şerîatıyla hüküm edeceği nasıl söylenebilir. Bunun cevâbı şudur:
Resûlullâh (s.a.v.)’in şerîatıyla hükmedeceği kesindir. Kitâbı olan kâfirlerden cizye alınması hükmü kıyâmete kadar devam eden hükümlerden değildir. Belki Îsâ (a.s.)’ın inişine kadar devam eder ve o geldikten sonra bu hükmün kalkacağını Hz. Peygamber (s.a.v.) bildirecektir. Kaldıran Hz. Îsâ (a.s.) değildir. Kalkışını bildiren Hz. Peygamber (s.a.v.)’dir. Buna göre Îsâ (a.s.)’ın cizye kabul etmediği yine Peygamberimiz (s.a.v.)’in şerîatının gereğidir. İmâm Nevevî, Şerh-u Müslim’de buna işaret etmiştir.
İbn Battal diyor ki, zamanımızda cizyenin kabul olunması ve o zaman cizyenin kabul olunmamasının sebebi, şimdi mala ihtiyaç vardır. Fakat Îsâ (a.s.) indiği zaman mal o kadar çok ve değersiz olacaktır ki onu kimse almayacak. Onun için ya İslâm olacaklar ya da öldürüleceklerdir.
(İmâm-ı Kastalânî, İlâhî Rahmet Hz. Muhammed (s.a.v.), 521.s.)

RESÛLULLÂH (S.A.V.) BÜTÜN PEYGAMBERLERİN PEYGAMBERİDİR Ammad bin Kesîr (r.âleyh), tefsirinde der ki: “İmâm-ı Ali ve İbn-i Abbâs (r.a.e.)’den rivâyet olunmuştur ki: “Hâkk Te‘âlâ, gönderdiği peygamberlerin hepsinden ahd (söz) almıştır ki: “Onlar hayatta iken Resûlullâh (s.a.v) gönderilecek olursa ona imân getirsin ve yardım etsinler. Ümmetlerinden de Resûlullâh (s.a.v.)’e îmân getirip yardım eylemek üzere söz alsınlar.” Bâzı âlimlerden rivâyet edilmiştir ki, Hâkk Te‘âlâ, Resûlullâh (s.a.v.)’in şerefli nurunu yarattığı zaman emreyledi ki, diğer peygamberlerin nurlarına nazar etsin. Bakınca onların hepsini kapladı. Peygamber (s.a.v.)’in nûru bütün nebilerin nurlarını kaplayınca onlar: “Ey Rabbim! Bu kimdir ki, onun nûru bizi kapladı?” dediler. Allâhü Te‘âlâ cevâb verip: “Bu nur, sevgilimin nurudur. Eğer siz ona îman getirirseniz sizi peygamber ederim” diye buyurdu. Onlar da: “Amenna bihi ve bi-nübüvvetihî (O’na ve O’nun peygamberliğine inandık)” diye Resûlullâh (s.a.v.) Efendimiz’e imân getirdiler. Allâhü Te‘âlâ: “Ben şâhid olayım mı?” diye buyurdu. Onlar da: “Evet” dediler. İşte Allâhü Te‘âlâ şu âyet-i kerîmede bu kıssaya işâret buyurmuştur: “Allâh, peygamberlerden o zaman şöyle söz almıştı: “Bakın, size kitap ve hikmet verdim. Daha sonra, size verilmiş bulunan kitap ve hikmeti tasdik edici bir peygamber geldiğinde, ona mutlaka inanacak ve yardım edeceksiniz!” (Al-i İmran s. 81) Bu âyet-i kerîmede Resûlullâh (s.a.v.) Efendimiz’in şerefli şânı en üstün derecede yüceltildikten başka şuna da işaret var ki, eğer diğer nebilerin zamanlarında gönderilmesi takdir olunsaydı onlara da resûl olurdu. Bu takdirde: “Ben, insan nev’inin bütün ferdlerine peygamber gönderildim” hadîs-i şerîfinden murad, kendisinden önce olsun, sonra olsun, dünyaya ne kadar beşer nüfusu geldi ise hepsine peygamber olmaktır. (İmâm Kastalânî, Mevâhib-i Ledünniyye, c.1, s.27-28)

 




Her bir Medineli bu muhteşem ve yüce insanı ağırlamanın iştiyakı içinde çırpınıyordu. Ensar, Resûlüllah’ı (sas) evlerinde misafir etmek ve ağırlamak için birbiriyle âdeta yarış hâlindeydi. Çünkü daha evvel Akabe’de elini tutmuş, O’nu (sas) muhafaza edeceklerine dair söz vermişlerdi. Hicret emriyle yurdundan ayrılan, kâinatın yüzü suyu hürmetine yaratıldığı âlemlere rahmet Yüce Peygamber (sas), kendisine biat edip söz veren Medinelilerin yurdunu şereflendirmişti.


Resûlallah (sas), Miraç Gecesi arş üstüne çıkan kademini acaba hangi evin eşiğine basacaktı? Her geçtiği mahalde insanlar önüne çıkıyor, yularından tutarak deveyi çevirmeye çalışıyor; “Bize teşrif buyur Yâ Resûlallah. İşte canlarımız, işte mallarımız emrine âmâdedir. Bizim malımız çok, çocuklarımız kuvvetli, sözümüz geçer. Bize misafir ol, seni biz koruyalım.” diyorlardı. Hazreti Peygamber (sas), bir tercih yaparak onları gücendirmemek için devesinin çökeceği yere en yakın eve misafir olacağını söyledi. Resûlüllah (sas), devesinin yularını dâhiyane bir düşünceyle serbest bıraktı ve kendisini ilâhî emre âmâde kıldı. Allah Resûlü’nden (sas) hep aynı söz sadır oluyordu: “Deveyi bırakın. O emredilmiştir.” Devenin önce bir yere çöktüğü, buradan hemen kalkıp biraz ileride tekrar çöktüğü görüldü. Beklenen dakikaların heyecanıyla tüm nefeslerin tutulduğu esnada, Allah-u Alem Cebrail’in çektiği Kusva adlı deve, Halid bin Zeyd’in evinin önüne çöktü.
Peygamber Efendimiz’in (sas) devesinin çöktüğü yer, bugün Mescid-i Şeriflerinin bulunduğu, o gün ise Neccaroğullarından iki yetime ait olan arsaydı. Allah Resûlü (sas), buraya akrabalarından en yakın kimin evinin olduğunu sordu. Devenin çöktüğü arsa, bizlerin Eyüp Sultan diye bildiği Halid bin Zeyd Ebû Eyyûb el-Ensâri’ye ait evin önündeydi. Efendimiz (sas), mescid ve hane-i saadetleri yapılıncaya kadar misafir kalacakları evi herkesi memnun edecek bir metotla belirledi. İşte o günden sonra sadece Medine’nin değil, Arabistan’ın ve dünyanın da kaderini değiştirecek tarih yazılmaya başlandı. Öncelikle Peygamberimiz (sas) tarafından Ensar ile Muhacir arasında muâhât yani kardeşlik bağı kuruldu. Resûlüllah (sas), Ensar’dan Ebû Eyyûb el-Ensâri Hazretleri ile Mekkeli muhacirlerden Mus’ab b.Umeyr’i kardeş yaptı.
Rivayetlere göre; Ebû Eyyûb el-Ensâri’nin evi aslında Peygamber Efendimiz’e (sas) aitti. Şöyle ki: Hicretten asırlar önce Yemen meliklerinden Tübbâ, ordusuyla sefere çıkmıştı. O zamanki ismi Yesrib olan Medine-i Münevvere’den geçerken, yanındaki âlimler, Mekke’den İsmailoğlulları’na mensup bir peygamberin çıkacağını, daha sonra bu şehre gelip yerleşeceğini haber verdiler. Aynı dönemde Medine’deki Yahudi âlimler de yakında bir peygamberin zuhur edeceğini ifade ediyorlardı. Âlimlerin sözleri, Melik Tübbâ’nın gönlünde Ahirzaman Nebisi’ne karşı büyük bir muhabbet uyandırdı. Ahirzaman peygamberi olarak gelecek o zâta yetişebilmek için çok yalvardı ve: “Ömrüm yetişseydi ona ya halife olurdum veya onunla akraba olurdum.” dedi. Demek ki Kitab-ı Mukaddes’te hem Hazreti Ebû Bekir’in hem de Hazreti Ali’nin evsafı vardı. Bu Yemen meliki onlardan biri olmayı can-ı gönülden istedi.
Melik Tübbâ, kendisini irşad eden âlimleri bu şehirde yerleştirdi. Şanlı Peygamber hicret ettiği zaman ikamet buyursun diye bir de ev yaptırdı ve: “Ahirzaman Nebisi’ne vakıftır.” dedi. Ayrıca O’na (sas) teslim edilmek üzere bir mektup yazıp mühürletti ve nesilden nesile vasiyet edilerek ulaştırılmasını istedi. İşte Resûlüllah’ın (sas) devesinin yakınına çöktüğü ve zamanla Ebû Eyyûb’a kalan ev, Melik Tübbâ’nın yaptırdığı bu ev idi. Hicretten sonra Efendimiz (sas), kendi mübarek haneleri inşa edilinceye kadar işte bu evi şereflendirdi.
Hicreti müteakip Fahr-i Âlem Efendimiz’e (sas) takdim edilen melikinin mektubunda ise şunlar yazmaktadır: “Melik-i Tübbâ Ümeyr bin Dürû’dan Allah’ın Resûlü ve nebisi olan Muhammed bin Abdullah’a. Emmâ ba’dü, ben sana, senin ve her şeyin Rabbine, İslâm ve iman şeriati hususunda Rabb’inden sana gelene iman ettim. Ve dedim ki; eğer sana erişirsem ne mutlu. Erişemezsem kıyamet gününde bana şefaatçi ol, beni unutma. Zira ben senin evvel ümmetindenim. Daha gelmeden, Allah, peygamber olarak göndermezden önce Sana biat ettim. Senin ve İbrahim Aleyihsselâm’ın milleti üzereyim.” Mektup okunduktan sonra Resûlüllah Aleyhisselâm, üç kere “Merhaba salih bir kardeş olan Tübbâ.” buyurdular.
Allah Resûlü (sas), evine yerleştiğinden dolayı Ebû Eyyûb, Mihmandar-ı Nebi unvanıyla anıldı. Yaratılmışların en hayırlısı olan iki cihan serveri, Mescid-i Nebi ve hane-i saadetleri yapılana kadar kutlu insan Halid bin Zeyd’in evinde yedi ay misafir kaldı. Bu ev İslâmiyet’in öğretildiği bir mektep durumundaydı. Hazreti Peygamber (sas) fakir fukaraya burada yemek verir, kendisine takdim edilen hediyeleri de yine bu evde fakirlere dağıtırdı. Ev sahiplerine her vesile ile dua eder; bolluk, huzur ve afiyete kavuşmalarını dilerdi. Böylece Ebû Eyyûb el-Ensâri, kendinden başka hiçbir Müslüman’ın ulaşamadığı mihmandarlık mertebesine yükseldi ve seçkin sahabeler arasında muallâ yerini aldı.
Peygamber Efendimiz (sas), bütün ısrarlara rağmen üst kata çıkmayarak ilk iki ay misafir kaldığı evin alt katında kaldı. Ama Ebû Eyyûb ve hanımı Ümmü Eyyûb, Resûl-i Ekrem (sas) aşağıda kalırken evin üst katında oturmaya tahammül edemediler. Bir gün üst katta testileri devrildi ve içindeki su döküldü. Ebû Eyyûb, eşiyle birlikte hemen tek yorganlarını örtüp ıslak zemini kapattı ve kurulamaya çalıştı. İki talihli insan Âlemlerin Sultanı’nın (sas) üzerine suyun sızmaması için âdeta çırpındı. Bu hâdiseden sonra çoğalan samimi ısrarları kıramayan Peygamberimiz (sas), o küçük mübarek evin üst katına yerleşti.
Ebû Eyyûb ve hanımı Ümmü Eyyûb’un evlerindeki yüce misafire karşı muhabbetleri öylesine derindi ki, ikram ettikleri yemek kaplarında parmak izlerini arar, O’nun (sas) gelişiyle çoğalan bereketten istifadeye çalışırlardı. Bir gün Allah Resûlü’nün (sas) ikram ettikleri yemeği yemediğini görüp, sebebini sordular. O (sas), yemeğin içinde sarımsak olduğunu, kendisine vahiy meleği geldiği için yemediğini; ama başkalarının yemesinde mahsur olmadığını beyan buyurdular. Ebû Eyyûb, müsaade edilmesine rağmen Resûlüllah’a (sas) tâbi olmak için bu hâdiseden sonra çiğ soğan ve sarımsak yememeye karar verdi.
Peygamber Efendimiz’in (sas) teşrifleriyle Hazreti Halid’in evine âdeta bereket yağdı. Bir defasında Allah Resûlü (sas) için yemek hazırlamışlardı. Ancak bir iki kişiye yetecek kadar olan yemek için Resûlüllah (sas) Ensar’dan otuz kişiyi davet etmesini emir buyurdu. Otuz kişi geldi, doyup gitti. Ardından altmış, yetmiş ve yirmi kişi daha çağırıldı. O gün hazırlanan yemek, yüz seksen sahabeyi doyurdu. Efendimiz (sas) kendi hâne-i saadetlerinin tamamlamasından sonra oraya geçti; ama Hazret-i Halid’e olan komşuluğu sürdü ve zaman zaman evini şereflendirdi.
Hazreti Peygamber’i (sas) hicretten sonra mübarek evinde misafir eden Ebû Eyyûb el-Ensârî Hazretlerinin Medine’deki evi, Kubbe-i Hadra’nın (Yeşil Kubbe) yanındaki Reisiye Minaresi’nin tam karşısındaydı. Günümüzdeki Mescid-i Nebevi’nin kıble yönüne düşen evin, minareyle arası yaklaşık 15 metre kadardı.

PEYGAMBERİMİZ (S.A.V.)’İN ERİŞİLMEZLİĞİ Peygamberimiz (s.a.v.)’in mucizeleri, diğer peygamberlerin mucizelerinden hem sayı bakımından sayılamayacak kadar çoktur ve hem de derece bakımından çok çok üstündür.


Resûlullah (s.a.v.)’in aklı, ma’rifeti ve ilmi hiç kimseye nasîp olmayacak derecede çok fazla idi. Bunun en açık delîli, ümmî iken (okur yazar değilken) ve hiç kimseden bir şey öğrenmediği hâlde, işleri, hâlleri, tavırları, sözleri, ahlâkı, ilmi ve fazîleti o derecede idi ki, hiç kimsenin aklı ve ilmi ona ulaşamazdı. Tevrât’ta, İncîl’de, diğer ilâhî kitâplarda ve suhuflarda bulunan sırları ve haberleri bilirdi. Hâlbuki ehl-i kitâbın âlimleriyle görüşmemiş, onlarla sohbet etmemiş ve onlardan bir şey öğrenmemişti. Geçmiş ümmetlerin hâllerini, keşf ehli hükemânın (alimlerin) hikmetlerini çok iyi bilirdi.
Sözleri tatlı idi. Her hareketi ve duruşu, davranışları ve işleri o şekilde idi ki, dahâ güzeli düşünülemezdi.
Resûlullah (s.a.v.)’in bedeninin kuvveti herkesten fazla idi. O zamanın en kuvvetli pehlivânı Rügâne’yi İslâm’a davet ettiğinde, onunla güreşmiş ve yenmişti. Rügâne’nin babası da o devrin pehlivânı idi. Câhiliyye devrinde onu da mağlup etmişti. Rügâne’nin babası üç defa güreşti. Resûlullah (s.a.v.) üç defasında da onu yendi.
Resûlullah (s.a.v.)’in mübârek yüzüne değen mendili asla ateş yakmazdı. Bir gün Enes bin Mâlik (r.a.)’e bir gurup insan misâfir oldular. Yemek yediler. Yemekten sonra câriyesine mendil getir, dedi. Câriyesi kirli bir mendil getirdi. Enes bin Mâlik (r.a.) o mendili ateşe attı. Bir müddet sonra mendili ateşten çıkardı. Mendil yanmamış, kirlerden temizlenip, süt gibi beyâz olmuştu. Misâfirleri bu ne hâldir diye sorunca, bu mendil Resûlullah (s.a.v.)’in mübârek yüzünü sildiği bir mendildir. Ne zaman kirlense, ateşe atarız, tertemiz olur ve asla yanmaz, dedi.
(Molla Cami, Şevahid-ün Nübüvve, s.253-256


Kuba Mescidi Hz. Peygamberin hicreti sırasında Medine’den önce son durağı olan Kuba’da yapılan mescid. ilk muhacirler, Resül-i Ekrem daha Medine’ye gelmeden Kuba’da Amr b. Avf oğullarına ait bir hurma kurutma yerini meseid haline getirmişlerdi. Ebü Huzeyfe’nin azatlısı Salim burada bir grup muhacire Kudüs’e yönelerek namaz kıldırıyordu. Resülullah Kuba’ya ulaşınca burayı genişleterek Kuba Meseidi’ni bina etti (ıbn Sa’d, III, 87; iV. 311). Salim’in imamlık yaptığı kişiler arasında Hz. Ebü Bekir, Ömer, Ebü Selerne el-Mahzümi, Zeyd ve Amir b. Rebia’nın da sayılması (Buhari, “Ai)kam”, 25). Hz. Peygamber ve EbüBekir’in burada kaldığı süre içinde veya bir süre daha onun bu göreve devam etmiş olduğunu göstermektedir. Mescid-i Beni Amr b. Avf olarak da anılan (Müsned, II, ıo; ibn Şebbe, 1,41) Mescid-i Kuba’nın arsasının kabilenin ileri gelenlerinden Külsüm b. Hidm’e ait olduğu ve KüIsüm’ün arsayı mescid yapılması için bağışladığı rivayet edilir.


Diğer bir rivayete göre ise meseidin arsası leyya adında bir kadına ait harman yeriydi. Resül-i Ekrem’i arsaya kıble yönünde bitişik evinde misafir eden kabilenin ileri gelenlerinden Sa’d b. Hayseme burada meseid yapılmasına öncülük etmiş olmalıdır. Çünkürivayette mescid ona izafe edilmektedir. Öte yandan münafıklar, “leyya’nın merkebini bağladığı yerde mi secde edeceğiz?” diyerek bunu Dırar Meseidi’ni yapmak için bahane saydılar (ıbn Şebbe, i, 54-55). Taberanl’nin bir rivayetine göre Kubalılar, Resülullah ‘tan bir mescid yapmasını talep edince Hz. Peygamber orada bulunan sahabeden birinin devesine binmesini istemiş, önce Hz. Ebü Bekir binmiş, deve kalkmamış, ardından Hz, Ömer binince deve yine kalkmamış, bu sırada Kuba’ya ulaşmış olan Hz. Ali binince deve kalkıp yürümüş, Resül-i Ekrem, Hz. Ali’ye devenin yularını serbest bırakmasını söylemiş ve mescidin onun etrafında dolaştığı arsaya yapılmasını istemiştir (el-Mu’cemü’l-kebir, II, 246). Meseidin ortalarına isabet eden bir mekan daha sonraları “mebrekü’n-naka” (devenin çöktüğü yer) olarak anılmıştır (Semh udi,lI, 23). Buharl’nin (“Mena1$ıbü’l-enşar”, 45) bir rivayetine göre Hz. Peygamber Kuba’da on geceden fazla kalmış ve Meseid-i Kuba bu sırada yapılmıştır. Bu rivavet, İbn Sa’d'ın Resülullah’ın Kuba’da on dört gece kaldığına dair rivayetine (et-TabaI!;at, i. 235) uygundur. Resül-i Ekrem’in burada dört gün gibi çok kısa bir süre kaldığına dair rivayetler de vardır.
Mescidin ilk hali kare şeklinde bir düzlüğü çevreleyen dört duvardan ibarettl. Arsa hazırlandıktan sonra temele ilk taşı bizzat Hz. Peygamber koymuş, ardından sırasıyla Hz, Ebu Bekir, Ömer, Osman ve diğerlerinin taşlarını koymalarını istemiştir (Taberani,II, 339). Bu uygulama devlet başkanlarının ilmi, dini ve milli nitelikli yapıların temeline ilk harcı koyma geleneğinin başlangıcı olarak görülmektedir (Abdülhay el-Kettani, ii, 301). Mescid-i Kuba yapılırken Resül-i Ekrem’in bir işçi gibi çalıştığı, taşıdığı ağır taşları ellerinden alıp yardımcı olmak isteyenlere bir başkasına yardım etmelerini söylediği (Taberani, XXiV. 317-318).Abdullah b. Revaha’nın, “Mescidin inşasına katılanlar, ayakta olsun oturarak olsun Kur’an okuyanlar, geceleri uykuyla geçirmeyenler kurtuluşa erdiler” diye şiirler okuduğu, her beytin son kelimesinin Resülullah tarafından tekrarlandığı rivayet edilmektedir (ıbn Şebbe, i, 52).
Hz. Peygamber, muhtemelen kıblenin Kabe’ye çevrilmesinden (623) sonra Kuba Mescidi’niyeniden inşa etmiştir (Semhudi. II, 16). Bu sırada ön duvar ve ona paralel dizilen yedi sütun üstüne bir tavan yapılmıştır. Meseidin güneyinde Külsüm b. Hidm ile Sa’d b. Hayseme’nin evleri bulunmakta ve Sa’d'ın evinden meseide bir kapı açılmaktaydı. Müslümanlar Resül-i.Ekrem’in misafir kaldığı bu evleri ziyaret eder, ardından Sa’d'ın evinin tarafında bulunan kapıdan mescide geçip “elüstüvanetü’l-muhalleka” denilen üçüncüsütunun doğu yanında onun namaz kıldığı yerde namaz kılarlardı. Daha sonra bu kapı kapatılıp meseidin batı duvarında bir kapı açılmıştır. Mescidin Ammar b. Yasir tarafından tamamlandığı ve bu sebeple onun islam’da ilk mescidi bina eden kişi olarak anıldığı söylenir (Nüreddin el-Halebl,II, 236).
Mescid-i Kuba, müslümanların hür ve güvenli bir ortamda yaptıkları umuma açık ilk mescid olması bakımından büyük önem taşımaktadır. Kur’an’da sözü edilen, “ilk günden takva üzerine kurulan mescidin” (et-Tevbe 9/108) Kuba Meseidi olduğu kabul edilir. Ancak bu mescidin Mescid-i Nebevi olduğu da rivayet edilmektedir. Mescidde, “üssise ayeti” diye adlandırılan ayetin (et – Tevbe 9/ i 08) nazil olduğu mekan olarak kabul edilen yere sonradan bir mihrap yapılmıştır.
Başta Buhari ve Müslim olmak üzere hadis kaynaklarında Meseid-i Kuba’nın faziletine dair bölümlere yer verilmiş, Hz, Peygamber’in Medine’de bulunduğu zamanlar cumartesi, bazan da pazartesi günleri ve ramazanın 17. günü Meseid-i Kuba’ya giderek namaz kıldığına dair rivayetler zikrediimiştir. Ayrıca onun meseidde sürdürülen öğretim faaliyetine nezaret ettiği, Kuba’da namaz kılmayı umreyle eş değerde gördüğü rivayet edilmektedir (ibn Mike, “İ~met”, 197; Tirmizi, “Meva~itü’ş-şalat”, 125). Hz. Ömer Meseid-i Kuba’yı ziyaret ettiğinde tozunu alır, buraya büyük hürmet gösterirdi


Peygamberimiz Efendimiz buyurdular ki: " Canlının yuvasını arzu ettiği gibi İman sahibi de Medine'yi öyle arzular. " Hadis-i Şerif, Sahih-i Buharî