Müslümanların Zihni Böyle Bulandırılıyor…
Ali Eren
Yeryüzünde semâvî kitaplara inanan üç topluluk var: Yahudiler, Hıristiyanlar, Müslümanlar.
Bunlardan, Mûsâ Aleyhisselam’a inanan Yahudilere Mûsevî, Îsâ Aleyhisselam’a inanan Hıristiyanlara da Îsevî deniliyor.
Biz Müslümanlara da, diğerleri gibi sevgili Peygamberimiz Muhammed Aleyhisselam’ın ismine izâfeten, Muhammedî denilse yanlış olmaz.
Nitekim İslamın ilk yıllarında Müslümanlara Muhammedî deniliyordu. Yanlış da değil. Çünkü Muhammedî demek Müslüman demektir. Zira, bizler Müslüman olarak Peygamberimiz’e inanmakla beraber haliyle ona indirilen Kur’an-ı Kerim’e ve tebliğ ettiği İslam dinine de inanıyoruz.
Tabii ki, “Artık bundan sonra Müslümanlara Muhammedî denilsin” demek istemiyoruz. Çünkü durup dururken böyle söylemek, hem eski köye yeni âdet getirmek, hem de lüzumsuz bir işgüzarlık olur.
Asırlardır İslam dini mensuplarına Müslim / Müslüman deniliyorken, ortada fol yok yumurta yokken ortaya böyle bir iddia atmanın hiçbir mânâsı olamaz…
Yukarıda söylediğim, “Eskiden Müslümanlara Muhammedî deniliyordu. Öyle söylense de doğrudur” sözümü tersine çevirip, “Muhammedî kelimesini kullanmak doğru değildir” desem olur mu?
Tabii ki o da doğru olmaz.
Doğru olmamaktan öte, iki söz birbirine uymayacağı için, bu sözü duyanlar “Bu adam ne söylediğini bilmiyor. Bir öyle söylüyor bir böyle. Söyledikleri birbirini tutmuyor” demezler mi? Tabii ki derler, derlerse de haklı olurlar.
Bu girişten sonra esas meselemize geçebiliriz.
Elimde, ismini biraz sonra arz edeceğim bir kitap var. Kitapta, yukarıda temas ettiğim gibi, birbirinin tam tersi olan ifadeler yer alıyor. Şimdi bu iki ayrı yeri görelim.
1- Kitabın 207. sahifesinde üç yerde ayrı ayrı cümlelerde şöyle deniliyor:
a- “Hz. Peygamberin tebliğ ettiği dine Muhammedîlik, o dine mensup olanlara da Muhammedî denilemez.”
b- “Hz. Muhammed aleyhisselama vahyedilen İslâm mesajı, onun adına dahi indirgenemez.”
c- “Kur’an’ın tebliğ ettiği İslam’ı “Muhammedîlik” olarak algılamak ne kadar yanlış…”
2- Şimdi de aynı kitabın 229. sahifesine bakalım. Orada da tam tersi ifadeler mevcut:
“Yunan-Batı ahlâkı, sınıf temelli bir ahlâktır ve olanı esas kabul eder. Oysa ki olan, olması gerekenden farklı olabilir ve ahlâkın ilkeleri Atina sitesinin zulme dayalı kast sisteminden yola çıkılarak tesbit edilemez. İşte, Muhammedî davetin kadîm Arap ahlâkına getirdiği itiraz da bu olmuş, vahiy, onu baştan sona ilden geçirerek ıslah etmiştir.”
“Muhammedî davet, cahiliyyenin kabileci fikrine dikey ve yatay iki pencere açtı.”
1. ve 2. maddedeki cümlelerdeki altı çizili kelimelere dikkat ederek lütfen tekrar bakalım…
1. maddedeki cümlelerde söylenenle 2. maddede söylenenler birbirine uyuyor mu? Uymadığı ortada…
1. maddedeki üç cümlenin üçünde de “İslam dinine Muhammedîlik, müslümana da Muhammedî denilemez” denildiği halde, 2. maddedeki cümlelerde “Muhammedî davet” kelimesini yazar bizzat kendisi kullanıyor. Yani olamaz dediğini bizzat kendisi yapıyor.
Şimdiii… Aynı kitapta, böyle birbirine uymayan iki ayrı hükmü okuyan okuyucu ne diyecek?
Yukarıda söylediğimiz gibi, “Bu adam ne söylediğini bilmiyor. Bir öyle söylüyor bir böyle. Söyledikleri birbirini tutmuyor” demeyecek mi? Derse, suçlayacak mıyız?
Değerli okuyucular!
Kitaplarına işte böyle birbirine uymayan cümleleri dolduran ve birbirine zıt şeyler yazan kimseler maalesef Türkiye’de kendilerini yazar ve âlim olarak satıyorlar. Hem de “Kur’an âlimi”…
İçinizden soruyorsunuzdur:
Bu kimseler hem de aynı kitapta birbirine uymayan şeyler yazdıklarına göre çok mu câhiller?
Hâyııır! Hiç de câhil değiller. Elbette bir seviyeye kadar bilgileri var. Var ki, kitap yazmaya kalkışıyorlar.
Öyleyse niçin böyle hatalara düşüyorlar?
Efendim, hırsları bilgilerini geçtiği için. Hırslarını frenleyemedikleri için düşüyorlar böyle hatalara.
Daha açıkçası mesele şu:
Şimdi… Bir tarafta okyanus gibi ehl-i sünnet âlimleri duruyor, diğer tarafta da onlara göre bir damla bile ilme sahip olmayan bunlar…
Bu kimseler, kısır ilimlerini artırmak yerine, ehl-i sünnet itikadını kitaplarına derc eden okyanus gibi âlimlere saldırmayı tercih ediyorlar.
Niçin?
Ehl-i sünnet inancını içlerine sindiremedikleri için.
Böyle olunca da, ehl-i sünnetin okyanus gibi âlimlerine saldırmak onlara vazife oluyor…
Bu saldırıda muvaffak olurlarsa bir taşla iki kuş vurmuş olacaklar:
1- Bu âlimleri küçük göstererek, onların ilimlerini Müslümanların zihninde geçersiz ve değersiz kılmak.
2- Bu âlimleri zihinlerden silerek, onların eserlerinde anlattıkları ehl-i sünnet inancını silmek…
Bu hususta alabildiğine hırslılar.
İşte bu hırs, onlarda o kadar ileri ki, -yukarıda okuduğunuz gibi- aynı kitapta hırsla birbirine uymayan şeyler yazarak kendi kendileriyle tenakuza / çelişkiye düştüklerinin farkında bile olmuyorlar.
Âlimlere saldırıyorlar dedik ya, hazır laf açılmışken, buna dair bir misal verelim.
İslam âlimlerinden bir zat var: İmam Mâverdî.
Hicrî 4. ve 5. asırda yaşamış olup Şâfii mezhebi üzere pek çok eserler vermiş olan bu zat, şimdi kendi aleyhinde olanlar gibi yazarlık hevesinde olmadığı için, hayatındayken hiçbir eserini açığa çıkarmamıştır. Eserleri, isteği üzerine vefatından sonra yayıldı.
İşte bu büyük âlim hakkında önümüzdeki kitapta bakın hırsla neler yazılmış:
“Mâverdî, ilk defa ahlâkı düalist bir zeminde ele alarak “din edebi” (edebü’d-din) ve “dünya edebi” (edebü’d-dünya) diye ikiye ayırdı. Bu şekilde İslâmî ahlâk, fıkıhçılar ile mistikler arasında pay edilmeye müsait hâle getirildi. Mistikler birr ve takvâyı sosyal içeriğinden tamamen soyutlayan bir ahlâk anlayışını şiar edinirken, fıkıhçılar da bireysel terbiye, ruh terbiyesi ve nefis tezkiyesini görmezden gelen bir helal-haram formelizmini ruhsuz bir biçimde dayattılar. İlâhî adâletle beşerî adâletin arası açıldı. Adâlet sadece âhirete hasredilerek, insanın âdil bir dünya kurma iddiası yok edildi.” (Sa: 229)
Şimdi siz ne dersiniz bunları yazan kişiye?
Yukarıda anlattığım yanlışlarını yani kendi gözündeki merteği görmüyor, başkalarının gözündeki kibrit çöpünü tenkide kalkışıyor.
Kaldı ki kendi gözündeki mertek, görüşünü tamamen kapattığı için, başkalarını zaten göremiyor. Bu görüş kıtlığıyla bir de başkalarının gözünde, var olduğunu zannettiği fakat aslında hiç olmayan hayâlî kibrit çöpünü tenkide kalkışıyor.
İnsan önce kendi haline bir bakar da ondan sonra başkasını tenkide kalkışır değil mi?
Hem de nedir o öyle İslâmi olmayan kelimeleri bu derece kullanma hırs ve hevesi?
İslâmî meselelerin ele alındığı bir kitapta bu kelimelerin ne işi var?
İslamı, İslâmî kelimelerle anlatabilme kapasiteniz yoksa, ne demeye kitap yazmaya hevesleniyorsunuz?
Nedir o yabancı kelimeler?
Düalist ne demek?
Mistik ne demek?
Formelizm ne demek?
Bu Frengistan menşe’li kelimeleri kullanmak çok mu lezzet veriyor size?
Bunun yanında bir de İslâm âlimlerine ve Müslümanlara iftiranız var ki asıl felâket işte o.
Meselâ, “Mâverdî, ilk defa ahlâkı düalist bir zeminde ele alarak “din edebi” (edebü’d-din) ve “dünya edebi” (edebü’d-dünya) diye ikiye ayırdı. Bu şekilde İslâmî ahlâk, fıkıhçılar ile mistikler arasında pay edilmeye müsait hâle getirildi “ ne demek?
Sanki Müslümanlar kandırılmaya hazır bir topluluktu. Bir Mâverdî çıktı, Müslümanları ikiye böldü. Onlar da bölünüverdiler öyle mi?
İmam Mâverdî, din edebiyle dünya edebini birbirinden ayırmak gibi bir ihanette mi bulundu İslama?
Müslümanları, fıkıhçılar ve mistikler (tasavvuf erbabı) diye esas siz ikiye ayırmıyor musunuz?
Bu iki gurup iki ayrı inanç sahipleri midir ki ayrı ayrı topluluklar gibi ele alıyorsunuz?
Tasavvuf erbabı aynı zamanda fıkıh erbabı değil mi? Olamaz mı?
Tasavvuf erbabı olanların fıkıhla alâkası kesiliyor mu?
Tasavvuf erbabı ibâdetlerini fıkha göre yapmıyorlar mı?
“Fıkıhçılar” denilmesine gelince…
Tasavvufçular aynı zamanda tasavvuf erbabı olamaz mı? Buna bir engel mi var?
Nitekim tarih boyunca olmamışlar mıdır?
Tarihte sayısız kimseler hem fıkıh âlimi olup hem tasavvuf hayatı yaşamadı mı?
Bakın bakın, şu cümlelerdeki iftiralara bakın:
“Mistikler birr ve takvâyı sosyal içeriğinden tamamen soyutlayan bir ahlâk anlayışını şiar edinirken, fıkıhçılar da bireysel terbiye, ruh terbiyesi ve nefis tezkiyesini görmezden gelen bir helal-haram formelizmini ruhsuz bir biçimde dayattılar.”
Bir insanın bunları yazabilmesi için, sadece şiddetli bir tasavvuf ve fıkıh muarızı olması kâfi gelmez aynı zamanda büyük bir iftira hazinesinin de sahibi olması lâzım. Aksi takdirde böyle şeyler yazamaz.
Yazara göre, tasavvufçular “İyilik ve takvâyı sosyallikten çıkaran bir ahlâkı benimseyerek” İslamın bir tarafını çökertirken, fıkıhçılar da “bireysel terbiyeyi, ruh terbiyesini ve nefis tezkiyesini görmezden gelerek” İslamın başka bir tarafını çökertip yıkmışlar…
Fıkıhçılar ile tasavvufçular meğer ne şiddetli İslam düşmanı imişler. (!)
Demek, bunların her biri İslamı ayrı cihetlerden bozan guruplarmış da biz bilmiyormuşuz(!)
Öyleyse gelin fıkhı da tasavvufu da ortadan kaldıralım.
Ne dersiniz, öyle mi yapalım?
Önce tasavvufu ortadan kaldıralım da, farzları yerine getirdiği gibi nâfile ibâdetleri bile yapan ve Allah’ı en çok zikreden guruplardan dünya kurtulsun bari.
Peki fıkıhçıları ne yapalım?
Onları da halledelim.
Hallettik diyelim, peki ibâdetlerimizi neye göre yapacağız?
Aman canım, senin düşündüğün şeye de bak!
Hele bir fıkıhtan kurtulalım da gerisi kolay.
Tamam da nasıl yani, neye göre ibâdet edeceğiz?
Canım telaş etme, yine fıkha göre yaparsın ibâdetini.
Ama “hem bireysel terbiyeyi hem ruh terbiyesini hem de nefis tezkiyesini görmezden geldiler “diye fıkıh âlimlerini hani kötülüyorduk?
Senin anlayışın da amma da kıtmış yani. Biz sadece eski fıkıhçıları istemiyoruz. Onların yazdıkları ortadan kalksın da gerisi kolay.
Nasıl kolay?
Canım zamanımızdaki fıkıhçılarımız ne güne duruyor? Onların dedikleri gibi ibâdet ederiz…
Haa… Siz eski müctehidlerin ictihadlarını atalım, modern müctehidlerin dediklerine göre ibâdet edelim demek istiyorsunuz.
Hele şükür ki anlayabildin. Tabii öyle demek istiyorum…
Değerli okuyucular, bu tiplerin dillerinin altındaki işte bu.
Onların zihinlerinde tasavvuftan, fıkıhtan bahseden eski âlimler tuu kaka, İslamı Nasrettin Hoca’nın kuşuna benzetmeye çalışan yeni müstechidler cici mi cici…
Neden?
Çünkü o ciciler bizzat kendileri de ondan…
Değerli okuyucular!
Yukarıdan beri yanlışlarına dikkat çektiğimiz eser, Mustafa İslamoğlu’nun ÜÇ MUHAMMED isimli eseridir.
Makalemize, bu kitaptaki sonu gelmez çelişkilerden bir tanesine işaret ederek son verelim.
İslamoğlu, Müslümanların Peygamberimiz’i aşırı derecede sevmesinden son derece rahatsız. Bunu kitabında açıkça yazmaktan da çekinmiyor. Ama kendisi hakkında, “Bu zat Peygamber sevgisinden rahatsız” denilmesini de istemiyor. Bu tür bir tenkide muhatap olmamak için de kurnazlık yapıyor ve kendisini kurtaracak bazı cümleler kullanıyor.
Meselâ şöyle diyor:
“Hz. Peygamber’i diğer peygamberlerden ayıran fark, Kur’an vahyini diğer vahiylerden ayıran farktır. O da, bütün insanlığı muhatap alan bir mesajla geldiği için bütün âlemlere rahmet olma farkıdır. Nasıl ki Kur’an kendisinden önceki ilâhî mesajların özünü içerisinde toplayan ve onlara “hakem” olan bir zirve ise, Hz. Peygamber de kendisinden önceki nebiler zincirinin taç halkası ve zirvesidir.” (Sa: 231)
Bunlar ne kadar güzel ve ne kadar doğru sözler değil mi? Gördüğünüz gibi, Sayın İslamoğlu “Peygamberimiz’in bütün âlemlere rahmet olduğunu” ve “Peygamberler zincirinin en üstün halkası ve zirvesi yani en yükseği olduğunu” söylüyor.
Doğrudur, aynen yazdığı gibidir. Ancak, işin bir de başka yönü var.
Gönül isterdi ki bu güzel cümleler takiyyesiz ve samimi olarak yazılmış olsun. Ama maalesef bu satırlarda biz samimiyet bulamıyoruz. Sebebini anlatayım:
60-65 sene önce vefat eden Musa Cârullah isimli reformist bir âlim vardı. Bir kitabında şöyle demiş:
“…Hz. Peygamber kendisini ümmetin bir ferdi gibi takdim ediyor. Öyleyse ümmetin her ferdi de Peygamber gibidir.”
Adam bu sözüyle, “Ha Peygamber ha diğer insanlar. Arada fark yok” diyerek Peygamberlik makamını açıktan açığa inkar ediyor.
O inkar ediyorsa bunun İslamoğlu ile alâkası ne? Şu: O da onun bu sözlerini ÖVÜYOR… (Sa: 28)
Onun için biz de İslamoğlu’na soruyoruz: O zaman sizin Peygamberimiz hakkında ”O, peygamberler zincirinin zirvesidir” demenizin ne mânâsı kaldı?
Bir taraftan Peygamberimiz’in peygamberler zincirinin zirvesi olduğunu söyleyeceksin, bir taraftan da “Peygamber ile diğer insanların arasında hiç bir fark yok” diyen birisini överek peygamberlik makamını yok sayacaksın. Bu olmaz…
Kimse bizden, bu çelişkiyi görmememizi beklemesin.
İkinci bir misal:
İslamoğlu, yukarıdaki güzel ve doğru sözleri yazmakla beraber, Peygamberimiz’in diğer peygamberlerden üstün olduğunu söylemenin doğru olmadığını ispata çalışıyor, buna delil olarak da Kurtubî tefsirini öne sürüyor. Şunu yazıyor:
“Kurtubî, peygamberlik açısından üstünlük iddiasının, âyetin (Bakara, 253) açık anlamına aykırı olduğu sonucuna varır” diyor. (Sa: 66)
Asla!… Kurtubî öyle söylemiyor. İftira huyundan bir türlü vaz geçemeyen İslamoğlu, Kurtubî’ye iftira ediyor. Ama galiba “Canım kim açıp da Kurtubî öyle yazıyor mu yazmıyor mu diye bakacak” diye düşünüyor olmalı ki Kurtubî’de olmayan bir cümleyi varmış gibi gösteriyor.
Sebebi de şu: Peygamberimiz’in diğer peygamberlerden üstün olmadığını kendisi söylese itiraz edileceğini biliyor. Bildiği için kendi kanaatını Kurtubî tefsirine söyletiyor…
Kendisine soralım:
1- Kitabınızın 28. sahifesinde yazdığınız gibi, “Hz. Peygamber ümmetin her ferdi gibi, ümmetin her ferdi de Peygamber gibi” midir, yoksa 231. sahifede yazdığınız gibi, Peygamberimiz bütün insanlardan üstün olduğu gibi “Bütün peygamberlerden üstün olup bütün âlemlere rahmet” midir?
2- Kurtubî’ye atfen 66. sahifede yazdığınız gibi, “Peygamberlik açısından üstünlük iddiasının âyetin açık anlamına aykırı” olduğu mu doğrudur, yoksa 231. sahifede yazdığınız gibi, “Peygamberimiz’in bütün peygamberlerin zirvesi olduğu” mu doğrudur?
Kısaca soralım:
Kitabınızın 28. ve 66. sahifesinde yazdıklarınız mı doğrudur, yoksa 231. sahifede yazdıklarımız mı?..
Cevap?…