18 Aralık 2020 Cuma

Biz böyle olsaydık,böyle olmazdık.. Eskiden İstanbul’da ve bir çok Müslüman şehirlerde sadaka taşları vardı. Sadaka taşları yaklaşık bir adam boyunda ve ortası para konması için oyuktu. Varlıklı insanlar, kimseye göstermeden, riyakârlık yapmadan, sadakalarını bırakıyordu. Fakirler de ihtiyaçları kadar oradan alıyorlardı. Hepsini almak gibi bir tamahkârlık ve aç gözlülük etmiyordu, Sakada taşları sokaklarda dimdik durdukça insanlık her gün biraz daha onurlanıyordu. Sevgi ve hoşgörü ile birbirlerine kenetleniyordu. Sadaka taşları, mü’minleri sevmenin ve onları saymanın bir nişânesiydi. Hüzeyfet’ül-Adeviye Hazretleri anlatıyor: -Yermük muharebesinde bir matara su ile yaralılar arasında amcamoğlunu arıyordum. Onu buldum. Kanlar İçindeydi. Son demlerini yaşıyordu. Şehâdet şerbetini içmek üzereydi. Kulağına eğildim: -“Ya amcamoğlu! Benden bir isteğin var mı? Sana su içireyim mi?” dedim. İştiyakla ağzını açtı. ‘Su, su” der gibiydi. Matarayı açtım. Henüz bir damla içmişti ki, başka bir yaralının ıztıraplı sesi işitildi: “Su! Su! Yok mu bir damla su?” Amcamoğlu suyu içmedi, Mataradan ağzını çekti. Gözleriyle “Ona götür”, diyordu. Koşarak gittim. Gördüm ki, Hişam ibni As kanlar ve kumlar içinde kıvranıyor ve son anlarını yaşıyordu. -‘Ya Hişâm kardeşim! Benden bir isteğin var mı? Sana su içireyim mi?” dedim. Ağzını açtı. Susuzluktan dudakları morarmış ve çatlamıştı. 0 anda onun için su’dan daha kıymetli bir şey olamazdı. Eğildim, su matarasını ağzına verdim. Bir damla su İçmeden diğer bir yaralmın iniltisi işitildi: “Su! Su!” Hişâm ibni As Hazretleri de suyu içmedi. Mataradan ağzını çekti. Gözleriyle ” Ona götür” diye bana işaret etti. Üçüncü kişiye koşarak gittim. Daha ben yetişmeden ruhunu teslim etmişti. Bari Hişâm’a yetişeyim ona son anında su içireyim diye döndüm. O da rahmete kavuşmuştu. Amcamoğluna suyu ulaştırmak istedim koşa koşa yanına geldim. O da çoktan şehâdet şerbetini içmişti. Bir çok sofu ve evliyâ’yı toplayıp, başlarını vurmak için hükümet konağının önüne getirdiler. Bunların içinde, Ebü’l-Hüseyin Nurî, Cüneydî Bağdadî, imam Şiblî, Ebû Hamza ve Rakkâm gibi devrin büyük âlim ve velîleri de vardı. Devletin aleyhinde teşekkül oluşturdukları düşüncesiyle hiç muhakeme edilmeden hâkim yerine cellâda teslim edildiler. Cellâd, önce Rakkâm Hazretlerini idam edecek iken, Ebû’l-Hüseyin Nurî Hazretleri.öne atıldı. İdam sehpasına geldi ve cellada; -Önce beni idam et, dedi. Cellâd hayret etti, acı acı güldü; -Sen deli misin? -Neden? -Kılıç kendisine koşulacak şey değildir… Hiç ölüme koşulur mu? Niçin acele ediyorsun, sana henüz sıra gelmedi. Sana sıra gelesiye kadar git biraz daha hayatta kal, dedi. Ebü’l-Hüseyin Nurî Hazretleri; -Sizin sandığınız gibi ben deli değilim. Elhamdülillah ben müslümanım. Bizim yolumuz isâr yoludur. Arkadaşını kendine tercih etme ve fedâkârlık yoludur. Bir insan için en kıymetli şey canıdır. Ben kendimi feda edip kısa bir süre de olsa kardeşlerimin yaşamalarını istiyorum. Öteden bir ses yükseldi: -Önce beni İdam et, Başka gür bir ses: -Hayır önce beni idam et, Etraftan sesler gelmeye başladı: -Önce beni idam et, -Önce beni idam et, -Önce beni idam et. Cellad’ın benzi sarardı, takati kesildi, olduğu yere yıkıldı. -Yâ Rabbi! Sen aklımı koru, diye kendi kendine mırıldandı. Sanki dağ, taş dile gelmişti. Herşey ‘Önce beni idam et” diye sesleniyordu. Cellâd çıldırdı, avazı çıktığı kadar bağırdı: “Önce beni idam et”. Olup bitenleri gören halife, onların gerçek Müslümanlar olduklarını kabul etti, kendilerinden özür dileyerek onları serbest bırakıp, hediyelerle uğurladı. Tarihimiz bu tür hadiselerle doludur. Mütercim. İsmail Hakkı Bursevi(k.s.), Ruhu’l Beyan Tefsiri: 9/356-357.

 



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder