Vehbi Düvel
KADER, KAZA, İRADE
Kader, kazâ ve irâde, Ehl-i Sünnet’in inanç esasları içerisinde üç temel kavramdır.
Kader, kazâ ve irâde, Ehl-i Sünnet’in inanç esasları içerisinde üç temel kavramdır.
Mâlumdur ki, Allah Teâlâ’dan başka bir yaratıcı yoktur. Kâinatte meydana gelen ve gelecek olan her şey, mutlaka O’nun ilmi (bilmesi), irâdesi (dilemesi) ve yaratmasıyla vücûda gelir.
Herhangi bir şeyin muayyen bir şekilde vücûda gelmesini Allah Teâlâ’nın ezelde dilemiş olmasına “kader” adı verilir ve kader’e inanmak da imanın şartlarından altıncısıdır.
Allah Teâlâ’nın dilemiş olduğu herhangi bir şeyi, zamanı gelince meydana getirmesine de “kazâ” denilir.
Bir başka ifadeyle kader, Allâhü zü’l-Celâl’in her şeyi bilmesi ve yazması... Tâbir caizse, kâinatın plan ve projesi. Yani olmuşlar, olanlar, olacaklar... Bütün bunlar, kader defterinde mevcut. Bunların başa gelmesi, kaderdeki bir hükmün infâzı, yerine getirilmesi de kazâdır. İrâde ise, insandaki seçme kuvveti, önündeki şıklardan birisini tercih edebilme hürriyetidir. Meselâ hepimizin ne zaman, nerede, ne yapacağımız yazılmıştır. Şu okumakta olduğumuz yazıyı okuyacağımız, kaderimizde vardır. Okuduğumuz zaman da bu hüküm infaz edildi ve kazâ oldu demektir. Okumak veya okumamak hususunda düşündükten sonra, okumaya karar verdik ki, bu da irâdemizi gösterir.
Peki bu durumda, “Nasıl olsa Allah Teâlâ olacakları biliyor; kaderde yazılan kazâ olacak, elden ne gelir?” deyip, mes’ûliyet ve mükellefiyetten kurtulabilir miyiz? Aslâ! Zira Cenâb-ı Hak kaderi takdir ederken, insanın neyi tercih edeceğini elbette ki biliyor. “Bilmek” ise, zorla-cebren “yaptırmak” demek değildir.
Meselâ mesleğinde çok mâhir bir kameraman düşünelim: Muhal farz, diyelim ki bu adam, bizim gelecekteki on günlük hayatımızı gizlice filme aldı. Yani, on günlük hayatımızı önceden bildi. On birinci gün filmi bize gösterdi. İşlediğimiz hataları, günahları, suçları seyrettik. Bu durumda kameramana dönüp, “Sen bizim on günlük geleceğimizi bilmesen, görüntülemesen biz filmdeki suçları işlemezdik” diyebilir miyiz?
Türkçemizde “Teşbihte hata olmaz, hatasız da teşbih olmaz” diye bir tâbirimiz vardır. Yani, kıyaslama ve benzetme yoluyla bazı şeyleri açıklığa kavuşturmakta hata olmaz; ama bu usûlün hatasız-kusursuz yapılanı da pek bulunmaz demek. Biz de bu tâbirimize dayanarak şöyle bir teşbihte bulunabilir ve deriz ki:
Allah Teâlâ, bizim, ömrümüz boyunca yapacaklarımızı, gûya ezel kamerasıyla “Levh-i Mahfûz” denilen kasete almış. Ancak bu tesbit bizim hareketlerimize aslâ tesir etmiyor, bizi zorlamıyor; yaptığımız her şeyi kendi hür irâdemizle işliyoruz.
***
***
KAZA VE KADERİN SIRLARI
İmâm-ı Rabbânî (k.s.), Mevlânâ Bedreddîn’e yazdığı mektuplarında, kazâ ve kader’in sırlarına dair dikkat çekici şu bilgileri vermektedir:
“Allah Teâlâ, kazâ ve kaderin sırlarını (incelik ve gizliliklerini) kullarından havâs zümresine (seçkin kullarına) açtı, bildirdi. (Ancak sebep ve hikmetleri kavrayamayıp) doğru ve orta yoldan sapmaları mümkün olduğu için, avamdan (halktan) da bunu gizledi.
“... Kazâ ve kader mevzuu, insanı hayrete düşüren, şaşırtan durumların çokça bulunduğu meselelerdendir. Bunları gören kimselerin pek çoğunda, bozuk düşünce ve hayâller ağır basar.
“... Diğer hususlarda olduğu gibi, kazâ ve kader inancında da orta yolu tutan topluluk, Ehl-i Sünnet câimasıdır. En doğru ve en sağlam yol da, onların tuttutkları yoldur; kurtuluş yolunu bulmaya onlar muvaffak olmuşlardır.
“Allah onlardan da, onlardan öncekilerden (seleflerinden) de, onlardan sonra gelenlerden (haleflerinden) de râzi olsun. Bunlar ne ifrâta, ne de tefrîte sapmışlar (aşırılıklardan uzak, mu’tedil olanı) orta yolu seçmişlerdir.”(1)
***
***
İKİ TÜRLÜ KAZA VARDIR
Gene İmâm-ı Rabbânî (k.s.) hazretleri anlatıyor:
“Kazâ iki kısma ayrılır:
a) Kazâ-i muallak: Askıda olup, değişmesi mümkün olan kazâ.
b) Kazâ-i mübrem: Kesinleşmiş, değişmesi ve kaçınılması imkânsız olan kazâ.
Tebdil ve tağyir ihtimali yani değişme, başka bir hâl alma durumu, ancak muallak olan kazâdadır. [Allâh’ın ezelî hükmünün yerine gelmesi, takdirinin olması, bir başka ifadeyle, kaderin fiilen ortaya çıkması demek olan kazâda değişiklik, sadece kazâ-i muallaktadır, mübrem olanda değil.]
Kazâ-i mübremde tebdilin de tağyirin de yeri yoktur; değişmesinin, bozulmasının imkân ve ihtimâli olamaz.
Noksan sıfatlardan uzak kemâl sıfatlarla muttasıf olan Allah Teâlâ şöyle buyurdu:
‘Benim katımda söz değiştirilmez ve ben kullarıma asla zulmedici değilim.’(2)
Bu âyet-i kerimedeki (değişmeyeceği belirtilen) kazâ, kazâ-i mübremdir.
Kazâ-i muallak için de şöyle buyrulmuştur:
‘Allah dilediğini siler, (dilediğini de) sabit bırakır. Bütün kitapların aslı onun yanındadır.’(3)
Hazret-i Şeyhim (Muhammed Bâkibillah k.s.), şöyle dedi:
Seyyid Muhyiddîn Abdülkadir Geylâni (k.s.) hazretleri, bazı risâlelerinde yazmıştır ki, ‘Hiç kimsenin mübrem olan kazâyı değiştirmeye gücü yetmez; ancak benim için müstesnadır, yani ben değiştirebilirim. Çünkü ben, onda istediğim gibi tasarruf edebilirim.’
Şeyhim, bu sözden dolayı çoğu zaman hayretini ifade eder ve böyle bir tasarrufu (kul için) uzak görürdü. Allah Teâlâ beni, bazı dostlara yönelen belâların def’ine çalıştığım sırada, bu büyük devletle (meseleyi öğrenme nimeti ile) şereflendirinceye kadar, uzun müddet, Şeyhimin, Abdülkadir Geylâni’den naklettiği bu söz, şu Fakîr’in zihnini de meşgul etti. İşte o zaman beni, (Rabbime kâmil mânâda) bir sığınma, yalvarıp yakarma, tam bir huşu’ hâli kapladı ve bu esnada şu mânâ hâsıl oldu:
‘Bu kazâ, bir başka emirle Levh-i Mahfuz’da muallak olmaktan çıkmıştır; hiçbir şarta bağlı değildir.’
Bunun üzerine bende bir nevi ümitsizlik ve mahrûmiyet hâli hâsıl oldu. O zaman Seyyid Abdülkadir Geylâni’nin (k.s.) sözü tekrar hatırıma geldi. Ve ikinci defa Allah Teâlâ’ya iltica ettim. Acz ve inkisâr ile o yüce Zat’a yöneldim. Bu defa Cenâb-ı Hak, bana şu mânâyı açtı:
‘Kazâ-i muallak iki çeşittir:
‘Birincisi öyle bir kazâ ki, onunla alâkalı olan hususlar Levh-i Mahfûz’a konmuş ve melekler de ona muttali’ kılınıp haberdâr edilmişlerdir.
‘İkincisi de yine öyle bir kazâdır ki, bununla alâkalı olan meseleler sadece Cenâb-ı Hakk’ın nezdindedir. Ve bu kısım, Levh-i Mahfûz’da kazâ-i mübrem suretindedir. Bunun meydana çıkmayan kısmı ise kazâ-i muallaktır ve birinci kısım gibi değişme ihtimâli vardır.’
O zaman anladım ki, Abdülkadir Geylâni’nin (k.s.) sözü, bu mübrem şeklinde görülen fakat muallak olan kazâ için söylenmiştir. Hakiki mânâdaki mübrem kazâya göre değil... Çünkü, gâyet açıktır ki, onda tebdil ve tasarruf (değişme ve değiştirebilme işi), dinî bakımdan da akıl yönünden de imkânsızdır.
Meselenin özü şudur:
Bu kazânın hakikatine dair çok az kişinin bilgisi vardır, dolayısiyle bunda tasarruf nasıl mümkün olsun..?
Yukarıda sözü geçen kardeşimize yönelen belânın da, ikinci kısma ait olduğunu gördüm ve Allah Teâlâ’nın ondan o belâyı uzaklaştırdığı da bildirildi.”(4)
***
***
KADERİMİZ, İRADEMİZ VE AMELLERİMİZ
Hazret-i Ali radıyallâhü anh anlatıyor:
“Resûlüllah (s.a.v.) bir gün elindeki çubukla yeri eşeledi. Sonra başını kaldırdı ve şöyle buyurdu: ‘Sizden hiçbir kimse yoktur ki, Allah onun cennetteki ve cehennemdeki yerini yazmamış olsun. Herkesin saîd (mü’min) veya şakî (kâfir) olduğu muhakkak yazılmıştır.’
Oradakilerden biri, ‘O halde yâ Resûlallah, biz bu yazımız (kaderimiz) üzerine itimat etmeyelim mi? (Yani bu durumda yapmaya çalıştıklarımızın faydası nedir?)’ diye sordu.
Resûlüllah (s.a.v.), ‘Hayır, sizler (sâlih) amellere devam edin. Çünkü herkes niçin yaratıldıysa, o kendisine kolaylaştırılmıştır. Saâdet erbâbından olan saâdet ameli yapar, şakâvet erbâbından olan şakîlik ameli yapar’ buyurdu. Sonra da şu (mealdeki) âyetleri okudu:
‘Kim Allah yolunda (mallarının hakkını) verir (zekâtını öder, bağışta bulunur) ve Allah’tan korkarsa, o en güzeli (Lâ ilâhe illallah kelime-i tevhîdini) de tasdik ederse, biz de onu en kolaya (yani cennete girmek gibi kolaylığa ve rahata kavuşturan güzel ahlâka) hazırlar, onda muvaffak kılarız. Fakat kim de (Allâh’ın hakkına karşı emrolunduğu zekâtı vermekte, hayır ve hasenâtta bulunmakta) cimrilik edip vermez, kendisini müstağnî görür (yani Allâh’ın âhiret nimetlerine karşı kendisini muhtaç görmez) ve o en güzeli (Allâh’ın varlığını-birliğini) de yalanlarsa, biz de ona en zor olanı (cehennemi) kolaylaştırırız. (Bu suretle ibâdet ve tâat, hac, zekât ve sadaka gibi bedenî ve mâlî bütün kulluk vazife ve yükümlülükleri ona güç ve çetin; kendisini cehenneme sevk edecek olan her türlü günah ve kötülükler ise, çok kolay gelir.)”(5)
***
Görüldüğü üzere hadîs-i şerifte, cennetliklerin de cehennemliklerin de Rabb’imiz tarafından Levh-i Mahfuz’da tesbit edilmiş, bir başka ifadeyle ezelde takdir olunup yazılmış olduğu bildiriliyor. Ancak bunun, insanı fiillerinde zorlamadığı, tercih hakkının bulunduğu, hatta seçtiği yolun kendisine kolaylaştırılacağı da açıkça ifade edilmektedir.
***
Görüldüğü üzere hadîs-i şerifte, cennetliklerin de cehennemliklerin de Rabb’imiz tarafından Levh-i Mahfuz’da tesbit edilmiş, bir başka ifadeyle ezelde takdir olunup yazılmış olduğu bildiriliyor. Ancak bunun, insanı fiillerinde zorlamadığı, tercih hakkının bulunduğu, hatta seçtiği yolun kendisine kolaylaştırılacağı da açıkça ifade edilmektedir.
Evet, her şeyin hâlikı (yaratıcısı) olan Allah Teâlâ’nın, kullarının kaderini bilmesi ve onu yazması, hiçbir zaman insanı hâl ve hareketlerinde zorlamaz. Yani insan, kaderinde yazılı olduğundan dolayı günah işlemez; kaderi onu günah işlemeye zorlamaz. Çünkü kader ilim nev’indendir, ilim ise mâluma tâbidir; yoksa mâlum ilme tâbi değildir. Yani nasıl olacaksa öyle tahakkuk eder. Bu akâid kâidesi, kader meselesinin iyi anlaşılabilmesi için çok mühimdir. O bakımdan bir misâlle açıklamaya çalışalım...
Gün görmüş, tecrübeli bir hâkim düşünün; önünden geçen birisi için, “Bu şahıs şu suçu işleyecek” dese ve bunu bir yere kaydetse; hakikaten de o şahıs aradan geçen kısa bir süre sonra o suçu işlese; hâkimin, “Suç işleyecek” demesinin ve bunu bir kenara yazmasının tesiri olduğunu söyleyebilir miyiz? O kişinin bu sebeple suç işlediğini; hâkim bilmeseydi, yazmasaydı suç işlemeyeceğini iddiâ edebilir miyiz? Elbette ki hayır!
Bu misâli yukarıda zikri geçen kâideye şöylece tatbik edebiliriz: Hâkimin, o şahsın suç işleyeceğini önceden bilmesi “ilim”, suçu işlemesi ise “mâlum”dur. İlim mâluma tâbi olduğuna göre; hâkim, “Bu şahıs suç işleyecek” dediği için suç işlememiş; şahsın suç işleyeceğini hâkim, yılların verdiği tecrübe ve birikimle önceden tahmin etmiş, tahmini de isabet etmiştir; dolayısıyla bilmiştir. Hâkimin önceden bilmesinin ve yazmasının, şahsın suç işlemesine zorlayıcı mânâda hiçbir tesiri olmadığı da gâyet açıktır.
Cenâb-ı Hakk’ın ilmi ezelîdir, ebedîdir; yani zamanla kayıtlı değildir. Meydana gelecek bütün hâdiseleri, hiç şüphesiz önceden bilir. Bir hikmete binâen de bu ilmini, Levh-i Mahfûz’a yazmıştır. Allâh’ın bilmesi ve yazması “ilim”, yazılan hâdiselerin zamanı gelince vukûu, yani yaratılıp meydana gelmesi ise, “mâlum”dur. İlim mâluma tâbi olduğundan, “Allah bildiği ve yazdığı için kul günah işliyor” diyemeyiz. Allah Teâlâ kullarından kimin itaat edip kimin isyan edeceğini bildiği için bunu, daha o fiiller işlenmezden önce yazmıştır. Bu bilmek ve yazmanın ise kula, zorlayıcı hiçbir tesiri yoktur.
***
***
Velhâsıl, insanın meleklik kuvveti ile hayvanlık kuvveti arasında dâimî bir mücâdele, itişme ve çekişme vardır. Meleklik kuvveti insanı yüksekliğe (ulviyete), hayvanlık kuvveti ise alçaklığa (süfliyâta) doğru çeker. Hayvanlık üstün gelir de eserleri galebe çalarsa; meleklik siner, gizlenir. Aksi de böyledir...
Eğer insan, hayvanca haller kazanmaya çalışırsa, Cenâb-ı Hak onun meydana gelmesine yardım eder. Ona uyan şeyleri, sebepleri yaratır, kendisine kolaylaştırır. Yok, meleklik hâllerini kazanmak isterse, ona da o hususlara uygun şekillerde yardım eder, isteğine kavuşması için kolaylık verir.(6)
Nitekim Mevlâmız Kur’ân-ı Kerim’de buyurmuştur ki:
“Her kim bu çarçabuk geçen dünyayı isterse, dilediğimiz kimseye dilediğimiz kadarını verir, sonra da onu, kınanmış ve (âhiret nimetlerinden) mahrum bırakılmış olarak cehenneme sokarız. Kim de âhireti diler ve mü’min olarak çalışmasını ona göre yaparsa, işte bunların çalışmaları şükranla karşılanır, makbuldür. Hepsine; dünyayı isteyenlere de, âhireti isteyenlere de Rabb’inin ihsânından, ayırdetmeksizin veririz. Rabb’inin ihsânı kimseden men’edilmiş (esirgenmiş) değildir.”(7)
DİPNOTLAR
(1) el-Mektûbat, 1, 289.
(2) Kur’ân-ı Kerim, Kaf sûresi, 50/29.
(3) Kur’ân-ı Kerim, Ra‘d sûresi, 13/39.
(4) el-Mektûbât, İmâm-ı Rabbânî, 1, 217.
(5) Taberânî, Mu‘cemü’s-Sağîr (Terc.), c. 2, h. no. 655; Leyl sûresi, 92/5-10.
(6) Şah Veliyyullâh ed-Dehlevî, Huccetullâhi’l-Bâliğa.
(7) Kur’ân-ı Kerim, İsrâ sûresi, 17/18-20.
(1) el-Mektûbat, 1, 289.
(2) Kur’ân-ı Kerim, Kaf sûresi, 50/29.
(3) Kur’ân-ı Kerim, Ra‘d sûresi, 13/39.
(4) el-Mektûbât, İmâm-ı Rabbânî, 1, 217.
(5) Taberânî, Mu‘cemü’s-Sağîr (Terc.), c. 2, h. no. 655; Leyl sûresi, 92/5-10.
(6) Şah Veliyyullâh ed-Dehlevî, Huccetullâhi’l-Bâliğa.
(7) Kur’ân-ı Kerim, İsrâ sûresi, 17/18-20.
Halis Ece
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder