28 Ağustos 2019 Çarşamba

Kerâmâtül'velî hakkun!


İsmail Yilmaz
Kerâmâtül'velî hakkun!
1945 yılı idi. İstanbul emniyet müdürlüğünde Komiser olarak görev
yapıyordum. O tarihlerde emniyetteki “Tabutluk” çok meşhur idi. Bunu herkes
bilir. Bir gün Emniyet müdürümüz kapıdan:
Komiser!.. Diye seslenerek beni makam odasına çağırdı. Odasına girdiğimde bana:
-Bu bekçi ne diyor?.. Bir bak bakalım! Dedi.
Bekçi ile birlikte giderken, “Mesele nedir?” diye sordum.
Bekçi, bodrumu işaret etti. Yani meşhur Tabutluğu göstermişti.
Merdivenleri inerek “mahzen” denilen yerin uc kısmındaki Beton kuyu’nun yanına
geldik. Bir M2 genişliğinde dört tarafı perde beton çevrili kuyunun yüksekliği 2,5 metre
kadardı. Hiçbir tarafında su sızdıracak bir delik ve kapağı yoktu.
Bekçi bana dedi ki:
-Efendim bu kuyunun içinde sakallı bir zât var. Kuyuya üstündeki musluktan su
akıyor. Kuyu su ile dolduğunda Müdür beye haber vermek üzere
görevlendirilmiş idim. Belli bir zaman sonra merdivene çıkıp kuyunun içine
baktığımda musluktan, devamlı su aktığı halde, kuyuda su olmadığını gördüm.
Müdür Beye gidip durumu haber verdim ama, inanmak istemedi. Onun üzerine
sizi çağırdı” dedi.
Merdiveni tırmanıp üstten kuyunun içine baktım. Takrîben 60 yaşlarında sakallı, nur
yüzlü bir zât, boynu bükük ve düşünceye dalmış bir halde, ayakta dikiliyordu. Bir
taraftan da üstten su akıp duruyordu. Kuyunun altı ıslak fakat, bekçinin anlattığı gibi,
hakikaten kuyunun içinde hiç su yoktu.
Dehşete kapıldım. Korku içinde ve elim ayağım titrer vaziyette merdivenden indim.
Gidip vaziyeti müdür beye anlattım. Bu defa müdür.
-Görelim bakalım! Dedi. Beni de yanına alarak mahzendeki beton kuyunun yanına
gittik ve kendisi merdivenleri çıkarak, üstteki musluğundan devamlı su akan kuyuya
yukarıdan bakıp, içinde hiç su olmadığını görünce, tam bir korkuya kapılıp, odasına
doğru ilerlerken bir taraftan da bize talimat veriyordu:
-Salın salın!.. Başımıza bir felâket gelmesin, bırakın evine gitsin!..diyordu.
Bu hâdiseden şahsen, çok etkilenmiştim. Kendimi toparladıktan sonra hemen
dosyasını inceledim. Beton kuyuya konulmuş olan zât’ın, Fâtih dersiâmlarından
Süleyman Hilmi Tunahan olduğunu öğrendim. Kısıklı’da Kur’an kursu açıp Arapça
Din dersleri verdiği için gözaltına alınmıştı.
Dosyasından, ikametgâh adresini aldım ve ilk fırsatta gidip kendisini ziyaret etmeyi
kafama koydum.
Pazar günü en iyi elbiselerimi geyip, kendimi ruhen de hazırlayarak, Kısıklı’daki
hânesine gittim ve kendisini ziyaret ettim. Mübarek elini öptüm. Kendisine yapılmak
istenen muâmeleden duyduğum üzüntüyü ifade ederek özür diledim.
Ama o, sanki hiçbir şey olmamış gibi tatlı bir tebessümle:
- Olur mu evladım?.. Senin ne kabahatin var!. Sonra bizim hiç kimseye
kırgınlığımız yoktur. Bunlar normal şeylerdir” dedi.
Sanki hiçbir şey olmamış gibi güleryüzü ve tatlı tebessümü ile beni hayrette bıraktı. O
güzel tavrı ve sözleri karşısında sanki erimiştim.
Yanına gelenler vardı. Ama uzun müddet beni göndermedi. Mahremiyete de son
derece ehemmiyet veriyordu. Benim kimliğimi kimseye açıklamadı. Çay içirdi,
ikramlarda bulundu. Bana, lâyık olmadığım çok güzel duâlar yaptı. Öyle haz
duymuştum ki, yanından hiç ayrılmak istemiyordum.. Nihayet:
-Efendim, ara sıra ziyaretinize gelip elinizi öpmeme izin lütfeder misiniz? Diye sorma
cesâreti buldum.
-Pek tabii, her zaman gelebilirsiniz evladım!. dedi.
Buna çok sevindim ve daha fazla yormamak için artık izin alıp büyük bir şevkle tekrar
elini öperek, huzurlarından ayrıldım.
O günden itibaren vefâtına kadar fırsat buldukça hep kendisini ziyaret edip mübarek
elini öptüm. İstanbul Emniyet müdürlüğüm sırasında da gidip ziyaret ettim. 16 Eylül
1959 günü vefatında Kayseri’de idim. Defnine yetişemedim fakat, sonra gelip,
mübarek hânesine ta’ziyede bulundum.
Hep gittiğim misafirhanede bu defa, artık hizmetleri üstlenen Kemâl Kacar Beyi
ziyaret ediyordum. Ayrılırken elini öpmek istedim fakat Kemâl bey müsâde etmedi.
Üstelik hiddetlendi.
-Benim öyle bir şeye hakkım yok, dedi. Ama, elini öpemediğim için şahsen
üzüldüm. Ama kendisi bunda kararlı görünüyordu.
Son bir ümit ile kendisine şöyle dedim:
-Kemâl Bey, ben sizin elinizi değil, Süleyman efendi hazretlerinin elini öpmek
istiyorum. Yıllarca buraya gelip, huşû ile mübarek elini öpmekten büyük haz
duyduğum o mübarek zâtı, artık bulamayacağım. Onun için, sağlığında
kendisini ziyaret ettiğim o zat’ın yerine, bundan sonra sizi ziyaret edip, onun
adına, sizin elinizi öpmek istiyorum. Buna izin verirseniz çok sevinirim!” dedim.
Bu sözlerimi dinleyen Kemâl Bey’in sîmâsı değişti. Sonra bana dönerek dedi ki:
-Benim elimi sen, Hz. Üstâzımın niyetiyle mi öpmek istiyorsun?..
-Evet, aynen onu demek istiyorum” dedim.
Bunun üzerine Kemâl bey, sanki başka bir Kemâl Bey oldu. Bir anda tavrı değişti,
şekli tebeddül etti. ”Süleyman efendi” deyince Kemâl Beyin sanki kimyâsı değişti.
Bir an düşünceye daldı ve sonra bana dönerek
Hayrettin Bey!... Elini öptürmek, bu yolda sâdece O’nun hakkıdır. Ben, O’nun
hakkına ve bana âit olmayan bir şeye aslâ tecavüz edemem.. Ancak şimdi iş
değişti. Benim elimi, O’nun adına öpeceksen, işte ona itiraz edemem” Dedi.
Ve elini, bana doğru uzatarak:
-Buyrun!... Şimdi rahatlıkla “O Eli” öpebilirsin, dedi.
Kemâl beyin o anda, gözleri yaşla dolu idi.
Artık O’nun elini, rahat bir şekilde öptüm ve çok haz duydum.
İşte o günden beri, Kemal beyi her gördüğümde, aramızdaki malum şifre sebebiyle
elini hep öperim.
Hayrettin Nakiboğlu-
Eski Trabzon ve Niğde Valisi - Eski İstanbul emniyet müdürü

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder