8 Kasım 2020 Pazar

Urfalı şâirYusuf Nâbî 1678 senesinde bir kafile ile hacc yolculuğuna çıkmıştı.

Kafilede ileri gelen paşalar da vardı. Kafile, Hicaz bölgesine girince Peygamber Efendimizi sallallâhu aleyhi ve sellem ziyaret aşkı Nâbî'yi iyice sardı. Öyle ki vücudu bir hoş oldu, uykusu kaçtı, hiç uyuyamadı.

Bir gece yarısı kafile Peygamberimizin sallallâhu aleyhi ve sellem şehri Medine-i Münevvere'ye yaklaştı. Kafilede bulunan Eyüplu Râmi Mehmed Paşa o esnada Mescid-i Nebevi tarafına doğru ayaklarını uzatmış uyuyordu. Rasul-i Kibriya'nın sallallâhu aleyhi ve sellem beldesine girerken gördüğü bu manzara Nâbî'ye hiç de hoş gelmedi. Paşayı uyandıracak bir şekilde bir anda şu meşhur beyitleri söylemeye başladı:
"Sakın terk-i edepten, kûy-i mahbûb-ı Hüdâdır bu!
Nazargah-i ilahîdir, Makam-ı Mustafadır bu.
Mürâât-ı edep şartıyla gir Nabî bu dergaha,
Metâf-ı kudsiyadır, bûsegâh-ı enbiyadır bu."
(Edebi terketmekten sakın ! Zira burası Allah-u Teâlâ'nın Habib'inin beldesidir.
Burası, Hakk Teâlâ'nın devamlı nazar kıldığı bir yerdir;
Muhammed Mustafa'nın makamıdır.
Ey Nâbî, bu dergaha edebin şartlarına dikkat ederek gir, sakın edebi hafife alma.
Burası, büyük meleklerin etrafında pervane gibi döndüğü, Peygamberlerin eğilip eşiğini öptüğü bir yerdir.)
Bu beyitleri işiten paşa, gözünü açtı, hemen kendine geldi, ikazın sebebini anladı, ayaklarını topladı, doğruldu. Nâbî'ye dönerek:
- Ne zaman yazdın bunları ? Senden başka duyan oldu mu onları ? diye sordu. Yusuf Nâbî:
- Bunları daha önce herhangi bir yerde söylemiş değilim. Şimdi, sizi bu halde görünce elimde olmadan yüksek sesle söylemeye başladım. İkimizden başka bilen yok! dedi. Paşa:
- Öyleyse bu aramızda kalsın, diye ikaz etti.
Nâbî sustu, yola devam ettiler.
Kafile, sabah ezanına yakın Rasulullah'ın sallallâhu aleyhi ve sellem mescidine yaklaştı. Bir de baktılar ki, mescidin minârelerinden müezzinler, ezandan önce, Nâbî'nin: "Sakın terk-i edepden..." beytiyle başlayan nâtını okuyorlar.
Nâbî ve paşa hayret ettiler. Mescide girdiler, namazı kıldıktan sonra, hemen müezzinin yanına koştular. Nâbî, heyacanla:
- Allah adına, Peygamber aşkına söyle, sen ezandan önce okuduğun o beyitleri kimden, nereden ve nasıl öğrendin ? diye sordu.
Müezzin önce cevap vermek istemedi, Nâbî ısrar ve rica etti. Bunun üzerine müezzin:
- Rasûl-i Kibriya Efendimiz sallallâhu aleyhi ve sellem, bu gece bütün müezzinlerin rüyasını şereflendirerek:
- "Ümmetimden Nâbî isimli birisi beni ziyarete geliyor. Bana olan aşkı her şeyin üzerindedir. Kalkın, ezandan önce, onun benim için yazdığı beyitleri okuyarak kendisini karşılayın, mescidime girişini kutlayın !" buyurdu. Biz de Efendimizin emirlerini yerine getirdik, dedi.
Nâbî, hepten şaşırdı ve heyecanlandı, dayanamayıp ağladı. Göz yaşları içinde müezzine tekrar:
- O iki cihanın Efendisi, gerçekten Ümmetimden Nâbî mi dedi, o benim ümmetimdendir mi buyurdu? diye sordu.
Müezzin:
- Evet, Nâbî dedi, o benim ümmetimdendir buyurdu, deyince, Nâbî bu iltifata daha fazla dayanamadı, sevincinden düşüp bayıldı.
Bir zaman sonra ayıldığında paşayı ve müezzini yanında ağlarken buldu...

"İLMİN ASLINI ÖĞRENMEK"


Hakîkî âlimler, bütün gayretlerini âhirette faydası olacak ve Allâh’a itâate sevkedecek ilimleri tahsil etmeye sarfederler. Faydası az olan ve mücâdele ve münâkaşaya sebep olan ilimlerle uğraşmazlar.
Rivâyet olunduğuna göre bir adam, Resûlullah (sallallâhü aleyhi ve sellem) Efendimize gelip:
“Yâ Resûlallah, bana ilmin garâibinden (hiç kimsenin bilmediği, insanı hayrette bırakan ilimleri) öğretir misiniz?” dedi. Resûlullah Efendimiz (s.a.v.):
“İlmin asıl ve esas olanını ne yaptın?” buyurdular. Adam:
“İlmin aslı ve esası nedir?” dedi. Peygamber Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem):
“Allâhü Teâlâ’yı bildin mi?” buyurdular. Adam:
“Evet” deyince, Peygamber Efendimiz (s.a.v.):
“Onun için ne yaptın?” diye sordular. Adam:
“Allâh’ın dilediğini.” dedi. Sonra Peygamber Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem):
“Ölümü bildin mi?” diye sordu, adam:
“Evet.” dedi. Peygamberimiz (s.a.v.):
“Ya ölüm için ne hazırlık yaptın?” diye sorunca, adam:
“Allâh’ın dilediğini” dedi. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz (s.a.v.) buyurdu ki: “Git, önce onları kuvvetlice ve sağlamca yap, sonra gel, sana ilmin garâibini öğreteyim.”
(İhyâu Ulûmiddin)

TARİHTE BUGÜN Hz. Ömer (r.a.)'in Şehâdeti (644)

 [3/11 08:27]

TARİHTE BUGÜN
Hz. Ömer (r.a.)'in Şehâdeti (644)
Hazret-i Ömer (r.a.) bir köle tarafından yaralandığında, Hazret-i Ka‘b (r.a.):
*“Ey Ömer! Rabbi’nden ömrünün uzatılmasını istesen duân muhakkak kabul olunur”* dedi.
Hazret-i Ömer ise:
*“Allâh’ım, beni âciz ve ayıplanacak hallere düşmeden rûhumu nezd-i ilâhîne kabz eyle”* diye duâ etti.
Hazret-i Ömer (r.a.) oğluna şöyle vasiyet etmişti:
*“Bana pahalı kefen almayın, iktisatlı davranın. Eğer Allâhü Teâlâ katında amellerimin hayırlı karşılığı varsa, kefenimi ondan daha hayırlısıyla değiştirirler. *Eğer öyle değil ise cesedimden en evvel ayrılacak olan odur.*
*Kabrimi de orta halli yapın.* *Eğer Allah katında bir hayrım varsa kabrim gözün görebildiği kadar genişletilecektir.* *Eğer hayrım yoksa öyle daraltılır ki kemiklerim birbirine geçer.*
*Cenazeme kadınlar gelmesin.*
*Bende olmayan vasıflarla beni tezkiye etmeyiniz, övmeyiniz.* *Muhakkak Allâhü Teâlâ beni en iyi bilendir.*
*Naaşımı taşırken acele ediniz. Eğer Allah katında benim için hayır hazırlandı ise beni hayırlı olana bir an evvel ulaştırmış olursunuz. Eğer öyle değil ise taşıdığınız fena bir yükü omuzlarınızdan atıp kurtulmuş olursunuz.”*
Ensar’dan bir zât, Abdullah bin Ömer’e (r. anhümâ) şöyle dedi:
*“Allâhü Teâlâ’dan bana Hazret-i Ömer’i rüyamda göstermesini niyâz ettim. On sene sonra gördüm, alnından terleri siliyordu.*
*“Ey Müminlerin emîri! Ne yaptın”* dedim.
*“İşte şimdi hesaptan çıktım. Eğer Rabbi’min rahmeti olmasaydı helâk olurdum” dedi. (Târîhu’l-Hulefâ, Suyûtî)*
[3/11 08:27] Cetin Veteriner Dursunbey: *HAZRET-İ ÖMERU’L-FARUK’UN ŞEHİT EDİLMESİ*
Müslümanların ikinci halîfesi Hazret-i Ömer (r.a.), sabah namazı kıldırmak üzere Mescid-i Şerif’e geldi. Saflar düzeltilirken Mecusi Ebû Lü’lü’ iki başlı bir hançerle Hazret-i Ömer’i altı yerinden yaraladı.
Hazret-i Ömer, Abdurrahman bin Avf (r.a.)’a namazı kıldırmasını emretti. Kendisi de kaldırılıp evine götürüldü.
Oğlu Abdullah’ı, müminlerin annesi Âişe (r. anhâ) Hazretleri’ne gönderdi ve hücre-i saadette defnolunmak üzere izin istedi. O da müsâade etti. Abdullah (r.a.), bu cevab ile geri döndüğünde:
*“Elhamdülillâh, en mühim işim bu idi”* dedi.
Resûl-i Ekrem (s.a.v.) ve Ebûbekir (r.a.) Hazret-i Âişe’nin hanesine defnolunmuşlardı.
Oğlu Abdullah’a: *“Vefâtımda beni hücre-i saâdete götürdüğünüzde yine Âişe’den izin isteyiniz. Verirse orada defnediniz. Vermezse Bakî mezaristanında defnediveriniz”* diye vasiyet etti.
Sonra kelime-i şehâdet ve zikrullah ile meşgul oldu ve gece cennet bahçesine göç etti. Hicri yirmi üç senesinin Zilhicce ayının sonunda (M. 644) vefat etti.
Hilâfeti, on sene, altı ay ve küsur gündür. Namazını Suheyb-i Rumî (r.a.) Hazretleri kıldırdı. Naaşını Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in seriri üzere koyup Hazret-i Âişe (r. anhâ) validemizin hanesine götürdüler. Vasiyeti üzere oğlu Abdullah (r.a.):
*“Ey Müminlerin annesi! Ömer, hücre-i saadete defnolunmak üzere sizden rica eder. İznin var mı?”* dedi. Hazret-i Âişe izin verdi. Hücre-i saadete Hazret-i Sıddîk’ın yanına defnettiler. Kabrine oğlu Abdurrahman ile beraber Osman ve Abdurrahman bin Avf ve Sa’d bin Ebî Vakkâs inmişlerdi. (Radıyallahu anhüm.) *(Hz. Ömeru’l-Fâruk, Çamlıca B. Y.)* *RABBİM ŞEFAATLERİNE NAİL EYLESİN(AMİN)*

Günahkârın tevbesi Birçok çeşitli günahlar işleyen biri, tevbe edip dua etse, günahları affolur mu? CEVAP Evet, affolur. Tevbe eden, bir daha günah işlemezse, artık o hiç günah işlememiş gibi olur. İki hadis-i şerif meali şöyledir:


(Allahü teâlâ, “Kulum, elini kaldırıp dua ederse, ben onun elini boş çevirmekten haya ederim” buyurdu. Melekler, “Ya Rabbi, dua eden kimse, layık biri değilse, yine mi elini boş çevirmezsin” dediler. Allahü teâlâ, “Ben mağfiret ehliyim. Siz şahit olun ki onu da affederim” buyurur.) [Hâkim]
(Kul tevbe edince Allah onun günâhlarını muhafaza meleklerine unutturduğu gibi, onun uzuvlarına ve bilen kim varsa hepsine unutturur. Allah’a mülâki olduğunda [hesap günü], günahı sebebiyle aleyhine şahitlik yapacak kimse kalmaz.) [İbni Asakir]

Maşite hatunun imanı

 

6 Kasım, 20:45 
Sadece ben ile paylaşılıyor
Sadece ben
Görüntünün olası içeriği: şunu diyen bir yazı 'HZ.MAŞİTE KİMDİR? HZ.MUSA'YA İMAN EDİP FİRAVUN'UN ZULMÜNE MARUZ KALAN, ÇOCUKLARIYLA ATEŞE ATILARAK ŞEHİT EDİLEN KADIN...'
......😭 Maşite hatunun imanı 😭😭😭..........Firavunun hazine işleriyle görevli bir veziri, bunun da Maşite adında bir hanımı vardı. Firavunun kızının dadılığını yapıyordu. Kendisi Musa aleyhisselamın dinine inandığı halde imanını gizliyor, ibadetlerini de gizli yapıyordu. Maşite hatun bir gün hamamda Firavunun kızının saçını tararken, tarak yere düştü. Tarağı yerden gayri ihtiyari besmele çekerek aldı. Firavunun kızı bu söze kızarak dedi ki: -Ey dadı! Bu nasıl sözdür. Benim babamdan başka tanrı mı vardır? Babamın adını değil de, bir başkasının adını nasıl söylersin? .-Evet yavrum Allah vardır. Hem yeri, göğü ve içindekileri yoktan var eden, seni beni, babanı ve bütün varlıkları yaratan bir Allah vardır. Firavunun kızı bu sözlere daha da kızarak dedi ki: -Seni babama şikayet edeceğim. Hak ettiğin cezaya çarptırılacaksın. Durumu babasına söyledi. Firavun Maşite hatuna dedi ki: - Sen benden başka bir tanrıya inanıyormuşsun. Söyle, benden başka yer yüzünde tanrı var mıdır? .- Ey Firavun sen de biliyorsun ki sen ilâh değil, âciz bir kulsun. Seni de yaratan Allah'tır. Sen fânisin, yok olacaksın. Fakat Allah ebedidir. Fâni değildir. Musa aleyhisselam da Onun Peygamberidir. Bu sözlere çok kızan Firavun onu hemen öldürmektense, her gün bir uzvunu keserek başkalarına da bir ders olmasını istedi. Önce tırnaklarını çektirdi. Saçından tavana asıldı. Kamçılarla vücudundan kan çıkıncaya kadar kırbaçlandı. Bunlara rağmen dininden dönmeyince, Firavunun kini günden güne fazlalaşıyordu. Maşite hatunu bir ağaca bağlattı. Biri 5 yaşında, diğeri de 5 aylık olan iki kız çocuğundan büyüğünü karşısına getirerek şöyle söyledi: -Ey Maşite, beni tanrı olarak kabul edersen seni serbest bırakacağım. Maşite, yavrusunun acıklı hâline, bir de Firavunun hâline baktı. Sonra dedi ki: - Ben ancak bir olan Allah'a inanıyorum. Firavun eline geçirdiği bıçakla 5 yaşındaki yavrunun gırtlağını annesinin gözü önünde kesti. Kanını da Maşite'nin ağzına yüzüne sürdürdü. Sonra tekrar hiddetlenerek şöyle sordu: - Söyle, benden başka tanrı var mıdır?. - Allah birdir, Allah'tan başka ilâh yoktur. Bu sefer Firavun 5 aylık kundaktaki yavruyu getirmelerini istedi. Getirilen yavruyu annesine yaklaştırdıklarında saatlerdir süt emmeyen yavru, meme aramaya başladı. Maşite hatun önceki yavrusunun uğratıldığı akıbetini düşündü. İkinci yavrusunun da hunharca kesilmesine bir anne olarak dayanamayacaktı, kararını verdi. Firavuna Rabbim sensin diyecek, fakat kalben inanmayacaktı. Tam ''Rabbim sensin'' diyeceği sırada küçük yavru dile gelerek dedi ki: - Hayır anne, hayır! sabreyle! Rabbim sensin deme! İmanından asla dönme. Firavuna inanma! Benim için, ablam için, senin için, Allah'ın Cennette hazırlamış olduğu makamı görüyorum. O makamı, etrafında sana hizmet etmek için pervane gibi dönen hurileri de görüyorum. Firavun ve orada hazır olanlar bu sözü duydular. Tevbe edeceklerine daha da hiddetlenen Firavun, 5 aylık yavruyu da hemen boğazlattı. Fakat Maşite hatun ağlamıyor, gülüyordu. Kızının gördüklerini artık o da görüyordu. Ölümünün bir an evvel gelmesini arzuluyordu. Firavun, kocasıyla beraber Maşite hatunu ve yavrusunu kaynar kazanın içine attı. Fakat kini hâlâ yatışmamıştı.

egzamaya zerdecallı süt

KELİME-İ ŞEHÂDET .....“Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve resûlüh” ibâresinin tamâmı. Şehâdet kelimesi.İslâmın beş şartından birincisi ve esâsıdır. Diğer şartlar namaz kılmak, oruç tutmak, zekât vermek, hacca gitmektir. Müslüman olmanın ilk şartı îmân etmektir (Bkz. Îmân). Îmân etmek için, kelime-i şehâdeti söylemek, bunun mânâsını bilmek ve inanmak lâzımdır. Müslüman olmak isteyen bir kimse, önce kelime-i şehâdeti ve mânâsını söyler. Sonra guslü, namazı ve lâzım oldukça farzları, haramları öğrenir. Bir kişinin îmâna gelmesi için kelime-i şehâdeti tamam söylemesi ve îmânın altı şartını(yâni âmentü...yü) işitince inanması lâzımdır (Bkz. Amentü). Resûlullah sallallahü âleyhi ve sellem buyurdu ki: İhlâs ile (yalnız Allahü teâlânın rızâsını düşünerek) Kelime-i şehâdeti getiren Cennet’e girer. Kelime-i şehâdet getirmenin dört şartı vardır: Dil ile söylerken, kalp hazır olmak. Mânâsını bilmek. Hulûs-i kalb ile ihlâsla, yâni Allahü teâlânın rızâsını düşünüp, O’na inanarak söylemek. Tâzim ile (hürmetle) söylemek. Şehâdet kelimesinin mânâsı: “Görmüş gibi bilir, inanır ve şehâdet ederim ki, Allahü teâlâdan başka hiçbir ilah yoktur. Yine görmüş gibi bilir ve inanırım ki, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) Allahü teâlânın hem kulu, hem peygamberidir.” Bu mânâya göre Allahü teâlâdan başka sonsuz varlığı lâzım olan, ibâdet ve itâat olunmaya hakkı olan hiçbir ilah ve hiçbir kimse yoktur. İlâhî vahy ile göndermiş olduğu Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) de Allahü teâlânın hem kulu ve hem de peygamberidir. O’nun gönderilmesi ile O’ndan önceki Peygamberlerin dinleri tamam olmuş, hükümleri kalkmıştır. Ebedî saâdete kavuşmak için ancak O’na uymak lâzımdır. O’nun her sözü, Allahü teâlâ tarafından kendisine bildirilmiştir. Hepsi doğrudur. Yanlışlık ihtimâli yoktur.” İnanarak Kelime-i şehâdeti söylemenin yüz otuz kadar faydası olduğu bildirilmiştir. Bunlardan beş tânesi şöyledir: 1. Azrâil aleyhisselâm ona güzel sûrette gelir. 2. Yağdan kıl çeker gibi rûhunu alır. 3. Cennet kokuları gelir. 4. Müjdeci melekler gelir. 5. Merhabâ yâ mümin! Sen cennetliksin, denir.