31 Aralık 2020 Perşembe

Yıl 1966 sonları. Bir öğle sonrası odamdayım. Kapımıza bir adam gelir. Adı Emin Ersoy’dur. Merhum Akif’in oğlu. ”Sizi biri görmek istiyor” dediler. “Buyursun” dedim. İçeri tıraşı uzamış, üstü başı bakımsız, yaşlıca, çelimsiz bir adam girdi. Hazırolu andıran bir duruş ve hafif bükük bir boyunla: ”Bendeniz Mehmet Akif’in oğluyum” dedi

 

Yıl 1966 sonları. Bir öğle sonrası odamdayım. Kapımıza bir adam gelir. Adı Emin Ersoy’dur. Merhum Akif’in oğlu. ”Sizi biri görmek istiyor” dediler. “Buyursun” dedim. İçeri tıraşı uzamış, üstü başı bakımsız, yaşlıca, çelimsiz bir adam girdi. Hazırolu andıran bir duruş ve hafif bükük bir boyunla: ”Bendeniz Mehmet Akif’in oğluyum” dedi.
Bir anda ne olduğumu şaşırdım. Nasıl şaşırdım bilemezsiniz. Eski bir dostluk havası yaratmak istercesine: ”Oooo buyurun buyurun, nasılsınız?” türünden bir yakınlık göstermeye çalıştım. O, tavrını bozmadı: “Rahatsız etmeyeyim. Sizden ufak bir yardım rica etmeye gelmiştim.” dedi.
Gökler mi tepeme yıkıldı, yer mi yarıldı da, ben mi yerin dibine geçtim; doğrusu fena allak bullak oldum. Ve tek yapabileceğim şeyi yaptım, cüzdanımı çıkartıp uzattım. O, bükük boynuyla: ”Siz ne münasip görürseniz.” dedi. Cinnet cehennemlerinin tüm yıldırımları düşüyordu yüreğime. ”Durun bakalım neyimiz varmış” gibilerden cüzdanı açtım; içinde ne varsa çıkardım, fazla bir şey de yoktu. Bir iki adım attı. Sanırım sadece bir 10, yahut 20 lira aldı. “Çok çok teşekkür ederim, rahatsız ettim.” dedi ve çıktı. Aradan bir ay geçti geçmedi; gazetelerde küçük bir haber ilişti gözüme:
Beşiktaş’taki çöp bidonlarından birinde Mehmet Akif’in oğlunun ölüsü bulunmuştu.
*Çetin Altan
Lütfen yorumlarınızı itidalli yapınız.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder