2 Aralık 2019 Pazartesi

Allah'ın Görünmeyen Erleri (Rical'ul Gayb)


Allah-u Zülcelal Hazretleri, insanı hiçbir zaman nefsi ile baş başa, başıboş bırakmamıştır, yaratılış gününden beri insanı denetim ve gözetim altında tutmuştur.

‘Eşref-i mahlukat’ olarak yaratılan insan, yine insanlarla, ama seçkin olan rehber insanların vasıtasıyla irşad edilmiş, yolu aydınlatılmıştır.

Bu rehberler, “Peygamber” denen Allah-u Zülcelal’in elçileri ve onların maneviyatlarının varisleri olan “Veliler”dir.


Peygamberler, Hak’tan aldıkları hakikat meşaleleriyle insanların yollarını aydınlatmış, onları kötülükten korumuşlardır. Peygamberlerin varisleri veliler de aynı yolu takip ederek, insanların hak yola dönmeleri ve aydınlığı bulmaları için gayret ve mesai harcamışlardır. 

İnsanlığın var oluşundan bu yana süregelen ve Peygamber Efendimiz (sav) Efendimiz ile birlikte devam eden Fatiha Suresi’ndeki “İhdina’s Sırada’l Mustakîm…” diye başlayıp devam eden ayetlerin sırrı, insanlığın başlangıcından bu yana devam etmiş ve kıyamete kadar devam edecektir.

Peygamberler ve onların varisleri (veliler) hiçbir zaman kendi arzularıyla kendi nefisleri için ve kendileri namına, ‘asaleten’ bir davette bulunmamışlardır. Onlar sadece ilahi emirle Allah Rızası için ve Hz. Peygamber’in gölgesi altında, insanları hak yola davet etmişlerdir.

Bu yolda öğrenilen ve öğretilen ilk nokta; “Hakikat ehlinin en büyük sermayesi yokluktur” olmuştur. Tevazunun zirvesindeki bu Zatlar, kendilerini, bırakın insanları, herhangi bir eşyadan bile kıymetsiz ve aşağı görme yüksekliğini gösterebilmiş, bunu hayatlarının her anına yansıtmış nadir insanlardır.

Gaye Hak’tır Hakka ulaşmaktır. Şah-ı Nakşibend (ks) hazretleri şöyle buyurmuş: 

“Ben Hakk’ka ulaşmayı istedim. Hak Celle ve Ala Hazretleri beni bu yolda rehberlik yapanlara ulaştırdı. Onlar da beni Hakk’a ulaştırdı. Mürşid-i hakiki Hazret-i Allah’tır.”

Şu ahir zamanın akış biçimini, günahlara düşme konusunda insanların gafletini ve şeytanın insanları kandırmak için elinde bulundurduğu sermayenin çokluğunu gördüğümüzde, insan şunu anlıyor ki; Allah’a giden yolda, İslam’ı anlamada, Peygamber varisi veliler, mürşitler bizim için Allah-u Zülcelal’in lütfu ve bizim için halk ettiği kolaylıklardır. 

Bazı insanlar, Nübüvvetin sona ermesiyle müşahhas örneklerin de bittiğini söyleyerek velayet ve irşad meselesini teorik/ilmi olarak kabul etmelerine rağmen, zamanımızda pratik olarak örneğinin bulunmadığını söylemektedirler. 

Ahmed bin Hanbel (r.aleyh)’in naklettiği bir hadis-i şerifte, Peygamber Efendimiz (sav) şöyle buyuruyor:

“Bu ümmet içerisinde kırk kişi İbrahim meşrebi üzerinde, yedi kişi Musa meşrebi üzerinde, bir kişi de Muhammed (sav) meşrebi üzerinde bulunur. Bunlar mertebelerine göre insanların efendisidir.” (Bu hadis, İmam Ahmed Hambel’in Kitabu’z Zühd’ünde sahih, hatta mütevatir olarak belirtilmektedir. Bu ibare için ayrıca bknz. S. Ateş, ‘Sülemi ve Tasavvufi Tefsiri’, İstanbul, 1969, s. 200.)

Yani, her zaman ve her devirde, Allah-u Zülcelal’in veli kulları, manevi alemin erleri mevcut olmuş ve kıyamete kadar da mevcut olacaktır. Manevi alemi yok saymak ya da inkar etmek, gözleri kapatıp ‘güneş yok’ demek gibidir. Zira, insanların hepsi gözlerini kapatsa da güneş yine vardır ve hakikati ortadadır. Geçmişte yaşamış alimler, Allah dostları, bu konuyu ciddiye almış ve hakikatini ortaya koymuşlardır.


Ebu Osman diyor ki: "Budelâ (ebdâl) kırk kişidir, umenâ (eminler) yedi kişidir. Hulefâ (halifeler) üç kişidir, kutup bir kişidir. Velilerin imamı olan kutup, bütün velileri bilir ve yönetir. Ama kendisini kimse bilmez ve yönetmez. Hulefâ olan üç kişi de yedileri bilir ve yönetir. Yediler de kırkları bilirler. Fakat kırklar; yedileri, üçleri ve kutbu bilmezler. Ancak ümmet arasında bulunan diğer velileri bilirler. Diğer veliler de kırkları bilmezler. Kırklardan biri ölürse, ümmet arasında bulunan velilerden biri onun yerine getirilir. Yedilerden biri ölürse, kırklardan biri yerine getirilir. Üçlerden biri ölürse, yedilerden biri yerine getirilir. Kutup ölürse, yerine üçlerden biri getirilir. Bu, kıyamete kadar böyle sürer."

Kehf Suesi’nin 65'inci ayetinde, Hz. Musa'nın, Allah katından kendisine gizli ilim verilmiş salih bir kul ile buluştuğu anlatılır: "(Musa, Orada) Kullarımızdan bir kul buldular ki, biz ona katımızdan bir rahmet vermiştik ve ona katımızdan bir ilim öğretmiştik." Bu ayetten, Allah'ın salih kuluna (Hızır Aleyhisselâm'a) kendi ‘ledün’ünden, kendisine arkadaş olan Musa'nın vâkıf olmadığı bir ilmin verilmiş olduğu anlaşılmaktadır. Ledün, yanında, katında anlamına gelmektedir.

"Onlar, sadece şu yakın hayatın dış yüzünü bilirler, ahiretten ise onlar tamamen gafildirler" (Rûm: 84/7) ayetinde de insanların çoğunun ancak dünya hayatının görünen kısmını bildikleri, fakat ahiretten habersiz oldukları belirtiliyor. İnsanın bilgisi, dış dünyaya açılan duyuların algısına dayanır. Görünmez olan âlem, duyularla algılanmaz, imanla bilinir.

Sonuç olarak, insan başı boş ve kontrolsüz bir yaşamın ve alemin olduğuna, kendisini ne kadar inandırmak isterse istesin, her şeyi yoktan var eden Yaradan’ın yarattığı her şeyi kendine has şekilde kontrol ettiğini ve nasıl ki kainatı zahirini bir denge ve sebepler zincirine bağlamış ise manevi alemi de bir denge ve sebepler zincirine bağladığını unutmamamız gerekmektedir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder