* Hazreti Fatih, Hazreti Üstâzın büyük dayı sıdır. Türkistan’dan gelen müslümanları komünistlik karışmasın diye, Rus hududuna yerleştirdi. içlerinde Rus askerini satırla doğradığı için satırlı hoca laka bıyla mâruf olan âlim, fâzıl bir zât vardı. Hazreti Fa tih kız kardeşini bu zâta nikahlamıştı. Satırlı hoca Hazreti üstâzın ana tarafından dedesi, babasının da hocasıdır. İsmi İdristir, Tuna boyundan olduğu ve Arabistanda beyliklere “Han” denildiği veya Hazreti Fatihin eniştesi olduğu için “Tunahan” soya dını almış. Bulgaristan’ın en müslüman şehri olan Silistredendir. Osman dedemize burada çok hürmet ederler. İstanbula hicret eden müslümanlara Hazreti üstâz DP ye reylerinizi verin der. Hazreti üstâzı tanımadıkları halde Osman de demizin hatırına 160 bin oyla kazandırırlar. Bu ha dise hazreti üstâz Kütahya hapishanesinden çıktık tan sonra ümmeti Muhammed’in menfaatini düşüne rek kendisini hapse atan partiye yardımcı olmuştur.
* İmam Rabbâni Hazretleri Pakistanda 80 milyon kızılbaşı imânâ getirmiş, ehli sünnetten yap mıştı, Hazreti Üstâz da dünyada mevcut imansız ko münist mücâdele etmiş, nice insanları imânâ getirmiş; ehli sünnetden yapmıştır.
* Hz. Üstâzımız’ın kabri şerifi Kubbe-i Beyzâ’nın yedi sütunu üzerinde olması Letâif-i Seb’a’yı işâret içindir.
* Oniki tarikatın cümlesi haktır. Lâkin bu za manda hiç birinin salâhiyeti kalmadı.
* Salâhuddin Mevlânâ Sirâcuddin Hz.nin 2 oğlu vardı. İkisi de büyük evliyâdır. Biri Pakistan’da diğeri Hindistan’da Hz.Üstâzın halifeleridir. Mevlânâ Sirâcüddin Hz. emâneti niçin oğluna vermedi. Peygamberimiz niçin en yakını Hz. Ali Efendimize vermedi de Hz. Ebubekir’e verdi. Bu yolda iltimas yoktur. Kim lâyıksa emânet ona teslim edilir.
* Ehli râbıta, ehli mâneviyât 220 voltluk ceryanlı telden kuvvetlidir. Bunun santralı âlemi emirdedir. Ehli râbıta, râbıtayı bırakmadığı (merkezden ceryanı kesmediği) müddetçe o kuvvetli ceryana sâhipdir. Bu tele temas eden düşman yanar. Râbıta ihmal edilirse tel ceryansız kalır, düşmanlar o teli kırıp geçer, tedrisâtınızın dağılmasına sebep olurlar.
* Velâyeti suğrada olan evliyâlâr kübradakilerin ayağının tozu olamaz.
* Namaz Râbıta, Râbıta namaz demektir.
* Kemal Bey Abimiz: “Cenâb-ı Hakk’ın kendi nûruna bağlanarak namaz kılmak başka, gafletle kılmak başka...”
* Cennet yemeklerinden bir lokma yiyen kimse kırk gün dünya yemeklerini aramaz. Bu sıfatının cenneti, Ya Zâtı’nın cennetini gösterirse o zaman belki üçyüzbin sene kendinden geçer... İşte zâtının cenneti ehli râbıtaya ihsan buyuracaktır. Çünkü ehli râbıta zâtının nuruyla alâkalıdır. Yememiz içmemiz, malımız, mülkümüz hepsi râbıtadır. Râbıtadan daha kıymetli bir şey tasavvur olunamaz. Dünyada râbıtanın tadını alânlar cennette o zevki arayacaklar. Râbıtanın verdiği tadı başka ibâdetler vermez. Farz ibâdetler başka... Onlar Cenâb-ı Hakka köleliğimizi izhar için şarttır.
* 1964 Refik Akçalıoğlu ile vâiz Halit Efendi, Hoca Efendi’yi ziyârete geldiler. Nefes darlığı hastası için damlataş mağarasına geldiklerini söyleyince, Hoca Efendi: “Bizim bir yerimiz ağrısa veya bir meşakkat vâki olsa, hep «Destur ya Hazreti Üstâz» deyip istimdat ederiz” demiştir.
* Bir adam Râbıta ile müşerref olursa en büyük rahmeti ilâhîye mazhar olur.
* Hz. Üstâzımızı hatırlamak Râbıtadır. Râbıtayı hiç bırakmayın, uyurken, uyanırken, giderken, gelirken, otururken râbıtanız, aldığınız nefeslerden fazla olsun...
* Merih’de yaşayanlar Muhammedî’dirler. Hatta seyyarelerle yeryüzüne inip vârisi rasûlü (tevhid merkezini) arıyorlar. Merih yıldızında fünun çok ileridir. Hatta güneşin ışınlarını bir ayna üzerine aks ettirmekle dünyamızı yakabilecek kadar ileri gitmişlerdir.DEĞNEK YAYLASINDA iBRETLİ
BİR HADİSE
BİR HADİSE
Hasan Arıkan Hoca Efendi’den:
1964 senesi Mersin Değnek yaylasında 200 talebe ile ders okuyorduk. İçinde ders okuduğumuz bina iki küçük oda ile büyükçe bir salondan ibaretti. Burada 40 50 kişi yatar, diğerleri kıl kilim ve çadırlarda kalırdı.
Kapalı binâ yatakhane, mescid ve dersane olarak kullanılır, yataklar yere serilirdi.
Sabah kalkınca dürüp üst üste bir kenara yığar orada sabah namazını kılar ve derse başlardık. İmkanlar dar olduğundan her öğün tek çeşit olan yemeği de kapalı binanın önündeki küçük düzlükte ve yerde yerdik.
Kalabalık bir talebe ile hergün mescidde devam eden derslerimiz tatlı sohbetler içersinde oldukca mahrûmiyetli fakat çok feyizli geçmekteydi.
Sohbetlerimizde Sahibi zaman Hz. Üstazımız Süleyman Hilmi Efendi Hazretlerinin irşad, kemâlât ve keremâtından bahseder, dinin garib zamanında bu ümmete mahzâ Allahü Teâlâ’nın bir lütfu olup mânevî susuzluktan kurtardığını naçizane anlatmağa çalışırdım. Talebe kardeşlerimiz de alaka ile dinler hepimiz bu himmete meftun olurduk. Meğer ruhaniyet teşrif ediyormuş…
Henüz bir kaç aylık talebelerden biri anlattı.
Ders esnasında o kadar ruhaniyet geliyor ki, pencerelerde üst üste keçe gibi oluyor, dinliyorlardı. Ve bana “Talebeler ekmek ufağı döküyor, dikkatsizlik yapıyorlar, biz de sabaha kadar o dökülen ekmek ufaklarını topluyoruz... Neden böyle yapıyorlar?” diye ikazda bulundular. Ben de “Sizlerde talebeye kabahat buluyorsunuz, sizin böyle yapmanız doğru mu” deyince cızzz diye bir gürültü ile gözümün önünden yıldırım gibi bir şey geçti; ne olduğunu bilemedim. Gözlerim görmez oldu. Dünya artık bana karanlık hiç bir tarafı göremiyordum” dedi.
Bu arkadaşı yanındakiler elinden tutup yanıma getirdiler halini anlattı. hakikaten gözü yerindeydi; fakat hiç görmüyordu. Yemek yerken ekmeği, çatalı, kaşığı eline verip eliyle tabağı buldurtup, göz kararıyla yiyordu. Tuvalete arkadaşları elinden tutup götürürdü.
Doktora götürelim diyenler oldu. Ben hayretler içinde kaldım; acaba cin işi mi diye düşündüm. Fakat işin doktorluk olmayıp mânevî olduğu kanaatindeydim.
Hz Üstazımız’dan okuduğumuz yıllarda bize “Seyyid Abdülkadir Geylani Hz. leri bu ümmetin manevi operatörüdür. Hastalık ve bu gibi ahvalde ona iltica ve müracaat edilir, o manen ameliyatla tedavi ediverir” buyururlardı. Ben de o kardeşimize bunu anlattım ve: “İki rekat namaz kıl, bir Yasin’i şerif oku sonra bir Fatiha 11 İhlas-ı şerif okuyup Seyyid Abdülkadir Geylani Hazretlerinin ruh-u şeriflerine hediye et. Mânevi ismiyle ona iltica et. O seni manen tedavi ediverir” dedim.
Kardeşimiz bunu aynen yapmıştı. Uyuduğunda Seyyid Abdülkadir hazretleri beyaz gömlekle zuhur eder, “Evladım ne acele ediyorsun. Beni yerimde durdurmadılar; ta Hindistandan geliyorum; Ruhanilerin bir haline itiraz ettin de ondan gözüne perde çekildi; itiraz etmeyecektin. Açılması için “Elem neşrah leke...” hatmine devam edin” buyurmuş.
Talebelerle beraber bu hatimlere devam ettik, aradan bir hafta geçti, çocuğun gözü açılmadı. Hepimiz merak içinde kaldık.
Bu defa kardeşimize “Bizzat Hazreti Üstazımıza müracaat et” dedim. Kardeşimiz o akşam bir tesbih namazı kılmış, Hatm-i Enbiya okumuş, fatiha ve ihlaslarla “Meded ya Hazretî biiznillah!” diye ağlayarak yatmıştı. Rüyada manen tedavi olmuş. Sabah olduğunda talebelerin dilinde hayırlı haber dolaşıyor, kardeşlerimizin hepsi Mevlid’in gözü açılmış, Mevlid’in gözü açılmış” diye birbirlerine müjdeliyordu. Bana da haber verdiler. Sonra sevinçli ve mütebessim bir çehre ile Mevlit yanıma geldi. Sevinçten yüzü gülüyordu. “Hocam! Kimseye söylemem ancak sana söylerim” dedi. Ben de yanımdakileri dışarı çıkardım. Hadiseyi olduğu gibi anlattı. Sevindim. Sonra da: “Bu hepimiz için ibret alınacak büyük bir hadisedir” diye düşündüm; arkadaşları mescide topladım, Mevlid’i ayağa kaldırıp “Anlat kardeşim!” dedim. Bu ibretli ve mânidar hâdiseyi şöyle anlattı..“Yatmadan önce bir tesbih namazı kıldım, Hatm-i Enbiya yaptım, bir fatiha üç ihlas-ı şerif okuyup “Meded ya Hazreti üstazım biiznillah!” diye ağlayarak sağ elimi sağ yüzüme koyup sağ yanıma yatıp uyudum. Rü’yamda Konya da yeşil bir arazide Hz Üstazımız bir koltukta oturuyordu. Etrafını 40 tane zat ayakta el ele tutuşmuş halka şeklinde çevirmişlerdi. Hz Üstazımızın üzerine semadan nur yağıyordu. Ve cübbesinin yakasında Kelime-i Tevhid yazılıydı. Elinde çekmekte olduğu tesbih pırıl pırıl parlıyor ve tanelerinde Esmaül Hüsna yazılıydı. Mubarek ellerini öpmek için huzurlarına gittim. Bu arada el ele tutuşan zatlar ellerini bırakmadan yukarıya kaldırdılar. Onlaın kolları altından geçip karşı koltukta oturmakta olan Hazreti üstâzımızın huzûr-u şeriflerine yaklaştığımda “Gel evladım!” buyurdular. Vardım, kemal-i hürmetle ellerini öptüm, gözlerime sürdüm. İşte o anda gözlerim açıldı. Burada Hazreti Üstazımız buyurdular ki: “Evlâdım, talebelerin içinde bazı itikadı zayıf olanlar var, keramet bekliyorlar. Onlar için şu senin gözlerinin açılması en büyük keramettir. Hocanıza selam söyle; ekmek ufağı hakkında talebeyi mubalağa ile tahzir etsin!..”
Kapalı binâ yatakhane, mescid ve dersane olarak kullanılır, yataklar yere serilirdi.
Sabah kalkınca dürüp üst üste bir kenara yığar orada sabah namazını kılar ve derse başlardık. İmkanlar dar olduğundan her öğün tek çeşit olan yemeği de kapalı binanın önündeki küçük düzlükte ve yerde yerdik.
Kalabalık bir talebe ile hergün mescidde devam eden derslerimiz tatlı sohbetler içersinde oldukca mahrûmiyetli fakat çok feyizli geçmekteydi.
Sohbetlerimizde Sahibi zaman Hz. Üstazımız Süleyman Hilmi Efendi Hazretlerinin irşad, kemâlât ve keremâtından bahseder, dinin garib zamanında bu ümmete mahzâ Allahü Teâlâ’nın bir lütfu olup mânevî susuzluktan kurtardığını naçizane anlatmağa çalışırdım. Talebe kardeşlerimiz de alaka ile dinler hepimiz bu himmete meftun olurduk. Meğer ruhaniyet teşrif ediyormuş…
Henüz bir kaç aylık talebelerden biri anlattı.
Ders esnasında o kadar ruhaniyet geliyor ki, pencerelerde üst üste keçe gibi oluyor, dinliyorlardı. Ve bana “Talebeler ekmek ufağı döküyor, dikkatsizlik yapıyorlar, biz de sabaha kadar o dökülen ekmek ufaklarını topluyoruz... Neden böyle yapıyorlar?” diye ikazda bulundular. Ben de “Sizlerde talebeye kabahat buluyorsunuz, sizin böyle yapmanız doğru mu” deyince cızzz diye bir gürültü ile gözümün önünden yıldırım gibi bir şey geçti; ne olduğunu bilemedim. Gözlerim görmez oldu. Dünya artık bana karanlık hiç bir tarafı göremiyordum” dedi.
Bu arkadaşı yanındakiler elinden tutup yanıma getirdiler halini anlattı. hakikaten gözü yerindeydi; fakat hiç görmüyordu. Yemek yerken ekmeği, çatalı, kaşığı eline verip eliyle tabağı buldurtup, göz kararıyla yiyordu. Tuvalete arkadaşları elinden tutup götürürdü.
Doktora götürelim diyenler oldu. Ben hayretler içinde kaldım; acaba cin işi mi diye düşündüm. Fakat işin doktorluk olmayıp mânevî olduğu kanaatindeydim.
Hz Üstazımız’dan okuduğumuz yıllarda bize “Seyyid Abdülkadir Geylani Hz. leri bu ümmetin manevi operatörüdür. Hastalık ve bu gibi ahvalde ona iltica ve müracaat edilir, o manen ameliyatla tedavi ediverir” buyururlardı. Ben de o kardeşimize bunu anlattım ve: “İki rekat namaz kıl, bir Yasin’i şerif oku sonra bir Fatiha 11 İhlas-ı şerif okuyup Seyyid Abdülkadir Geylani Hazretlerinin ruh-u şeriflerine hediye et. Mânevi ismiyle ona iltica et. O seni manen tedavi ediverir” dedim.
Kardeşimiz bunu aynen yapmıştı. Uyuduğunda Seyyid Abdülkadir hazretleri beyaz gömlekle zuhur eder, “Evladım ne acele ediyorsun. Beni yerimde durdurmadılar; ta Hindistandan geliyorum; Ruhanilerin bir haline itiraz ettin de ondan gözüne perde çekildi; itiraz etmeyecektin. Açılması için “Elem neşrah leke...” hatmine devam edin” buyurmuş.
Talebelerle beraber bu hatimlere devam ettik, aradan bir hafta geçti, çocuğun gözü açılmadı. Hepimiz merak içinde kaldık.
Bu defa kardeşimize “Bizzat Hazreti Üstazımıza müracaat et” dedim. Kardeşimiz o akşam bir tesbih namazı kılmış, Hatm-i Enbiya okumuş, fatiha ve ihlaslarla “Meded ya Hazretî biiznillah!” diye ağlayarak yatmıştı. Rüyada manen tedavi olmuş. Sabah olduğunda talebelerin dilinde hayırlı haber dolaşıyor, kardeşlerimizin hepsi Mevlid’in gözü açılmış, Mevlid’in gözü açılmış” diye birbirlerine müjdeliyordu. Bana da haber verdiler. Sonra sevinçli ve mütebessim bir çehre ile Mevlit yanıma geldi. Sevinçten yüzü gülüyordu. “Hocam! Kimseye söylemem ancak sana söylerim” dedi. Ben de yanımdakileri dışarı çıkardım. Hadiseyi olduğu gibi anlattı. Sevindim. Sonra da: “Bu hepimiz için ibret alınacak büyük bir hadisedir” diye düşündüm; arkadaşları mescide topladım, Mevlid’i ayağa kaldırıp “Anlat kardeşim!” dedim. Bu ibretli ve mânidar hâdiseyi şöyle anlattı..“Yatmadan önce bir tesbih namazı kıldım, Hatm-i Enbiya yaptım, bir fatiha üç ihlas-ı şerif okuyup “Meded ya Hazreti üstazım biiznillah!” diye ağlayarak sağ elimi sağ yüzüme koyup sağ yanıma yatıp uyudum. Rü’yamda Konya da yeşil bir arazide Hz Üstazımız bir koltukta oturuyordu. Etrafını 40 tane zat ayakta el ele tutuşmuş halka şeklinde çevirmişlerdi. Hz Üstazımızın üzerine semadan nur yağıyordu. Ve cübbesinin yakasında Kelime-i Tevhid yazılıydı. Elinde çekmekte olduğu tesbih pırıl pırıl parlıyor ve tanelerinde Esmaül Hüsna yazılıydı. Mubarek ellerini öpmek için huzurlarına gittim. Bu arada el ele tutuşan zatlar ellerini bırakmadan yukarıya kaldırdılar. Onlaın kolları altından geçip karşı koltukta oturmakta olan Hazreti üstâzımızın huzûr-u şeriflerine yaklaştığımda “Gel evladım!” buyurdular. Vardım, kemal-i hürmetle ellerini öptüm, gözlerime sürdüm. İşte o anda gözlerim açıldı. Burada Hazreti Üstazımız buyurdular ki: “Evlâdım, talebelerin içinde bazı itikadı zayıf olanlar var, keramet bekliyorlar. Onlar için şu senin gözlerinin açılması en büyük keramettir. Hocanıza selam söyle; ekmek ufağı hakkında talebeyi mubalağa ile tahzir etsin!..”
Konya’nın Ilgın kazası Balkı köyünden Mevlit Güven ismindeki bu kardeşimiz, üç dört aylık yeni talebe idi. O zaman Hazreti üstâzımız buyurduğu bu veciz cümleyi tertip edip söyleyebilecek ilmi kudreti yoktu. Fakat himmetleriyle söyleyebildi, söyletildi...
Mevlit hadiseyi anlatınca talebeler ağladı, hayretler içinde kaldık. Cenab-ı Hakk’a böyle bir yolu ve böyle bir üstazı bizlere nasib ettiği için Allahü Teâlâ”ya hamd ve şükürler ettik.
Daha sonra talebelerin içersinde itikaden zayıf olanlar yanıma geldi. Sen anlatıyordun biz de dinliyorduk, artık mutmain olduk; yolumuz hak ve hakîkattır. Amenna ve saddakna” dediler. Allah rahmet etsin onlardan bazısı ahiret yolcusu oldu.
Bu hadiseden sonra ben ekmek yerken talebe kardeşlerimizin boyunlarına mendil bağlattım.
Pek muhterem Ağabeyimiz de buyururlar ki: “Bizim yolumuzda ekmek ufağı dökmek yok, yemek artırmak da yok. Önünüze yemek getirildiği zaman eğer azsa biraz yemek koydurun, çoksa azalttırın fakat kapta yemek artığı bırakmayın!..”Hazreti Üstazımız : “Kemâl Bizim maddî ve mânevî vârisimizdir” buyurdu. Ben dâhil bütün kardeşlerimiz Kemâl Abimizin ayağının tozu olamayız.
Mevlit hadiseyi anlatınca talebeler ağladı, hayretler içinde kaldık. Cenab-ı Hakk’a böyle bir yolu ve böyle bir üstazı bizlere nasib ettiği için Allahü Teâlâ”ya hamd ve şükürler ettik.
Daha sonra talebelerin içersinde itikaden zayıf olanlar yanıma geldi. Sen anlatıyordun biz de dinliyorduk, artık mutmain olduk; yolumuz hak ve hakîkattır. Amenna ve saddakna” dediler. Allah rahmet etsin onlardan bazısı ahiret yolcusu oldu.
Bu hadiseden sonra ben ekmek yerken talebe kardeşlerimizin boyunlarına mendil bağlattım.
Pek muhterem Ağabeyimiz de buyururlar ki: “Bizim yolumuzda ekmek ufağı dökmek yok, yemek artırmak da yok. Önünüze yemek getirildiği zaman eğer azsa biraz yemek koydurun, çoksa azalttırın fakat kapta yemek artığı bırakmayın!..”Hazreti Üstazımız : “Kemâl Bizim maddî ve mânevî vârisimizdir” buyurdu. Ben dâhil bütün kardeşlerimiz Kemâl Abimizin ayağının tozu olamayız.
Hoca Çırpanîzâde Mustafa Efendi’den...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder