29 Aralık 2021 Çarşamba

PEYGAMBER (S.A.V.) EFENDİMİZ’İN ŞEFAATLERİ “Benim kabrimi ziyaret eden kişiye şefaatim müstehâk olur.” (Hadîs-i Şerîf) Peygamberimiz (s.a.v)’in ve Allâh (c.c.)’un yanında üstün dereceye ulaşmış kişilerin, kıyamet gününde, mahşerde günahkâr müminlerin affedilmesi ve derecelerinin yükseltilmesi konusunda yüce Allâh’a duâ ve niyazda bulunacaklardır.


Allâh (c.c.) da bu duaları kabul buyuracaktır, işte buna şefaat denir. Ahirette de en büyük şefaati Peygamberimiz (s.a.v.) yapacaktır.
Resûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuşlardır:
“Kıyamet gününde ilk şefaat eden ve şefaati ilk kabul olan benim. Bununla beraber övünmem.”
Resûlullah (s.a.v.)’in şefaatleri beş kısımdır:
1. Makam-ı Mahmud ile bilinen büyük şefaat. Bu şefaat, kıyamet gününün dehşetinin hafifetilmesi ve mahşer halkının kısa zamanda hesap sıkıntısından kurtarılması hakkındaki şefaattir.
2. Günahkâr mü’minleri cehennemden çıkarmak için yapılan
şefaattir. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
“Allâh (c.c.) bana “Ya Muhammed, başını secdeden kaldır ve
ne istersen söyle, sözün dinlenecek, istediğin verilecektir.
Şefaat et, şefaatin kabul olunacaktır” buyuracaktır.
Ben de hemen:
Ya Rab, ümmetim, ümmetim, diye niyazda bulunacağım. Bunun üzerine “haydi git, gönlünde zerre ve hardal tanesi kadar imanı olan müslümânları cehennemden çıkar” denilecek.
Ben de gidip onları çıkaracağım.”
3. Günahkar oldukları için cehenneme müstahak olan
mü’minlere şefaat. Resûlullah (s.a.v.) Efendimiz’in şefaati ile
günahkârlar cehenneme girmekten kurtulacaklardır.
4. Hesaptan kurtulmak için şefaat. Resûlullah (s.a.v.)’in şefaati bereketiyle, bir kısım mü’minler hesaba çekilmek azabından
kurtulacaklardır.
Ebû Üsame (r.a.) rivayetine göre; Resûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuşlardır: “Rabbim bana ümmetimden yetmiş bin insanı ve bunlardan her bin kişiye mukabil yetmiş bin kişiyi de hesap görmeden ve azap çekmeden cennete dahil edeceğini vaad etmiştir.”
5. Derecelerin yükselmesi için şefaat. Yani cennette bulu-
nanlardan bazılarının derecelerinin daha da yükseltilmesi için,
Resûlullah (s.a.v.) şefaat edeceklerdir.
(Mehmed Çağlayan, Ehl-i Sünnet ve Akaidi, 260.s.)

MEDİNELİLERİN İSLAMİYETLE İLK TANIŞMASI

Mekke’de Hacc zamanı gelmiş; pazarlar, tezgâhlar kurulmuştu. Komşu şehirlerden Arab kabîleleri Mekke’ye gelmekteydi. Hz. Peygamber (s.a.v), gelen çeşitli Arab kabîle mensuplarıyla temas kurmaya çalışırken bir ara Medîneli Hazrec kabîlesinden bir grup ile Akabe mevkîinde karşılaştı.

Onlara: “Kimlerdensiniz?” diye sorunca: “Bizler Hazrec kabîlesinden bir grubuz” diye cevap verdiler. Hz. Peygamber (s.a.v.): “Oturmaz mısınız? Size bazı şeyler anlatacağım” dedi. Onlar da “Elbette” diyerek oturdular. Hz. Peygamber (s.a.v) onları Allâh (c.c.)’a imân etmeye ve müslüman olmaya dâvet edip Kur’ân-ı Kerîm’den ayetler okudu.
Medîneliler öteden beri, yahûdîlerle bir anlaşmazlık içine girdiler mi onların; şöyle dediğini duyarlardı: “Yakında bir Peygamber çıkacak ve nerdeyse de çıkmak üzeredir. O’na tabi olup O’nun izinden yürüyeceğiz ve Ad ile İrem kavimleri nasıl öldürüldü ise biz de O’nunla birlikte size karşı savaşıp sizi yok edeceğiz.” Bu sözü hatırlayan ve yahûdîlerden önce hak peygambere biât etmek isteyerek Hz. Peygamber (s.a.v.)’in davetine uydular, O’nu tasdîk ettiler ve kendilerine aktardığı İslam’ın prensiplerini kabul ederek şöyle dediler:
“Biz öyle bir topluluğun içinden geliyoruz ki aralarındaki
düşmanlık ve fitne, hiçbir milletin arasında yoktur. Umarız ki Allâhü Teâlâ senin vâsıtanla onların arasını bulur. Biz gidince onlara teklifte bulunacağız. Senin emrine uymaları çağrısında bulunacağız. Sana, uyacağımıza dair söz verdiğimiz bu dînin icâblarını onlara da aktaracağız. Eğer Allâh (c.c) onları bu dinin etrafında toplayacak olursa senden daha üstün bir kimse bulunmayacaktır.” Sonrada seneye de akabeye geleceklerine dair Hz. Peygamber (s.a.v)’e söz verdiler.
Bunlar altı kişi idiler. Medîne’ye varınca bu olayı halka anlattılar. Hz. Peygamber (s.a.v) hakkında bilgi verdiler ve onları imâna davet ettiler. İslâm dini, bir anda yayılmaya başladı. Öyle ki Medîne’de Hz. Peygamber (s.a.v.)’in adının anılmadığı bir ev kalmadı.
(El-Bidaye, 3.c., 231.s.)

Hurma Çekirdeği Çantamda, cüzdanımda, ceketimin ceplerinde hep hurma çekirdekleri… Bir gece yastık altından da bu kuru, odunsu, sert cisim çıkınca artık dayanamadım ve gecenin geç saati demeden annemin odasına daldım.


Ne zaman bu küçük odaya girsem ruhen rahatladığımı hissederim. Babamın vefatından sonra annem bu küçük odaya taşınmış, inzivaya çekilen dervişler gibi kendini buraya hapsetmişti. Vaktinin büyük kısmını ibadet ederek, namaz kılarak, kuran okuyarak geçirirdi. Odanın duvarları Kâbe ve Mescid-i Nebevi’nin fotoğraflarıyla süslüydü.
Annem kalorifer dibine serdiği yer yatağında bir cenin gibi kıvrılmış uyuyordu. Aslında uyanmıştı çünkü evin içindeki en ufak seslere dahi kulak kabartan annem, gecenin bu geç vakti kapısına dayanan birine duyarsız kalamazdı. Düşündüğüm gibi yatağında doğrulup oturdu.
“anne bu da neyin nesi, eşyalarıma bu odun parçalarını koymak zorunda mısın?” dedim sinirli bir şekilde.
Avucumdaki çekirdeğe mahmurlu gözlerle bakan annem o kadife gibi yumuşak sesiyle:
“peygamber efendimiz yermiş evladım, mübarek meyvenin çekirdeğidir, görünmez kazadan beladan korur seni hem evin betini bereketini artırır” dedi.
Onun bu sâfiyâne sözleri yüreğimi yumuşattı. Ona göre peygamberin yaptığı her şey kutsaldı. Mübarek ayaklarıyla bastığı kızgın kumlar kutsaldı. Bindiği kızıl tüylü deve kutsaldı, yediği hurmanın çekirdekleri kutsaldı, ama eğer peygamber bugün yaşasa deveye değil uçağa bineceğini, yolculuklarını deveyle değil arabayla yapacağını ve hurma çekirdeklerini oraya buraya tıkıştırmayacağını söylemedim, çünkü onun kalbinin peygamber sevgisiyle dopdolu olduğunu biliyordum. Hem söylesem ne değişecekti ki? O tüm bunları tevekkülle dinleyecek ama yine bildiğini okumaktan vazgeçmeyecek ve ceplerimde, cüzdanımda perşembe pazarından alınan İran, Tunus mahsulü hurma çekirdekleri ya da hac dönüşü hediye babından bırakılan Medine, Mekke hurma çekirdekleri dolaşmaya devam edecekti.
Bugün içimi közler gibi yakan duygu onu mübarek topraklara gönderememiş olmamdır. O zamanlar biraz birikmiş paramız vardı, ama annem bu para benim değil senindir, senin düğün parandır ve ben ölünce bu paraya çok ihtiyacın olacak demiş ve paraya dokunmamıştı.
Annemin ölümü de yaşadığı hayat gibi sessiz bir şekilde oldu. Bir sabah onu yer yatağında son nefesini vermiş olarak buldum. Odasının kapısını açtığımda ilk defa kapı sesine kulak verip yatağında doğrulmamış, o güzelim gözleriyle bana bakmamış ve o yüreğimi incelten kadife gibi yumuşak, ince sesiyle bana evladım dememişti.
Vasiyeti üzerine köy mezarlığında babamın yanına defnettik. Cenaze merasimi tıpkı yaşadığı hayat gibi tıpkı ölümü gibi sessiz, sade ve gösterişsiz oldu.
İnsanlar dağılınca mezarı başında bir tek ben kaldım. İşte yine başbaşa idik. Mezarın başına oturdum. Ellerimle ıslak, nemli toprağa dokundum. Avuçlarımdaki bir tutam toprağın kokusunu doyasıya içime çektim ve yanaklarımdan süzülen gözyaşlarıma hâkim olamayıp doyasıya ağladım. Tâ ki cebimde sert bir cisim hissedinceye kadar; hurma çekirdeği… Cebimdeki hurma çekirdeğini elime aldım ve gözyaşlarımı silerek zoraki gülümsedim; “İlahi anne, en hüzünlü anımda güldürdün ya beni, Allah da seni ebedi hayatta güldürsün” diyerek hurma çekirdeğini toprağa gömdüm.
İnsanlar atalarından kalan eşyalara sahip çıkmak isterler, bense bunun tam tersini düşünüyordum. Elimde ne varsa geçmişten kalan, biran önce elden çıkarmak istiyordum. Bu düşünceyle ata yadigârı evi satılığa çıkardım. Benim için çok büyüktü hem kendime küçük bir ev satın almak istiyordum. Aslında bu evi satmakla geçmişten; yani hatıra ve anılardan kurtulmak, bir bebek gibi yepyeni bir hayata doğmak istiyordum. Bu yeni hayatta dogmalar, batıl inançlar olmayacaktı. Başlayacağım yeni hayatta insan beynine ket vuran sakat düşünceler olmayacaktı. Çocukluğumun geçtiği bu evi satıp, bu mahalleyi terk ettikten yıllar sonra bile geçmişten hiçbir zaman kurtulamadığımı anladım. Hafızama kazınan, yüreğime işleyen geçmişin bu değerleri bir gölge gibi beni takip ediyordu, ben o gölgeyi göremiyor ama varlığını içten içe hissediyordum.
Mutat olarak yaptığım müşteri ziyaretleri yolumu yıllar sonra köyüme düşürdü. Uğradığım ilk yer ise mezarlıktı. Annemin mezarı başındaki ağacı görünce şok olmadım değil hani. Bir hurma ağacıydı ve ağaç itaatkâr bir hizmetkâr gibi mezarın üzerine eğilmişti.
“topraklarımız mümbit ve bereketlidir. Kuru dal parçasını diksen, yeşerip meyveye durduğunu görürsün” derdi annem.
Mevsim olarak tipik Akdeniz ikliminin hüküm sürdüğü bölgeydi burası; yazlar sıcak ve kurak, kışlar ılık ve yağışlı. Hurma ağacının bir zamanlar bu coğrafyada yetiştirildiğini hatta ticaretin yapıldığını duymuştum ama ağacına hiç rastlamamıştım. İşte benim diktiğim çekirdek bir ağaca dönüşmüş ve dallarında hurmalar salkım salkımdı. Dalından bir hurma kopardım ne kadar da iriydi. Tadına baktım ne kadar da lezizdi. O güne kadar tattığım hurmaların en lezizi diyebilirim. Parmaklarımla tuttuğum çekirdeğin üzerindeki gözeneklere, noktacıklara, kıvrımlara bakarken annemin sözleri aklıma geldi.
“bak evladım demişti annem bu hurma çekirdeğinin ortasında bir nokta, bu noktadan aşağıya doğru uzanan kuyruğu vardır. İşte bu Arapçada mim harfidir ve mim harfi Efendiler efendisini temsil eder.”
Gerçekten çekirdeğin ortasında bir nokta ve aşağı doğru uzanan bir kuyruğu vardı ama ben bu şekilleri bir şeye benzetemedim. Daha doğrusu herkes çekirdekte görmek istediği görüyordu. Her nedense çekirdeği atmayarak cüzdanımın bir köşesine yerleştirdim.
Bugün kız arkadaşımla buluşacağım. İki senedir çıkıyoruz ve artık evlenmeye karar verdik. Sabah erkenden kalktım. Banyo ve tıraştan sonra kendime nefis bir kahvaltı hazırladım. Dvd playere koyduğum klip eşliğinde kahvaltımı yaptım. Dışarıda ılık bir bahar günü bana tebessüm ediyordu. Çiçekçiden bir buket yaptırdım.
Buluşacağımız kafeterya yürüyerek on beş dakikalık mesafedeydi. Caddede yürürken kalabalığın arttığını gördüm. Önce bir polis arabası sonra iki, üç derken panzerler ve robocoplar… İleride yol kapalıydı. Yol girişine emniyet şeridi çelikmiş, motorlu Yunus ekipleri insanları olay mahallinden uzaklaştırmaya çalışıyordu. ”Bir kaza mı?” diye sordum yanımdaki adama. ”Terör hücre evi bulmuşlar” dedi adam benimle göz teması kurmadan. İçinde yaşadığım şehrin bir hesaplaşma, kamplaşma alanına dönüşmesi ne kötü…
Az sonra megafondan anons yükseldi: “Etrafınız sarıldı, teslim olun.” Saatime baktım, kahretsin böyle güzel günümü hiç kimse mahvedemez diyerek yan yola sapmıştım ki silahlar patladı, silah sesleri cadde boyunca yankılandı ve ben bana isabet eden kurşunla yere yığıldım. Elimdeki çiçekler asfalt üzerine saçılırken başım kaldırıma çarptı.
Asfalt üzerinde bilincim ve gözlerim açık bir vaziyette yatıyorum. Güneş gökyüzünde pırıl pırıl parlıyor ve gökyüzü tüm berraklığıyla bana tebessüm ediyor. İki serçe su birikintisinde yıkanıyor, parktaki akasya ağaçlarının dalları arasında sığırcık sürüsü, ağacın koyu gölgesi altında iki ihtiyar sohbet ediyor, bir polis bağırıyor, bir çocuk ağlıyor, bir ambulans, beyaz önlüklü insanlar.. bense tüm bunları tıpkı sessiz sinemalardaki gibi seyrediyorum ve gözlerim kapanıyor.
Bir dakika ya da daha az süre öyle kalıyor, öldüğümü düşünürken dış dünyanın sesleri tekrar kulaklarımda uğuldadı. Siren sesleriyle gözlerimi tekrar açıyorum. Çabuk çabuk olun dedi sağlık görevlisi elinde sağlık seti olduğu halde. Peşinden de iki görevli sedyeyi süratle ambulanstan indirdiler. Açılın, açılın dedi bir polis başıma toplanan kalabalığı dağıtarak. Yerde ilk müdahale yapılırken ellerimle kalbimin üzerindeki kurşun deliğinı sıkıca bastırıyorum. Mermi, ceketimi, gömleğimi delip geçmiş cüzdanım, kimliğim, kredi kartlarım ve ehliyetim paramparça olmuş ama kurşun çekirdeği tam da hurma çekirdeğinin ortasındaki o noktacık üzerinde takılıp kalmıştı.
Ölüm ile hayat arasına giren o kuru, odunsu, sert cisim...
Geçmiş peşimi hiçbir zaman bırakmadı demiştim ya, hatıralar ve anılardan hiçbir zaman soyutlanamadığımı geçte olsa anladım. O mucizevî olayı bir işaret kabul ederek ata yadigârı evi değerinin iki mislini ödeyerek geri satın aldım. İçini de bir güzel tamirattan geçirdim. Küçük Odayı tıpkı annemin döşediği gibi döşedim ne eksiz ne de fazla. Yatağımı kalorifer yanına serdim. İhtiyaçlarım hariç odadan pek nadir çıkıyorum. Kızımın deyimiyle tam bir keşiş hayatı yaşıyormuşum. Kızım bana eşimin tek yadigârı. Şimdi bu evde onunla birlikte yaşıyor ve haberi olmadan çantasına, ceplerine hurma çekirdekleri koyuyorum. Ve onun bir gece yarısı ansızın kapıma dayanmasını bekliyorum. Gecenin bir yarısı sinirlenerek elinde kuru, odunsu cisim olduğu halde kapıma dayansın ve bütün bunlar da neyin nesi oluyor baba diye sorsun. İşte o zaman ben de yatağımda doğrularak onu yanıma çağırayım ipek saçlarından okşayarak tüm hikâyeyi baştan sona anlatayım ve yastığımın altında sakladığım ortasında mermi çekirdeği olan o kuru hurma çekirdeğini ona hediye edeyim......
Alıntıdır

"Cuma günü bana çok salevât getirin! Zira o gün, meleklerin hazır ve şâhid olduğu bir gündür.O gün bir kişi bana salât ettiğinde onun salâtı mutlakâ bana arz edilir. Salevât getirmeyi bırakıncaya kadar bu durum böyle devam eder." Hayırlı cumalar

Peygamber (s.a.v)'in halalarının, Safiyye binti Abdul Muttalib'in ve kız kardeşi Atike (رضي الله عنهم) istirahatgahlari Medine'de Cennetül Baki mezarlığının girişinin sol tarafına defne edilmişlerdir.

 








ASHÂB (R.A.E.)’İN FAZÎLETİ
Allâhü Te‘âlâ buyuruyor ki; “Îmân edip de Allâh yolunda hicret ve cihâd edenler, (muhacirleri) arındıran ve yardım edenler var ya, işte gerçek müminler onlardır. Onlar için mağfiret ve bol rızık vardır. Sonradan imân eden ve hicret edip de sizinle beraber cihâd edenler de sizdendir. Allâh’ın kitabına göre yakın akrabalar birbirlerine vâris olmaya daha uygundur. Şüphesiz ki Allâh her şeyi bilendir.” (Enfal s. 74-75) Bu âyetler, bütün sahabeleri kapsamakta ve onların îmân ve cihâd için birbirlerine dost olduklarını beyân etmektedir. Nitekim muhacirler, ensâr ve fetihten sonra Müslüman olup cihâd edenler bir arada sayılmıştır. İbn Kesir (r.âleyh) bu ayetlerin tefsirinde der ki; “Allâhü Te‘âlâ, mü’minlerin dünyadaki hükmünü zikrettikten sonra, âhirette onlar için neler olacağını da zikretmiş ve daha önce sûrenin başında geçtiği gibi onlarda gerçek imân bulunduğunu haber vermiştir.
Allâhü Te‘âlâ onları bağışlama ile ve şayet olmuşsa günâhlarından vazgeçme ile mükâfatlandıracağını, onlara güzel, bol, temiz, şerefli, devamlı, ebediyen kesilmeyecek, sona ermeyecek, güzelliği ve çeşitli olmasından usanılmayacak rızıklar bahşedeceğini haber vermektedir. Sonra Allâhü Te‘âlâ, dünyada iken onların üzerinde bulundukları imân ve sâlih amellerde kendilerine tâbi olanların, âhirette de onlarla birlikte olacağını haber vermektedir.”
İmran Bin Husayn (r.a.)’in rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte Resûlullâh (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: “Ümmetimin en hayırlıları asrımdakilerdir. Sonra onların ardından gelenler, sonra onların ardından gelenlerdir...” (Buhârî)
(İbnu Hacer el-Askalânî, el-İsabe (Seçkin Sahabeler)

Allah Rasulü (s.a.v.)’in Selam Gönderdiği Paşa Kimdi? Allah Rasulü’nü (s.a.v.) en iyi tanıyan sahabinin ve onların arkasından gelen ilim ve irfan sahiplerinin O’na çok engin bir saygı ve sevgi gösterdiklerini ve Efendimize salâvat getirmeyi bir vazife olarak kabul ettiklerini görüyoruz.


Peygamber Efendimiz bizim baş tacımız. O’na çok şey borçluyuz. Bu borçluluğun bir ifadesi olarak Efendimizi her zaman hayırla yâd etmek ve “Allâhümme salli alâ seyyidinâ Muhammed’in ve alâ âli seyyidinâ Muhammed” diyerek O’na salât-ü selam getirmek her Müslüman için ihmal edilmemesi gerekli olan mühim bir vazife.
Salât-ü selâm’ın Peygamberimize ve bize olmak üzere iki yönü var: Salavat, Allah’ın, peygamberinin kendi katındaki değerini artırması için bir dua mahiyetinde. Bu vesileyle bizim dualarımızla Efendimizin mertebesi devamlı olarak yükseliyor. Burada hemen şunu ifade edelim ki, Allah Rasûlü’ne (s.a.s.) yapılan salât-ü selam, onun aslında salâta olan ihtiyacından dolayı değildir. Bu, ancak O’na duyulan saygı, sevgi ve hürmeti ifade etmek içindir.
Salâvatın mü’minlere bakan yönü de kulu Allah’a yakınlaştıran vesilelerden birisi olması. Nebiler Serveri’ne (s.a.s) bol bol salâvat getiren bir kul, Efendimize, dolayısıyla da Allah’a yaklaşmış olur. Sözün burasında şanlı tarihimizde yaşanmış bir örneği sizinle paylaşmak istiyorum:
ALİ PAŞA’YA SELAMIMI SÖYLE!
III. Osman’ın vezirlerinden Hekimoğlu Ali Paşa oldukça başarılı, zeki ve dindar bir kimseydi. Ali Paşa’nın vezirliği sırasında şehrin bir tüccarı iflas etmiş, üstelik çevresine de oldukça borçlanmıştı. Çaresiz adam hangi kapıya gitse kapı yüzüne kapanmıştı.
Bir gece ibadet için yatağından kalktı. Teheccüd namazına müteakip Peygamber Efendimizi (s.a.s.) anmaya, O’na salâvatlar getirmeye başladı ve Efendimizden yardım istedi. Neden sonra uykuya daldı. Rüyasında Fahri Kâinat Efendimizi gördü. Efendimiz ile arasında şu diyalog yaşandı:
- Ali Paşa’ya git selamımı söyle, sana yüz altın versin.
- Ya Rasulallah, söylerim ama bana ya inanmazsa!
- O, her gün yüz salâvat getirirdi. Ancak bu perşembe getirmeyi unuttu. Bu onun karşılığı dersin.
NİÇİN YEDİ YÜZ ALTIN VERDİ?
Adam sabah uyandığında rüyasında Rasulullah’ı görmenin sevinci ve Efendimizin söylediklerinin şaşkınlığını yaşıyordu. Hemen hazırlanıp saraya giderek Ali Paşa’yı buldu ve rüyasını anlattı. Ali Paşa gelen kişiye ihtiyatla yaklaştı:
- Ben bunun böyle olduğuna nasıl inanayım, niçin Efendimiz benim rüyama girip altın vermemi bana emretmiyor da senin rüyana giriyor? Adam hemen söze atıldı:
- Paşam, ben sizin bana itimat etmeme ihtimalinizi Efendimize bildirdim. Efendimiz de sizin O’na her gün yüz salâvat getirdiğinizi ancak geçen perşembe unuttuğunuzu bunun ona karşılık olduğunu söylememi bildirdi.
Ali Paşa biraz duraksadı ve perşembe günü gerçekten de salâvat virdini ihmal ettiğini hatırlayınca, “Efendimiz sana ne söylediyse aynen söyler misin” dedi. Adam, “Ali Paşa’ya selamımı söyle sana yüz altın versin” dedi.
Ali Paşa tekrar sordu ve adam tekrar söyledi. Bu hal tam yedi kez gerçekleşince adam, vezirin kendisiyle eğlendiğini düşünüp geri dönmüş gidiyordu ki Ali Paşa kesesini çıkarıp adama yedi kez söylemesine karşılık yedi yüz altın verdi ve şöyle dedi:
- İstedim ki Efendimizin selamını bir kez daha duyayım, sen söyledikçe doyamadım ve bir kez daha duymak istedim...
SÖZÜN ÖZÜ
1) Salâvat, Peygamber Efendimizle irtibata geçmenin adıdır.
2) Adı anıldığında Efendimize salâvat getirmek bir müminlik borcudur.
3) Salâvat bizi Rabbimize yakınlaştıran bir vesiledir.

Hz.Fâtıma’nın nikâhının kıyıldığı günle ilgili… Gözyaşları Yanaklarından Süzülüyordu. Nikâh merasimi tamamlanmıştı. Bir tabak taze hurma ve Bilâl’in dağıttığı şerbet ikramından sonra davetli ashabın şahitlik ederek dualarda bulunduğu cemiyet sona erdiğinde, Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.) Hz. Ali ile nikâhlarının kıyıldığını, ciğerpâresi Hz.Fâtıma’ya haber verdi. Bu esnada gözyaşları yanaklarından süzülerek sakalını ıslatıyordu. Hz. Fatıma dayanamadı, sordu: -Babacığım! Niçin ağlıyorsun, neden böyle hüzünlüsün?


Şefkat dolu yüreğiyle ve ipekten yumuşak sesiyle, hüznün eşlik ettiği sözlerle şöyle cevap verdi Nebiyy-i Ekrem:
-Kızım! Doğrusu ağlayışım senin için… Çünkü sen de benim gibi annenden mahrum kaldın. Keşke Hatice de sağ olsaydı. Sevincimizi paylaşsa, çeyizlerini kendi elleriyle yapsaydı… İşte bunun için ağlıyorum.
Bu tablo sıradan bir düğün tablosu değildi...
Bu tablo, bir babanın yetiştirdiği evladını gelin ederken ağlamasının da “erkekliğe yakışacağını” ortaya koyan bir tabloydu.
Yine bu tablo şefkatin, vefânın ve hüznün kendisine en çok yakıştığı Kâinatın Efendisi’nin, kız evladına sahip tüm babalara sunduğu en güzel örnek tabloydu…