Mİ’RAC GECESİ VERİLEN HEDİYELER
Mi'rac gecesinde Resûlüllah Efendimiz’e (s.a.v.) hediye olarak üç sey verilmişti… Bunlar;
1. Beş vakit namaz,
2. Bakara sûresinin son iki ayeti (Âmene’r-Rasûlü…),
3. Şirk Koşmamak şartı ile ''LÂ İLÂHE İLLALLAH '' diyen her Müslümanın Cennet'e girebileceği müjdesiydi...
Hediye, muhabbeti ifade ettiğine göre, Mahbûb’un Habîbi’ne olan sevgisinin bir mahsulü/neticesi oluyordu bu hediyeler de tabii ki... Mekkeliler şirk ve küfürlerinde inat ve ısrar ettiler, o manevi bataklıkta çakılıp kaldılar… Resûlüllah’ın (s.a.v.) kıymetini bilemedikleri gibi, topyekün âlemleri yoktan var ve varlığından da haberdar eden Cenab-ı Rabbi’l-âlemin katından getirdiği hediyelerin de değerini takdir edemediler. Ancak bu hediyeler elbette ki ortada kalmayacaktı. Bunları anlayacak, gerçek değerini takdir edecek, mucebince amel edecek akıl ve gönül sahipleri vardı. Onlar, şeytanın ve nefs-i emarenin köleliğinden kurtulmuş, iman nuriyle aydınlanmış, feyz-i ilahi ile gaflet perdelerini yırtmış, anlatılanları hemen kavramış ve beş vakit namaza derhal başlamışlardı…
İnsan olmanın kıymetini, Hakk’a kulluğun zevkini doyasıya tatmışlardı.
Evet bazıları ilk başta belki biraz zorlanmışlardı ama, hidayete kabiliyeti olanlar, erinde-gecinde doğru yolu bulmuşlardı...
***
Mi'rac gecesinde Resûlüllah Efendimiz’e (s.a.v.) hediye olarak üç sey verilmişti… Bunlar;
1. Beş vakit namaz,
2. Bakara sûresinin son iki ayeti (Âmene’r-Rasûlü…),
3. Şirk Koşmamak şartı ile ''LÂ İLÂHE İLLALLAH '' diyen her Müslümanın Cennet'e girebileceği müjdesiydi...
Hediye, muhabbeti ifade ettiğine göre, Mahbûb’un Habîbi’ne olan sevgisinin bir mahsulü/neticesi oluyordu bu hediyeler de tabii ki... Mekkeliler şirk ve küfürlerinde inat ve ısrar ettiler, o manevi bataklıkta çakılıp kaldılar… Resûlüllah’ın (s.a.v.) kıymetini bilemedikleri gibi, topyekün âlemleri yoktan var ve varlığından da haberdar eden Cenab-ı Rabbi’l-âlemin katından getirdiği hediyelerin de değerini takdir edemediler. Ancak bu hediyeler elbette ki ortada kalmayacaktı. Bunları anlayacak, gerçek değerini takdir edecek, mucebince amel edecek akıl ve gönül sahipleri vardı. Onlar, şeytanın ve nefs-i emarenin köleliğinden kurtulmuş, iman nuriyle aydınlanmış, feyz-i ilahi ile gaflet perdelerini yırtmış, anlatılanları hemen kavramış ve beş vakit namaza derhal başlamışlardı…
İnsan olmanın kıymetini, Hakk’a kulluğun zevkini doyasıya tatmışlardı.
Evet bazıları ilk başta belki biraz zorlanmışlardı ama, hidayete kabiliyeti olanlar, erinde-gecinde doğru yolu bulmuşlardı...
***
Hasılı; Mi’rac’ın sonunda Resûlüllah Efendimiz (s.a.v.) ve ümmetine verilen bu hediyeler, kıyamete kadar kalıcı hediyelerdi. Semereleri/meyveleri ise daha sonra bahusus ebedi ve sermedi hayatta görülecekti... Cennet ve Cemâl-i İlahi ile şereflenmek olarak karşımıza çıkacaktı.
Mi’rac hediyelerinden en önemlisi, hepimizin bildiği gibi “dinin direği” olan beş vakit namazdır. Müslümanlar o güne kadar yalnızca yatsı ve sabah namazı kılıyorlardı. Mi’rac’ta ise günde 50 vakit namaz kılmanın ecrine/sevabına denk beş vakit namaz farz kılınmıştı. İmam-ı Rabbani (k.s.) hazretleri buyururlar ki: “Bütün farz ibadetler Allah Teâlâ’ya yakınlık temin etse de bunların en üstünü yani en fazla yakınlık sağlayanı şüphe yok ki namazdır. Umuyorum ki duymuşsunuzdur; 'es-Salâtü mi’râcü’l-mü’min: Namaz müminin miracıdır', 'Ve akrabu m’el-abdü yekûnü mine’r-Rabbi fi’s-salâti: Kulun Rabbine en yakın olduğu an namazda olduğu zamandır. (4) Resûlüllah Efendimiz’in (s.a.v.), 'Allah Teâlâ ile beraber olduğum öyle bir zamanım vardır ki; ona ne melek-i mukarreb ulaşabilir, ne de bir peygamber' hadis-i şeriflerinde ifade buyurdukları vakit, bu Fakîr’e göre namazın içindeki zamandır. Namaz günahları-kötülükleri örter, insanı çirkin şeyleri yapmaktan alıkoyar, korur. Namaz, Resûlüllah Efendimiz’in (s.a.v.), kendisiyle rahatlamak istediği şeydir. Nitekim O, 'Ey Bilâl, beni rahatlat!' (5) buyurarak, namaz kılmak istediklerini ifade etmişlerdir. Namaz, dinin direği kabul edilen ibadetin ta kendisidir. Namaz, İslâm’la küfür arasındaki yegâne farktır.” (6)
Nakşî yolu Müceddidîn kolunun 33. ve son halkasını teşkil eden Süleyman Hilmi Tunahan Efendi (k.s.) hazretleri de bir sohbetlerinde, namazın mânevi mi’rac olduğunu beyanla şunları dile getirmişlerdir (mealen):
Namaz mânevi mi’rac’dır. Müslümanlar her gün beş defa Cenab-ı Hakk’ın “ekımi’s-salâte: namazı ikame edin/dosdoğru kılın” hitab-ı izzetine muhatap oluyorlar. Bu suretle sûri (maddi) rızık ve mânevi rızık ile rızıklanmak üzere günde beş defa Hazret-i Mevlâ’nın mânevi sofrasına çağrılıyorlar. Bu şeref insanların ve cinlerin dışında hiçbir yaratığa nasip değildir. Çünkü karşılığı mükâfat ve terfi-i derece (derecelerin yükseltilmesi) olan ibadetler, yalnız insanlara ve cinlere mahsustur. Bu hususta melekler de memurdurlar; lakin onlar, bu emirle imtihan olmak, karşılığında mükâfat almak için memur ve muhatap değillerdir. Kendilerinde cüz’-i türâbî (toprak nevi/parçası) ve (diğer) anâsır (ateş-hava-su) bulunmadığından melâike-i kirâm bile ehl-i salâtın (namaz kılanların) nail olduğu/kavuştuğu böyle bir ziyafetle şerefyâb olmamışlar, bu şereften mahrum kalmışlardır.
O bakımdan müminler, her namaza mi’rac nazarıyla bakmalı; bu inanç ve halis niyetle nice manevi derece ve mertebelere nail olacaklarının şuur ve idrakinde olmalıdırlar. Hal böyle olunca bütün namazlara dururken gönlümüzü ve diğer bütün letaifimizi kinden-öfkeden, hasetten-fesattan ve diğer tüm kötü ve çirkin duygulardan… kısacası Allah’ın dışındaki her düşünceden arındırıp O’nun huzuruna tertemiz bir kalple çıkmalıyız.
Bununla birlikte Cenab-ı Hak, “Ellezîne hüm an salâtihim sâhûn: Onlar ki –yerden ve gökten kıymetli olan- namazı unutuyorlar, terk ediyorlar.” (7) ayet-i celilesinde “fî salâtihim” değil de “an salâtihim” buyurarak fazl u keremini gösteriyor. Arap lisanında “an”, bu’d yani uzaklık ve mücâveze (sınırı aşma, bağışlama, göz yumma) mânâları içindir. “Fî” ise zarfiyyet için kullanılır. Eğer “an salâtihim” yerine “fî salâtihim” buyrulmuş olsaydı, çok müşkilât vardı… Felaket idi! Namazın içerisinde vaki olan hatalar da dahil olurdu. Lûtfen-keremen “fî” gelmedi ve böylece namazda meydana gelen ufak-tefek hataların affına işaret buyruldu. İşte bunun için melâike-i kiram ve ekâbir-i evliyaullah (büyük veliler, şükren) secdeye varmışlardır. (8)
***
Mi’rac gecesindeki hediyelerden bir diğeri de, ne kadar günahkâr olursa olsun, Allah’a ortak koşmayan kimselerin, cehennemde cezalarını çektikten sonra mutlaka cennete girecekleri müjdesidir. Hem de Havz-ı Kevser’de yıkanıp tertemiz olarak… Hatta cehennemden en son çıkıp kurtulan müminin bile, cennette, bu dünyanın on katı bir yere sahip olacağı hadis-i şeriflerde ifade edilmiştir.
***
İçinde müminlere pek çok müjde ve zaruri/temel itikadi bilgilerin bulunduğu Bakara sûresinin son iki ayeti (Âmene’r-Rasûlü…) de üçüncü hediye olarak Mi’rac gecesinde Resûlüllah Efendimiz’e (s.a.v.) vasıtasız verilmiştir. (9)
Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.) buyurmuşlardır ki, “Allah Teâlâ, Bakara sûresini iki ayetle sona erdirdi; bunları bana, Arş’ın altındaki bir hazineden verdi. Onları öğreniniz, kadınlarınıza-oğullarınıza belletiniz, öğretiniz. Çünkü bunlar hem salâttır, hem duâdır, hem Kur’an’dır.” (10)
Hz. Ömer ve Hz. Ali’den (r.anhüma) şöyle rivayet edilmiştir: “Aklı başında bir adam görmezdim ki, Bakara sûresinin sonundaki bu âyetleri okumadan uyusun” (11) demişlerdir.
Kısacası âlemlere rahmet, fahr-i kâinat Efendimiz’in (s.a.v.) şahsında inananların önüne, kabiliyet ve istidatları nisbetinde manen yükselebilme, nice ulvi makam ve mertebelere ulaşabilme/kavuşabilme kapıları –tabir caizse- ardına kadar açılmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder