Fatih ve Ulubatlı
"Ya ben İstanbul'u ya da İstanbul beni alır” diyen Fatih; dünya imparatorluğunun merkezi İstanbul'u tam 53 gündür muhasara altında tutmaktadır. Nice imparator ve hükümdarların ele geçiremediği¸ boynu bükük ayrıldığı bu cennet belde¸ bir an önce hakiki efendisine kavuşmak için çırpınmaktadır.
28 Mayıs'ı 29 Mayıs'a bağlayan gecenin sabahına doğru¸ mehter “Gülbanklar” vurmaya koyulmuş¸ Haliç mum ışığı içinde kendinden geçmiş¸ tekbir sesleriyle dalga dalga yıkanmakta ve yeni bir günün doğuşunu beklemektedir.
Top atışlarından sonra �Allah Allah' sesleriyle ileri atılan koç yiğitler herkesten önce surlardan yağan ölüme rağmen burçlara çıkmak ve sancağı dikmek için yarışmaktadırlar. Ölüme gülerek koşan bu yiğitler arasında Peçevi'nin “Adam Ejderhası” olarak vasıflandırdığı Bursa'nın Ulubat köyünden Hasan da bulunmaktadır. Bir elinde kılıcı¸ bir elinde sancağı şahlanmıştı ve kulaklarında Fatih'in bir akşam evvel irâd ettiği (söylediği) büyük nutkun sözleri tane tane uğulduyordu.
Hasan¸ Bursa'nın Ulubat köyünden Hasan isminde bir sipahinin oğludur. II. Murad Bulgaristan'ı altüst ettiği sıralarda 1444'te Varna Kalesi'nde mahsur kalmıştı. Yiyecekler azalmış¸ yardım da gelemez olmuştu. Muhasarayı yarmaktan başka çare yoktu. Bu işi kim nasıl yapacaktı? Sultan Murat düşünmeye başladığı sırada karşısına dikilen Dalkılıç Hasan:
� Sultanım¸ bana ruhsat verirsen bu muhasarayı yarıp geçerim. Velakin benim de sizden bir isteğim vardır.
� Nedir söyle?
� Sultanım benim Ulubat köyünde Hasan adında bir oğlancığım vardır. Eğer bu savaşta esir veyahut şehit düşer kalırsam¸ onu sana emanet ederim¸ bulup koruyasın.
Sultan Murat:
� Arzun buysa kolaydır. Gözün arkada kalmasın.
Hasan muhasarayı arkadaşlarıyla yarmış¸ fakat şehadet şerbetini içmişti. Ordu zaferle Edirne'ye döndükten sonra Ulubat'a derhal adamlar gönderilmişse de öksüz yavrucak bulunamamıştı.
Murat Gazi bu haber üzerine çok müteessir oldu; verdiği sözü yerine getiremediği için üzüldükçe üzülüyordu. Son nefesini vereceği bir gün¸ oğlu Mehmed'e (Fatih) olayı anlatarak Hasan'ı bulup koruması için vasiyet etti. Genç Sultan bir yandan fetih hazırlıklarıyla uğraşıyor¸ bir yandan da Hasan Ağa'nın oğlunu araştırıyordu.
Zaman zamanı yemiş¸ yıllar yılları kovalamış¸ bütün bu gelişmelerden habersiz Hasan da bir koç yiğit olmuştu.
Uzun boylu¸ yirmi yaşlarında var yok olan Hasan¸ Osmanlı ordusunda bir nefer olarak bulunuyordu. Kalkanı başına siper yapmış¸ kendisini takip eden otuz kadar yiğitle ileri atılmıştı. Üzerlerine ok ve taş yağmur gibi yağıyordu. Elden ele uçurulan sancak Ulubatlı'ya kadar gelmişti ve Hasan¸ sancağı çıktığı burcun üzerine dikmişti. Bu sırada insan gövdesi büyüklüğünde bir taş¸ cengâverin başı ve sırtı üzerine düşmüştü. Bu arada vücudunun çeşitli yerlerine 30 kadar ok saplanmıştı. Hasan¸ son nefesini vermeden önce burç üzerinde sallanan bayrağa baktı. Dudaklarında beliren bir tebessüm ile görevini yapmış insanların huzuru içinde ruhunu teslim etti.
Ulubatlı Hasan'ın şehit olmadan diktiği bayrak¸ Türk askerlerini coşturmuş¸ hedefleri birer birer ele geçirerek bir sel gibi şehre akmaya başlamışlardı.
Fatih¸ sabah namazını henüz kılmıştı ki¸ şanlı sancağımızın Topkapı Surları üzerinde dalgalandığını görünce sevinç ve şükür gözyaşları dökmeye başladı. Sancağı surlara diken yiğidin bir an önce bulunup huzuruna getirilmesini emretti. Fakat huzura getirilen¸ Hasan'ın oklarla delik deşik olmuş cansız vücuduydu.
Dizlerinin bağı çözülen Fatih¸ güçlükle cesedin üzerine eğildi. Hasan'ın kana bulanmış boynunda sallanan künyesinin üzerindeki “Hasan oğlu Hasan Ulubat” kaydı Fatih'i heyecanlandırıp kendinden geçirdi ve o anda babasının vasiyetini hatırladı. İstanbul'u her dolaştığında yanındakilere: “Eğer sultan olmasaydım¸ Ulubatlı Hasan olmak isterdim.” diyen koca Hünkâr¸ mübarek cesedin üzerine kapanarak:
� Şehit oğlu şehit. Ben seni yıllar yılı aradım. Sonunda böyle mi bulacaktım¸ diyerek hüngür hüngür ağladı.
"Ya ben İstanbul'u ya da İstanbul beni alır” diyen Fatih; dünya imparatorluğunun merkezi İstanbul'u tam 53 gündür muhasara altında tutmaktadır. Nice imparator ve hükümdarların ele geçiremediği¸ boynu bükük ayrıldığı bu cennet belde¸ bir an önce hakiki efendisine kavuşmak için çırpınmaktadır.
28 Mayıs'ı 29 Mayıs'a bağlayan gecenin sabahına doğru¸ mehter “Gülbanklar” vurmaya koyulmuş¸ Haliç mum ışığı içinde kendinden geçmiş¸ tekbir sesleriyle dalga dalga yıkanmakta ve yeni bir günün doğuşunu beklemektedir.
Top atışlarından sonra �Allah Allah' sesleriyle ileri atılan koç yiğitler herkesten önce surlardan yağan ölüme rağmen burçlara çıkmak ve sancağı dikmek için yarışmaktadırlar. Ölüme gülerek koşan bu yiğitler arasında Peçevi'nin “Adam Ejderhası” olarak vasıflandırdığı Bursa'nın Ulubat köyünden Hasan da bulunmaktadır. Bir elinde kılıcı¸ bir elinde sancağı şahlanmıştı ve kulaklarında Fatih'in bir akşam evvel irâd ettiği (söylediği) büyük nutkun sözleri tane tane uğulduyordu.
Hasan¸ Bursa'nın Ulubat köyünden Hasan isminde bir sipahinin oğludur. II. Murad Bulgaristan'ı altüst ettiği sıralarda 1444'te Varna Kalesi'nde mahsur kalmıştı. Yiyecekler azalmış¸ yardım da gelemez olmuştu. Muhasarayı yarmaktan başka çare yoktu. Bu işi kim nasıl yapacaktı? Sultan Murat düşünmeye başladığı sırada karşısına dikilen Dalkılıç Hasan:
� Sultanım¸ bana ruhsat verirsen bu muhasarayı yarıp geçerim. Velakin benim de sizden bir isteğim vardır.
� Nedir söyle?
� Sultanım benim Ulubat köyünde Hasan adında bir oğlancığım vardır. Eğer bu savaşta esir veyahut şehit düşer kalırsam¸ onu sana emanet ederim¸ bulup koruyasın.
Sultan Murat:
� Arzun buysa kolaydır. Gözün arkada kalmasın.
Hasan muhasarayı arkadaşlarıyla yarmış¸ fakat şehadet şerbetini içmişti. Ordu zaferle Edirne'ye döndükten sonra Ulubat'a derhal adamlar gönderilmişse de öksüz yavrucak bulunamamıştı.
Murat Gazi bu haber üzerine çok müteessir oldu; verdiği sözü yerine getiremediği için üzüldükçe üzülüyordu. Son nefesini vereceği bir gün¸ oğlu Mehmed'e (Fatih) olayı anlatarak Hasan'ı bulup koruması için vasiyet etti. Genç Sultan bir yandan fetih hazırlıklarıyla uğraşıyor¸ bir yandan da Hasan Ağa'nın oğlunu araştırıyordu.
Zaman zamanı yemiş¸ yıllar yılları kovalamış¸ bütün bu gelişmelerden habersiz Hasan da bir koç yiğit olmuştu.
Uzun boylu¸ yirmi yaşlarında var yok olan Hasan¸ Osmanlı ordusunda bir nefer olarak bulunuyordu. Kalkanı başına siper yapmış¸ kendisini takip eden otuz kadar yiğitle ileri atılmıştı. Üzerlerine ok ve taş yağmur gibi yağıyordu. Elden ele uçurulan sancak Ulubatlı'ya kadar gelmişti ve Hasan¸ sancağı çıktığı burcun üzerine dikmişti. Bu sırada insan gövdesi büyüklüğünde bir taş¸ cengâverin başı ve sırtı üzerine düşmüştü. Bu arada vücudunun çeşitli yerlerine 30 kadar ok saplanmıştı. Hasan¸ son nefesini vermeden önce burç üzerinde sallanan bayrağa baktı. Dudaklarında beliren bir tebessüm ile görevini yapmış insanların huzuru içinde ruhunu teslim etti.
Ulubatlı Hasan'ın şehit olmadan diktiği bayrak¸ Türk askerlerini coşturmuş¸ hedefleri birer birer ele geçirerek bir sel gibi şehre akmaya başlamışlardı.
Fatih¸ sabah namazını henüz kılmıştı ki¸ şanlı sancağımızın Topkapı Surları üzerinde dalgalandığını görünce sevinç ve şükür gözyaşları dökmeye başladı. Sancağı surlara diken yiğidin bir an önce bulunup huzuruna getirilmesini emretti. Fakat huzura getirilen¸ Hasan'ın oklarla delik deşik olmuş cansız vücuduydu.
Dizlerinin bağı çözülen Fatih¸ güçlükle cesedin üzerine eğildi. Hasan'ın kana bulanmış boynunda sallanan künyesinin üzerindeki “Hasan oğlu Hasan Ulubat” kaydı Fatih'i heyecanlandırıp kendinden geçirdi ve o anda babasının vasiyetini hatırladı. İstanbul'u her dolaştığında yanındakilere: “Eğer sultan olmasaydım¸ Ulubatlı Hasan olmak isterdim.” diyen koca Hünkâr¸ mübarek cesedin üzerine kapanarak:
� Şehit oğlu şehit. Ben seni yıllar yılı aradım. Sonunda böyle mi bulacaktım¸ diyerek hüngür hüngür ağladı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder