25 Şubat 2022 Cuma

İsâ Âleyhisselam bir dağa çıktı. Dağda güneşin harâreti altında ibâdet eden yaşlı bir zât gördü. O Yaşlı Abid Zata dedi ki: “Niçin kendini güneşten koruyacak, soğuk ve sıcaktan muhâfaza edecek bir gölgelik yapmıyorsun?”. Yaşlı âbid şöyle cevap verdi: “Ey Allah’ın Peygamberi! Ben geçmiş peygamberleri dinledim. Yedi yüz seneden fazla yaşamayacağım. Binâ ile meşgul olacak zamanım yok.”. İsâ Âleyhisselam dedi ki: “Ben sana hayret edeceğin bir şeyi haber vereceğim. Âhir zamanda ömürleri yüz seneyi geçmeyecek bir kavim gelir. Onlar saraylar, köşkler inşâ eder; bağlar, bahçeler kurarlar. Bin sene yaşayacak kimselerin emel ve arzularına sahip olurlar.” Bunun üzerine yaşlı Âbid Zât şöyle dedi: “Onların aklı yok! Vallâhi onların zamanına yetişmiş olsaydım, ömrümü bir secdede geçirirdim.”....[Tefcîru’t-Tesnîm Fî Kalbin Selîm, c.1, s.386]

 Hazreti İsa (A.S.)'ın peygamberliği

Şöyle rivayet edilmiştir ki:
Hak Teala, Hazret-i İsa'yı Beyti Makdis'e, İsrailoğulları'na peygamber olarak gönderince, Hazret-i İsa da geldi, Beyti Makdis'in mescidinde oturdu. Halkı dine davet etmeğe başladı. Onlara, İncil'i arz eyledi. İsrailoğulları ona:
-Peygamber olduğuna bir nişan ver, bir mucize göster görelim! dediler. Hazret-i İsa da: "Gerçekten ben size Rabb'inizden bir delil ile geldim. Çamuru yoğururum, kuş biçimine sokarım. Ona üflerim, Allah'ın izni ile o hemen bir kuş oluverir." Al-i İmran suresi, ayet: 49) Böylece, Hazret-i İsa, dediği gibi yaptı. Çamuru üfledi ve o çamur kuş oldu. Hayata kavuşup uçtu. Din bilginleri der ki:
-O kuş yarasadır ki geceleyin uçar, gündüzün uçmaz. Tüyü ve kemikleri yoktur. Sadece ettir. Kanatları yalnız bir parça deridir.
Halk, Hazret-i İsa'ya yeniden:
-Mucizen var mıdır? diye sordu. O da:
-"Hem de anadan gözü olmadan doğanları gözlü ederim!" (*) Al-i İmran suresi, ayet: 49)
*Arapçada "ekmeh" anadan gözsüz doğan kişidir. Âmâ ise gözü sonradan kör olan kaza ile gözsüz kalan kişidir. Gözsüz doğan kimseye doktorlar çare bulamazlar.
İşte böyle anadan gözsüz doğanları gözlü eylemek mucizedir. Mucize de şudur ki; onu ancak peygamberler gösterebilirler. Peygamberlerden başka kimseler, gözsüz olanı, gözlü yapmaktan acizdirler.
Baras ise; abraşık illetidir. (Miskin hastalığına tutulanlarda bulunur. Vücutta yer yer lekeler belirir) bu hastalığın da devası yoktur.
Cüzzam hastalığının da devası yoktur. Bu zahmetlerin giderilmesi ancak peygamber mucizesiyle tedavisi kabildir.
.......
Halkı, Hazret-i İsa'ya şöyle sordu:
-Bundan başka da mucizen var mı? Hazret-i İsa onlara şu cevabı verdi:
- "Allah'ın izniyle ölüleri diriltirim, eğer diliyorsanız, çoktan ölmüş olan bir kişiyi bulun, ben onu dirilteyim." (Ali İmran suresi, ayet: 49)
* * *
İsrailoğulları düşündüler. Nuh (a.s.)'ın oğlu Sam'dan başka bir ölü bulamadılar. Bunu da Tevrat'ta okumuşlardı:
Hz. Nuh'un oğlu Sam'ın kabri Beyti Makdis dağlarının arasında bir vadidedir. Hem de Sam, İsrailoğulları'nın atasıydı. Çünkü, İsrailoğulları Hazret-i Yakub'un oğullarındandır. Yakub (a.s.) Hazret-i İshak'ın oğludur ve İshak (a.s.) Hazret-i İbrahim'in oğludur. İbrahim (a.s.) da, Hz. Nuh'un oğlu Sam'ın neslindendir.
* * *
Böylece İsa (a.s.)'a:
-"Bu vadinin içinde Sam'ın kabri vardır!" diye işitiriz. O, hem de bizim atamızdır. Onu dirilt görelim! dediler.
İsa (a.s.) o vadiye vardı, şöyle seslendi:
-Ya Sâm bin Nuh! Allah'ın izniyle yerinden kalk, gel! dedi.
O anda yer ikiye ayrıldı. Sam topraktan çıkıp geldi. O vadideki iki tepe arasında oturdu, saçından ve sakalından toprak dökülüyordu. Fakat sakal ak-pak olmuş, ağarmıştı. Hazret-i İsa ona:
-Sen kimsin? diye sordu.
Dirilen kişi:
-Ben Nuh'un oğlu Sam'ım! dedi. Hazret-i İsa: -Ya ben kimim? dedi. Sam da:
-Sen Hak Teala'nın peygamberi İsa'sın! diye cevap verdi. O zaman Hazret-i İsa:
-Sen öldüğün zaman sakal ağarması yoktu. Senin sakalın neden ağardı? diye sordu. Sam da:
-Doğru söylüyorsun. Benim de sakalım kara idi. Şimdi sen beni çağırınca İsrafil'in borusu çalınıyor. Kıyamet zamanı geldi sandım ve kıyametin heybetinden sakalım bir anda ağardı! dedi. Hazret-i İsa Sam'a:
-Ey Sam! dedi eğer istersen, Hak Teala'dan dileyeyim ki sana daha nice ömür versin. Dünyada yaşayasın. Sam da:
-Ey Allah'ın Nebisi! Ne faydası var ki sonu yine ölümdür. Önceki ölümün acısı dimağımdadır. Bu acı hala eksilmiyor. Bir kez daha ölüm acısı çekmek istemem. Ama yine de dilerim ki dua et, yine makamımda (toprak içinde) olayım! dedi. İsa (a.s.) da dua etti. Sam yine, yere düştü. Açılan toprak onu yine içine aldı. Makamına gitti ve yer önceden nasıl idiyse, hemen yine öyle oldu. Halk:
-Ya İsa! Bundan daha başka mucizen var mıdır? dediler. Hazret-i İsa şöyle dedi:
- "Evlerinizde neler yediğinizi, ne topladığınızı size haber veririm." (Ali İmran suresi, ayet: 49)
Hazret-i İsa, sonra onlardan birisine baktı ve:
-Sen dün gece, şuna benzer yemek yedin, şu kadarı arttı! dedi. Daha sonra da halka şöyle dedi:
-Beni, Hak Teala size İncil'in hükmünü bildireyim ve Musa şeriatinden başka bir şeriat göstereyim, diye gönderdi! Her ne kadar Musa şeriati de haktır, amma onun hükmü benim zamanım başlayıncaya kadardı. O şeriatte haram olanların nicesini ben helal ederim ve ondaki çözümü güç işleri ben size âsân eder, kolaylaştırırım! dedi.
Kaynak: a.g.e. ; S. 330


MÜNAFIKLAR ANLAMAZLAR
Benî Mustalik Gazvesi’nde münafıkların reisi olan Abdullah bin Übey, “Resûlullâh’ın yanındakilere nafaka vermeyin ki dağılıp gitsinler, Medîne’ye döndüğümüz zaman da aziz olanlar, zelil olanları her hâlde oradan çıkaracaktır.” dedi.
Bu sözüyle Muhâcirîn-i Kirâm’ı ve Sahâbe-i Kirâm’ın zayıflarından bazılarını kastediyordu. Ashâb-ı Kirâm’dan Zeyd bin Erkam radıyallâhü anh, bu sözleri işitmiş, sonra da amcasına anlatmıştı. Amcası da gidip Peygamber Efendimiz sallallâhü aleyhi ve sellem’e haber verdi. Resûl-i Ekrem (s.a.v.) Efendimiz, Zeyd bin Erkam’ı huzuruna çağırdı. O da bunu, olduğu gibi Peygamber Efendimiz’e (s.a.v.) arz etti.
Abdullah bin Übey ve arkadaşları Peygamberimizin huzuruna çağırıldıklarında, böyle bir şey söylemediklerine dair yemin ettiler. Resûl-i Ekrem (s.a.v.) Efendimiz de bu yemine binaen Zeyd bin Erkam’ın sözlerini kabul etmedi. Hazret-i Zeyd, bundan çok müteessir oldu. Amcası da “Neden kendini yalancı çıkaracak derecede ileri gittin?” diye Hazret-i Zeyd’i azarladı.
Bunun üzerine Münâfikûn Sûresi’nin 7. ve 8. âyet-i kerîmeleri nâzil oldu (meâlen): “Onlar o kimselerdir ki ‘Allâh’ın Peygamberinin yanında bulunanlara nafaka vermeyin, tâ ki dağılsınlar’ derler. Hâlbuki göklerin ve yerin hazineleri Allâh’ındır. Fakat o münâfıklar anlamazlar. Onlar, ‘Eğer Medîne’ye dönersek, and olsun, en şerefli ve kuvvetli olan(ımız) oradan en hakîr (ve zayıf) olanı muhakkak çıkaracaktır.’ diyorlardı. Hâlbuki şeref, kuvvet ve galibiyet Allâh’ındır, Peygamberinindir, müminlerindir. Fakat münafıklar (bunu) bilmezler.”
Bu âyet-i kerîmeler, münâfıkların yalan yere yemin ettiklerini bildirmiş oldu. Resûlullah Efendimiz (s.a.v.) de Zeyd (r.a.)’ı huzuruna çağırıp “Allâhü Teâlâ, seni tasdik etti.” buyurdular. O da hüzün ve kederden kurtuldu.



Hazret-i Ali (radıyallâhü anh) mel’un İbn-i Mülcem tarafından yaralandığı zaman oğlu Hazret-i Hasan huzûruna ağlayarak girmişti. Hazret-i Ali oğluna şöyle buyurdu: “Oğlum şu sekiz şeyi iyi ezberle:
En büyük zenginlik akıldır. En büyük fakirlik ahmaklıktır. En büyük vahşet kibirdir. En büyük asâlet de güzel ahlâktır.
Diğer dört şey de şunlardır:
Ahmak ile arkadaş olma! Çünkü o, sana faydalı olmak isterken zarar verir.
Yalancı ile arkadaş olma! Çünkü o, serap gibidir; yakın olanı sana uzak gösterir, uzak olanı yakın gösterir.
Cimri ile arkadaş olma! Çünkü o, çok muhtaç olduğun bir zamanda, malını korumak için seninle alâkasını keser.
Günahkâr kimse ile arkadaş olma. Çünkü o, seni çok kıymetsiz bir şeye, kendi menfaatine satar.”
(el-Hadâiku’l-Verdiyye)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder