22 Aralık 2020 Salı

Osmanlı Zamanında Evlerin Farklı Ahşaptan Yapılır Ancak Camii Gibi Kalıcı Yapılar Taştan İnşaa Edilirmiş. Taştan Ev Yapmak İsteyene "Dünyada Kalıcımısın Denirmiş…" !!

 Ehl-i Sünnet Hanefi

................................Bir köylü kullandığı baltayı omzuna asıp, Seyyit Abdülkâdir-i Geylâni Hazretleri’nin cenâze namazını kıldı. Sonra baltayı düzeltmek için demirciye verdi. Lâkin ateş tesir etmedi, balta ısınmadı. Demirci: -Bu ne iştir? diye sordu. Köylü, Hazretin cenâze namazına iştirak ettiğini anlattı. Büyüklerin cenâze namazında bulunan ateşten korunuyor demektir. Ârife işâret yeter...


rozet simgesi
Yönetici
 16 Aralık, 22:13 

İFFETLİ EVLER, ÇIPLAK EVLER
Yaşlı kadın, usulca odasından çıktı. Salondan torunu ile gelinin sesleri geliyordu:
'-Oğlum, sofra hazır, çorbanı koydum; haydi gel de..soğutmadan ye! ..'
Salonun en kuytu yerine geçti, yerde kendine ait köyden getirdiği minderin
üzerine oturdu.
Çocuk, babaannesini görünce:
'-Babaanneciğim, gel beraber yiyelim! ..' dedi.
Yaşlı kadın mânidâr bir şekilde iç çektikten sonra:
'-Evin erkeği gelmeden akşam sofrasına oturulmaz.Hele babanız gelsin, beraberce yeriz inşaâllah! ' dedi.
Evin gelini: '-Aman anneciğim, eskidenmiş onlar! .. Şimdi acıkan yemek sofrasına oturur, o da gelince yer.' dedi.
Yaşlı kadın:
'-Kızım, nasıl insanların bir edebi, hayâsı, iffeti varsa, evlerin de iffeti ve edebi vardır.'
Torunu dayanamayarak alaycı bir tavırla söze karıştı:
'-Yaa babaanne, neymiş bu evlerin iffeti... Anlat bakalım, merak ettim! ..' dedi.
Yaşlı kadın söze başladı:
'-Biz küçükken annelerimizden önce babalarımızın karşısında edepli oturmayı
öğrenirdik. Evde babamız,annemiz varken ayağımız uzatıp oturmaz, büyüklerimiz konuşurken söz hakkı verilmedikçe söze dâhil olmazdık. Büyüklerimiz odaya girdiğinde hemen toparlanır, kalkıp onlara oturmaları için yer verirdik.
Aslâ babamız sofraya oturmadan sofraya el uzatmazdık.
Babamız gelir, «Besmele» çeker, «Haydi buyurun.» derdi. Huzurla hepimiz
başlardık yemeğe...
Sonunda da sofra duâsını kardeşlerimiz aramızda sıra ile okurduk. Hiç âilece yenen
yemek kadar lezzetli yemek olur mu? Bu sofranın edebidir, yavrum! ..'
Torunu:
'-Bu kadar baskı karşısında depresyona girmez miydiniz babaanneciğim! ' dedi.
'-Hayır, yavrum bizim zamanımızda saygı olduğu için sevgi hep bâkî kalırdı. Sevgi
var oldukça da hiç depresyona giren olmazdı.
Yemekler lezzetli, uykular dinlendiriciydi. Biliyor musun? Ben depresyon
kelimesini ilk defa burada duydum, hattâ köyümüzde bir tane akıldan mahrum
birisi vardı, «Deli İbram» derlerdi. Vallahi, o bile o kadar mutluydu ki, anlatamam. Akşama kadar sokakta çocuklarla oynar, acıkınca bir kapıyı tıklatır;
«Aba acıktım, aba su ver! » derdi. Hangi kapıyı çalsa, boş çevrilmezdi.
Berber saçları uzadıkça tıraş eder, hamamcı arada yıkardı. Cumaları esnaf
elinden tutar, namaza bile götürürlerdi. Yani hiç kimse onu dışlamazdı..
Şimdi hiçbir şeye saygı kalmadı. Bak evlere bile saygı yok bu şehirde!
Herkes akşam olduğu hâlde perdelerini örtmemiş, bütün evlerin içi görünüyor, ama
kimse utanmıyor. Biz daha hava kararmaya başlamadan kalın perdelerimizi çeker, ondan sonra evin ışıklarını yakardık. Hattâ perde kapalıyken üzerimizi değiştirmeye
edep eder; ışığı söndürür, yere çömelir öyle üzerimizi değiştirirdik. Gölgemizin bile
dışarıdan görünebileceğini düşününce yüzümüz kızarırdı.'
Bu sırada gelini, oturduğu yerden kalktı, mahcup bir edâ ile salonun perdelerini
çekti. '-«Evin edebi, önce perdesinin çekilip çekilmediğinden belli olur.» derdi
büyüklerimiz... Evler, kocaman duvarlarla çevrilmiş avluların içinde olduğu hâlde hiç
kimse iç çamaşırlarını ulu orta asmazdı, ev ahâlisinden bile edep ederlerdi. Ben daha
küçükken giydiğim şalvarı en ön ipe asmışım, hemen anam gelip; «Kız, baban bugün
avluya çıktı, senin şalvarın asılı idi, utancımdan yerin dibine girdim. Bir daha öyle
ortaya asma, çamaşırların en arkasındaki ipe as! .. Üstüne uzun bir tülbent
ört, sonra mandalla... Altında ne olduğu görünmesin! .. İffetimiz, edebimiz bir
giderse, ortada îmanımız kalmaz! ..» dedi. Tabiî ben 12 yaşlarındaydım, annem
bunları bana söylerken ben yerin dibine girdim. Şimdi öyle mi? Geçende bir nefes
alayım diye balkona çıktım,karşı komşu, bütün çamaşırları asmış uluorta,ben utancımdan hemen içeri girdim. Bugün yemekler dışarıda yeniyor, «göz hakkı»
oluyor, kimse umursamıyor. Çarşı pazardan alınanlar şeffaf poşetlerde eve geliyor;
alan var, alamayan var. Göz hakkı, kıskançlık oluyor bu yenenlerde... Hiç şifâ olur
mu yavrum? Bizim Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-,
«Yemeğinizin kokusu ile komşunuza eza etmeyiniz.»buyuruyor.
Bugün kokuyla, gösterişle çevredekilere hep ezâ veriliyor. Tabiî ki yenilenler
içinize sıkıntı veriyor. Sonra da «depresyon» diye diye doktorlara gidiliyor.
Evin bir edebi daha vardır ki, en önemlisi de budur herhalde... Evin içinde
yaşananlar, aslâ dışarıda anlatılmaz; yenenler, içilenler, muhabbetleşmeler,
kavgalar... Bu da evin iffetinden sayılır ve hiç kimseye anlatılmazdı. Bu yüzden problemler ev içinde kolaylıkla çözülürdü. Zaten Peygamberimiz de özellikle karı-koca arasında olanların etrafa yayılmasının ne büyük bir günah olduğunu hep hadislerinde anlatıyor, değil mi Leylâcım! ..' dedi. gelinine...
Leylâ mahcup bir şekilde: '-Evet anneciğim.' diyebildi.
Torunu: '-Babaanneciğim, şimdi facebook diye bir şey var; insanlar gittikleri
lokantalarda yedileri şeylerin fotoğrafını çekip binlerce kişiye gösteriyorlar! ..'
'-Aayy ne ayıp... İnsan hiç yediğini söyler mi? ' '-Âh anneciğim, her
hâllerinin fotoğrafları var. Gezdikleri yerlerin, yedikleri yiyecek içeceklerin, aldıkları eşyâ ve kıyâfetlerin, hattâ beylerinin aldığı çiçekleri üzerinde yazdıkları notlarla
paylaşıyor insanlar...'
'-Yavruuum, sen neler diyorsun? Kıyamet koptu kopacak desene... Evler
çırılçıplak kaldı desene...' dedi gözyaşları içinde anlatmaya devam etti:
'-Biz beylerimizle yan yana yürümeye ar edinirdik; dul kalanlar var, evlenemeyenler var. Onların gönül yaralarına tuz basmayalım diye, beylerimizin bir adım gerisinden yürürdük...
Şimdi kavgalar ortada,sevmeler ortada... Tabiî ki, hiç mahremiyet kalmayınca samimiyet de kalmıyor. Evin bereketi, büyüklere saygıdadır. Evin iffeti, örtülen perdedir.
Sevginin iffeti, gizliliktedir. Gözün iffeti, göz kapaklarındadır. Bedenin iffeti, tesettürdedir.
Unutma, hayâ, îmandan bir şûbedir.
Bakın size, benim annemin anlattığı bir hikâyeyi anlatayım. Hikâye dedimse, adı hikâye... Aslında bir hadîs, hadîs-i kudsî hem de... Yani mânâsını Allâh'ın Peygamber
Efendimize haber verdiği, sözlerini ise Peygamberimizin kendi sözleriyle ifade ettiği bir
hadis... Bu hadîs-i kudsîye göre: 'Allah Teâlâ, Âdem - aleyhisselâm-'ı yarattığı
vakit Cebrâil -aleyhisselâm- ona üç hediye getirdi: İlim, hayâ, akıl. Ona dedi ki: «Ya
Âdem! .. Bunlardan dilediğini seç! ..» Âdem -aleyhisselâm- aklı
tercih etti. Cibrîl - aleyhisselâm- hayâ ve ilme, makamlarına dönmelerini emretti.
Hayâ ve ilim dediler ki:
'-Biz, âlem-i ervâhta (ruhlar âleminde) hep beraber idik. Birbirimizden aslâ
ayrılmayız. Ruhlar cesetlere girdikten sonra da aynı şekildedir. Ve akıl nerede
olursa, biz ona tâbî oluruz. Cibrîl -aleyhisselâm- da öyle ise yerlerinize yerleşin! ..'
diye emretmekle akıl dimağda, ilim kalpte, hayâ da gözde yerleşti.'(Mahmud
Sami Ramazanoğlu, Musâhabe) İşte bu hadîs-i kudsîde de anlatıldığı gibi,
hayânın makamı gözdür. Bu yüzden hem gözümüzü korumak önemlidir, hem de göze
hitâp eden şeyleri kontrol altında tutmak...'
Gelini:
'-Haklısın anneciğim, biz iffetimizi kaybettikçe buhranlarımız arttı.' dedi.
Torunu kaşığı sessizce bırakıp: '-Ben babam gelince yemeğe başlayacağım,
anneciğim! ' dedi.
Babaanne de söylediklerinin evlatları üzerindeki tesirini görünce sessiz bir şekilde Allâh'a hamd etti. ALINTIDIR

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder