ALLAH İLE KUL ARASINA GİRİLMEZ SÖZÜ DOĞRU DEĞİLDİR..!!!
Cenâb-ı Hak buyuruyor ki, “Ey mü’minler! Allah’tan korkun ve ona (yaklaşmaya) vesîle-vâsıta-sebep arayın.”(7) Yani bana doğrudan değil, bir vâsıta, bir vesîle (aracı) ile gelin. Nitekim varlığını-birliğini, eşi-benzeri olmadığını, ibâdete hakkıyla lâyık olanın sadece kendisi olduğunu bizzat değil, bilvâsıta yani peygamberleriyle bildiriyor, öğretiyor… Ve ondan sonradır ki, kulunu mükellef tutuyor.
Ama o Allâh’ın kullarından bazıları da tutturmuşlar, “Allah’la kul arasına girilmez” nakaratını, zaman zaman tekrarlayıp duruyorlar. Halbuki bu söz, Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat itikadına aykırıdır, temelden zıttır; Vehhâbilerin inanç esasları arasındadır. Onlar derler ki; “Tevessül, küfür ve şirktir. Peygamberlerden ve onların vârisleri olan kâmil ve mükemmil mürşidlerden, meleklerden, rûhânilerden medet ummak, şefaat-yardım dilemek küfürdür. Bu cümleden olarak tasavvuf bid’attir… Tasavvuf büyüklerini vesîle edinmek, onlara bağlanmak şirktir. Hatta, kabirleri ziyaret etmek de dalâlettir, küfürdür…”
Oysa Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat inancına göre, bütün bunlar meşru’ şeylerdir. Ve Müslümanları bu şekilde küfür ve şirkle itham etmek, -Allah korusun- insanı, “Kim bir Müslümanı tekfir ederse, muhakkak ki kendisi kâfir olur” hükmünün altına sokar.
Halbuki meseleyi basite irca edecek olursak görürüz ki; en başta Allah Teala ile kulu ve Resûlü arasına, bir melek olan Cebrâil (a.s.) giriyor. Resûlüllah Efendimiz (s.a.v.) de, Allah Teâlâ ile diğer kulları arasına giriyor, vâsıta oluyor. Tarîkat şeyhleri gene öyle… Daha da aşağıya doğru inecek olursak, cemaatle kılınan namazda her imam, Allah ile kulları arasına giriyor.
Sözün özü;
Sünnet-i İlâhi böyle; yani Allâh’ın âdeti, kâinatta hüküm süren İlâhi kanunlar bu şekilde cereyan ediyor. Hatta dünya işlerimizde bile vâsıtasız nereye gidebiliyor, ne kadar mesafe alabiliyoruz? Doğrudan hangi yüksek makama çıkabiliyoruz?.. Dünya ise âhiretin enmûzecidir (örneğidir) mâlumunuz.
Ve yine, “Bir şeyin en büyük rüknünü-dayanağını inkâr etmek, o şeyin tamamını inkârdır.” Meselâ bir insan, “namaz inkâr edilmez ama, kıyâmın aslı yoktur” dese, bu adam namazın tamamını yani aslını inkâr etmiş olur.
Binaenaleyh İslâm’da vâsıta da, namazda kıyam gibidir, dinin en büyük rüknüdür. Şayet peygamberler (aleyhimüsselâm) gelmemiş olsaydı, insanların, hayvanlardan ne farkı kalırdı? Hatta, onlardan daha beter, daha sapık olurlardı. Canlı misâlleri ise, her an hepimizin gözleri önünde… Allah Teâlâ, ümmet-i Muhammed’i sapıtmaktan veya sapıttırılmaktan muhâfaza buyursun.
Meşhur hadîs âlimlerimizden İmam Hâkim’in Müstedrek’inde tahric ettiği ve sahih olduğunu kaydettiği bir hadîs-i şerifte, atamız Âdem aleyhisselâmın, hatasının afvı için Cenâb-ı Hakk’a; “Yâ Rabbî, eğer beni hâlen mağfiret etmemiş isen, Muhammed (s.a.v.) hakkı için afvımı diliyorum…” diyerek iltica ettiği ve bu vesileyle bağışlandığı bildirilmiştir. Yani
Demek ki bu mesele, ilk insan ve ilk peygamberden bu yana varolagelmiştir. Bu itibarla inkârı mümkün değildir.
Bu meseleyi, Hıristiyanlıktaki “ruhban” meselesi ile de asla karıştırmamak lâzım. Zira İslâm’da zaten ruhban sınıfı yoktur. Çok iyi düşünülmesi gereken bir mevzû… Çünkü, gâye ile vâsıtanın birbirine karıştırılmasıümmet için peygamber, müridler için mürşid, cemaat için imam, hatta talebe için hoca gâye değil, birer vâsıtadırlar. Hiçbir mü’min, vesîleyi ma’bûd olarak kabul etmez. Hiçbir zaman ona ibâdet ediyorum demez. gibi bir durum ortaya çıkıyor. Halbuki Bilakis her zaman, “iyyâke na’büdü ve iyyâke nesteıyn” diyerek, yalnız Allâh’a ibâdet ettiklerinin ve yalnız ondan yardım istediklerinin şuurundadırlar.
Ve yine, “İlâhî ente maksûdî ve rızâke matlûbî”diyerek, maksatlarının Allah azze ve celle, isteklerinin de, onun rızâsı olduğunu daima ifade ederler.
Hâsılı mü’minler, vâsıtaların ancak, Allah Teâlâ’ya vuslatın keyfiyetini gösteren birer kılavuz olduklarına inanırlar. Bu itibarla, ikide bir, “Allah’la kul arasına girilmez” mücerred sözünün arkasına saklanıp, hâlis-muvahhid mü’minlere, “putperest-müşrik!” diyecek kadar ileri gidenlerin tuzağına düşmemek lâzım. Zira onlar, “putperest” değil, bilakis “Hüdâperest”tirler.
Sûret-i Hakk’tan gözükerek, bu iddiayı ortaya atanların delilleri de pek gülünç. İşi, döndürüp dolaştırıp hemen Hıristiyanlıktaki ruhban sınıfı meselesine getiriveriyorlar. Oysa, yukarıda da temas ettiğimiz gibi, İslâm’da böyle bir sınıfın mevcudiyeti bahis konusu bile değildir. Bu sebeple, “Delilleri iddialarından bozuk, örümcek ağından daha zayıf” tabirlerini kullanmak, inanıyoruz ki çok yerinde olur. Çünkü, bunlara mukabil bizim ortaya koyduğumuz deliller; âyet, hadîs ve Allah dostları olan âlimlerin icmâıdır.
Ancak, “Bazan göz, herhangi bir illetten dolayı Güneş’in ışığını göremez, inkâr eder… Ve yine ağız, bazan bir hastalıktan dolayı, yediği-içtiği gıdaların tadını alamaz” sözü uyarınca; inkârcı, inatçı ve bid’atçiler tarafından çeşitli eserlerde, yalan-yanlış sözler sarf edilmiş olabilir.
Kanaatimizce bunların eğrilik ve doğruluğunu araştırmak da, “tedkik mumu”nu hiç söndürmediğini düşündüğümüz siz ilim ve fikir adamlarına düşer. Binaenlayeh mahut söz, İslâm’a yapılan en büyük iftiralardan ve sokulmak istenen en büyük bid’atlerden birisidir.
Maaleesef bazı aydınlarımız ve de devlet büyüklerimiz, bu söze, -mal bulmuş mağribî gibi demiyeyim- bir mârifetmiş gibi yapışıp, çeşitli vesilelerle dillerine ve kalemlerine pelesenk edip duruyorlar. Ve yine üzülerek müşahede ediyoruz ki, bir tahkik (aslını-esasını araştırıp soruşturma) lüzumunu dahi hissetmiyorlar.
Kısacası her Müslümanın, lüzumuna inandığı bir mesele ile alakalı olarak bildiklerini, dilinin döndüğü kadar söylemesi, elinin tuttuğu kadar yazması icap ettiğine inandığım için, bu hususlarda bir şeyler yazmaya gayret ettim. Mutlaka benim de kusurlarım vardır, olmuştur. Bu sebeple son sözüm, eskilerin tabiriyle, “Huz mâ safâ, da’ mâ keder” olacak. Yani; doğruları alın, hatalı olanları terk edin.
Cenâb-ı Hak, ümmet-i Muhammed’i dosdoğru olan kurtuluş yolundan, Ehl-i Sünnet câmiasından ayırmasın, yapmakta olduğumuz hayırlı iş ve yararlı hizmetlerde başarılı kılsın, bütün amel ve ibadetlerimiz rızâsına uygun eylesin.
Selâm, hidâyete tâbi olanların üzerine olsun… Fatih, 1987 –
Halis ece ( Rahmetli )
DİPNOTLAR;
(*) Bu makale 1987 yılında yazar Yılmaz Öztuna’ya cevap olarak hazırlanmıştır.
(1) Kur’ân-ı Kerim, Ahzâb sûresi, 33/4.
(2) Bilindiği gibi masonlukta gizlilik esastır. Bu zat da masonluğun bütün sırlarını fâş ettiği (açığa vurduğu) için masonlar tarafından “bed-nâm (kötü şöhretli)” diye vasıflandırılmıştır.
(3) Bununla mücerred insanı, yani geçmişte yaşamış birini kastediyor. Masonlar hep sembolizm esası üzerine yani temsîli, mecâzi sözlerle, teşbih ve tasvirlerle fikirlerini ifade ederler. Ve bunları muhâtabın-dinleyenin anlamasını isterler.
(4) Tabii yazının hazırlandığı 80’li yıllar kastediliyor. Mâlum bugün artık ne SSCB (Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği) ne de komünizm var. Yerlerinde yeller esiyor.
(5) Masonlukla ilgili kısmın kaynağı; eski İstanbul milletvekili merhum Kemâl Kacar Bey’in, Farmasonluk (Franc Maçonnerie) hakkında, 30.11.1978 Perşembe günü A.P. Millet Meclisi Grubu’nda yaptığı konuşma metnidir. Haşmet Matbaası, İstanbul 1978.
(6) Buharî ve Müslim Ebû Hüreyre’den (r.a.) rivâyet etmişlerdir. el-Mektûbat, İmâm-ı Rabbânî, 1, 171.
(7) Kur’ân-ı Kerim, Mâide sûresi, 5/35.
Ama o Allâh’ın kullarından bazıları da tutturmuşlar, “Allah’la kul arasına girilmez” nakaratını, zaman zaman tekrarlayıp duruyorlar. Halbuki bu söz, Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat itikadına aykırıdır, temelden zıttır; Vehhâbilerin inanç esasları arasındadır. Onlar derler ki; “Tevessül, küfür ve şirktir. Peygamberlerden ve onların vârisleri olan kâmil ve mükemmil mürşidlerden, meleklerden, rûhânilerden medet ummak, şefaat-yardım dilemek küfürdür. Bu cümleden olarak tasavvuf bid’attir… Tasavvuf büyüklerini vesîle edinmek, onlara bağlanmak şirktir. Hatta, kabirleri ziyaret etmek de dalâlettir, küfürdür…”
Oysa Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat inancına göre, bütün bunlar meşru’ şeylerdir. Ve Müslümanları bu şekilde küfür ve şirkle itham etmek, -Allah korusun- insanı, “Kim bir Müslümanı tekfir ederse, muhakkak ki kendisi kâfir olur” hükmünün altına sokar.
Halbuki meseleyi basite irca edecek olursak görürüz ki; en başta Allah Teala ile kulu ve Resûlü arasına, bir melek olan Cebrâil (a.s.) giriyor. Resûlüllah Efendimiz (s.a.v.) de, Allah Teâlâ ile diğer kulları arasına giriyor, vâsıta oluyor. Tarîkat şeyhleri gene öyle… Daha da aşağıya doğru inecek olursak, cemaatle kılınan namazda her imam, Allah ile kulları arasına giriyor.
Sözün özü;
Sünnet-i İlâhi böyle; yani Allâh’ın âdeti, kâinatta hüküm süren İlâhi kanunlar bu şekilde cereyan ediyor. Hatta dünya işlerimizde bile vâsıtasız nereye gidebiliyor, ne kadar mesafe alabiliyoruz? Doğrudan hangi yüksek makama çıkabiliyoruz?.. Dünya ise âhiretin enmûzecidir (örneğidir) mâlumunuz.
Ve yine, “Bir şeyin en büyük rüknünü-dayanağını inkâr etmek, o şeyin tamamını inkârdır.” Meselâ bir insan, “namaz inkâr edilmez ama, kıyâmın aslı yoktur” dese, bu adam namazın tamamını yani aslını inkâr etmiş olur.
Binaenaleyh İslâm’da vâsıta da, namazda kıyam gibidir, dinin en büyük rüknüdür. Şayet peygamberler (aleyhimüsselâm) gelmemiş olsaydı, insanların, hayvanlardan ne farkı kalırdı? Hatta, onlardan daha beter, daha sapık olurlardı. Canlı misâlleri ise, her an hepimizin gözleri önünde… Allah Teâlâ, ümmet-i Muhammed’i sapıtmaktan veya sapıttırılmaktan muhâfaza buyursun.
Meşhur hadîs âlimlerimizden İmam Hâkim’in Müstedrek’inde tahric ettiği ve sahih olduğunu kaydettiği bir hadîs-i şerifte, atamız Âdem aleyhisselâmın, hatasının afvı için Cenâb-ı Hakk’a; “Yâ Rabbî, eğer beni hâlen mağfiret etmemiş isen, Muhammed (s.a.v.) hakkı için afvımı diliyorum…” diyerek iltica ettiği ve bu vesileyle bağışlandığı bildirilmiştir. Yani
Demek ki bu mesele, ilk insan ve ilk peygamberden bu yana varolagelmiştir. Bu itibarla inkârı mümkün değildir.
Bu meseleyi, Hıristiyanlıktaki “ruhban” meselesi ile de asla karıştırmamak lâzım. Zira İslâm’da zaten ruhban sınıfı yoktur. Çok iyi düşünülmesi gereken bir mevzû… Çünkü, gâye ile vâsıtanın birbirine karıştırılmasıümmet için peygamber, müridler için mürşid, cemaat için imam, hatta talebe için hoca gâye değil, birer vâsıtadırlar. Hiçbir mü’min, vesîleyi ma’bûd olarak kabul etmez. Hiçbir zaman ona ibâdet ediyorum demez. gibi bir durum ortaya çıkıyor. Halbuki Bilakis her zaman, “iyyâke na’büdü ve iyyâke nesteıyn” diyerek, yalnız Allâh’a ibâdet ettiklerinin ve yalnız ondan yardım istediklerinin şuurundadırlar.
Ve yine, “İlâhî ente maksûdî ve rızâke matlûbî”diyerek, maksatlarının Allah azze ve celle, isteklerinin de, onun rızâsı olduğunu daima ifade ederler.
Hâsılı mü’minler, vâsıtaların ancak, Allah Teâlâ’ya vuslatın keyfiyetini gösteren birer kılavuz olduklarına inanırlar. Bu itibarla, ikide bir, “Allah’la kul arasına girilmez” mücerred sözünün arkasına saklanıp, hâlis-muvahhid mü’minlere, “putperest-müşrik!” diyecek kadar ileri gidenlerin tuzağına düşmemek lâzım. Zira onlar, “putperest” değil, bilakis “Hüdâperest”tirler.
Sûret-i Hakk’tan gözükerek, bu iddiayı ortaya atanların delilleri de pek gülünç. İşi, döndürüp dolaştırıp hemen Hıristiyanlıktaki ruhban sınıfı meselesine getiriveriyorlar. Oysa, yukarıda da temas ettiğimiz gibi, İslâm’da böyle bir sınıfın mevcudiyeti bahis konusu bile değildir. Bu sebeple, “Delilleri iddialarından bozuk, örümcek ağından daha zayıf” tabirlerini kullanmak, inanıyoruz ki çok yerinde olur. Çünkü, bunlara mukabil bizim ortaya koyduğumuz deliller; âyet, hadîs ve Allah dostları olan âlimlerin icmâıdır.
Ancak, “Bazan göz, herhangi bir illetten dolayı Güneş’in ışığını göremez, inkâr eder… Ve yine ağız, bazan bir hastalıktan dolayı, yediği-içtiği gıdaların tadını alamaz” sözü uyarınca; inkârcı, inatçı ve bid’atçiler tarafından çeşitli eserlerde, yalan-yanlış sözler sarf edilmiş olabilir.
Kanaatimizce bunların eğrilik ve doğruluğunu araştırmak da, “tedkik mumu”nu hiç söndürmediğini düşündüğümüz siz ilim ve fikir adamlarına düşer. Binaenlayeh mahut söz, İslâm’a yapılan en büyük iftiralardan ve sokulmak istenen en büyük bid’atlerden birisidir.
Maaleesef bazı aydınlarımız ve de devlet büyüklerimiz, bu söze, -mal bulmuş mağribî gibi demiyeyim- bir mârifetmiş gibi yapışıp, çeşitli vesilelerle dillerine ve kalemlerine pelesenk edip duruyorlar. Ve yine üzülerek müşahede ediyoruz ki, bir tahkik (aslını-esasını araştırıp soruşturma) lüzumunu dahi hissetmiyorlar.
Kısacası her Müslümanın, lüzumuna inandığı bir mesele ile alakalı olarak bildiklerini, dilinin döndüğü kadar söylemesi, elinin tuttuğu kadar yazması icap ettiğine inandığım için, bu hususlarda bir şeyler yazmaya gayret ettim. Mutlaka benim de kusurlarım vardır, olmuştur. Bu sebeple son sözüm, eskilerin tabiriyle, “Huz mâ safâ, da’ mâ keder” olacak. Yani; doğruları alın, hatalı olanları terk edin.
Cenâb-ı Hak, ümmet-i Muhammed’i dosdoğru olan kurtuluş yolundan, Ehl-i Sünnet câmiasından ayırmasın, yapmakta olduğumuz hayırlı iş ve yararlı hizmetlerde başarılı kılsın, bütün amel ve ibadetlerimiz rızâsına uygun eylesin.
Selâm, hidâyete tâbi olanların üzerine olsun… Fatih, 1987 –
Halis ece ( Rahmetli )
DİPNOTLAR;
(*) Bu makale 1987 yılında yazar Yılmaz Öztuna’ya cevap olarak hazırlanmıştır.
(1) Kur’ân-ı Kerim, Ahzâb sûresi, 33/4.
(2) Bilindiği gibi masonlukta gizlilik esastır. Bu zat da masonluğun bütün sırlarını fâş ettiği (açığa vurduğu) için masonlar tarafından “bed-nâm (kötü şöhretli)” diye vasıflandırılmıştır.
(3) Bununla mücerred insanı, yani geçmişte yaşamış birini kastediyor. Masonlar hep sembolizm esası üzerine yani temsîli, mecâzi sözlerle, teşbih ve tasvirlerle fikirlerini ifade ederler. Ve bunları muhâtabın-dinleyenin anlamasını isterler.
(4) Tabii yazının hazırlandığı 80’li yıllar kastediliyor. Mâlum bugün artık ne SSCB (Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği) ne de komünizm var. Yerlerinde yeller esiyor.
(5) Masonlukla ilgili kısmın kaynağı; eski İstanbul milletvekili merhum Kemâl Kacar Bey’in, Farmasonluk (Franc Maçonnerie) hakkında, 30.11.1978 Perşembe günü A.P. Millet Meclisi Grubu’nda yaptığı konuşma metnidir. Haşmet Matbaası, İstanbul 1978.
(6) Buharî ve Müslim Ebû Hüreyre’den (r.a.) rivâyet etmişlerdir. el-Mektûbat, İmâm-ı Rabbânî, 1, 171.
(7) Kur’ân-ı Kerim, Mâide sûresi, 5/35.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder